Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı alanlardan hareketle, 2025 Nisan itibariyle bölgenin kısa vadede karşı karşıya kalabileceği sıcak çatışma ihtimallerine odaklanacağım.
Gazze ve Filistin: Soykırımın ötesi de var mı?
İsrail’in Filistin topraklarını sömürgeleştirme planı şüphesiz yeni başlamadı, 1948’den beri adım adım bu noktaya gelindi. Ancak büyük bir sembolizmle 1973’teki savaşın 50. yıl dönümünde başlayan 7 Ekim 2023 saldırılarının ardından bambaşka bir gündemle karşı karşıyayız. Batı Şeria ve Kudüs’le bağlantısı uzun zaman önce kesilen ve adeta bir enclave haline dönüşen Gazze, şimdiye kadar karadan ve denizden abluka altında tutulan talihsiz bir Filistin toprağıydı. Trump’ın 2025 Ocak’ta işbaşına gelmesi ve Netanyahu’nun aşırı sağcı savaş kabinesinin artık rutine dönüşen katliam çağrıları altında, Gazze’deki nüfusun tehcir edilmesi konuşuluyor artık.
İlk duyulduğunda bir delinin sayıklamaları gibi değerlendirilen bu ihtimal; Arapların sessizliği, alışkanlıktan “İslam dünyası” denilen üzerine ölü toprağı serpilmiş coğrafyanın umursamazlığı, Batı’nın askeri ve politik desteği, Filistinlilerin kendi içindeki bölünmüşlüğü, İsrail sağının sürekli bir çatışma ortamına ihtiyacı vs. gibi faktörlerin birleşimi sonucu bugün daha somut olarak konuşulmaya başlandı. Kuşkusuz 2 milyonun üzerindeki öfkeli, kırgın ve umutsuz bir halkın Gazze’den başka bölgelere “tehciri” bir anda mümkün olmayacaktır, ancak soykırım süreci bu şekilde işlemeye devam ederse, ailesinin büyük bölümünü katliamlarla kaybetmiş insanlar arasında peyderpey ayrılıklar söz konusu olmaya başlayabilir. Bu da geçmişteki Filistin topraklarının yerleşimlere açılarak İsrail şehirleri haline getirilmesi sürecinin Gazze için de mukadder olabileceğine işaret ediyor.
Bugünlerde Kahire’de Hamas ile İsrail arasında sürdürülen müzakerelerde, Hamas’ın silahlarını teslim etmesi ve Gazze’yi terk etmesi için İsrail ve ABD’nin yoğun bir çabası söz konusu. İsrail’in hem Gazze’de hem de Batı Şeria’da silahlı direnişi susturma çabaları ABD baskısıyla sonuç verirse, iki bölgenin de sömürgeleştirilme süreci daha da hızlanabilir. Suriye’de Esad yönetiminin düşmesi, Hizbullah’ın önemli ölçüde güç kaybetmesi, Mısır’ın Refah sınırından geçişlere izin vermemesi gibi parametreler göz önünde bulundurulunca, Hamas’ın İran desteğiyle füze ve roketli saldırılarının da kısa vadede büyük ölçüde sona ermesi beklenebilir. Ancak bu şartlar, Hamas ve İslami Cihad gibi yapıların daha önce sıkça başvurdukları, İsrail yerleşimleri içinde basit düzeneklerle bombalı intihar eylemleri ve bıçaklı saldırıları daha da arttıracak, bu da mevcut şiddet sarmalını daha da tırmandırabilecektir.
Suriye: Dış baskıların gölgesinde iç bütünlük
8 Aralık 2024’te Esad’ın Suriye’yi terkettiği günden beri ülkede zaman zaman hareketlenen çatışma dinamikleri sözkonusu. YPG/SDG ile HTŞ’nin egemen olduğu Şam yönetimi arasında bir mutabakat çerçevesi belirlense de, ideolojik ve dış destek açısından birbirinden tamamen farklı kamplarda yer alan bu yapıların ne ölçüde uyum sağlayıp entegre olabilecekleri, ABD, Türkiye ve İsrail gibi etkili dış aktörlerin çelişen çıkarlarının bunu ne kadar mümkün kılabileceği ciddi bir soru işareti olarak duruyor. Kısa vadede çatışma üretebilecek dinamikler olduğu yerde duruyor ki bunu engelleyebilecek bir uzlaşma kültürü de çıkar farklılıklarını giderebilecek bir ulusal kimlik de mevcut değil.
HTŞ ve Sünni İslamcılara mesafeli Dürzîlerin, güneydeki İsrail sınırında bu ülkenin himayesinde zaman zaman sert mesajlarla ve gövde gösterisiyle gerginleşen ilişkiler, İsrailli bakanların açık tehdidi karşısında Şara yönetiminin elini kolunu bağlıyor. Ancak bu durum Suriye’nin geleceği açısından uzun vadede, arkasındaki dış himaye kayboldukça Dürzîlerin de Alevîler gibi Sünni çoğunluğa yabancılaşmasını ve açık hedef haline gelmesini getirebilir.
İsrail’in 8 Aralık sonrasında zaman zaman şiddetlenen saldırıları karşısında Şam yönetimi şimdilik bir karşılık veremiyor, bu da Baas döneminden kalma ağır silahların imha edildiği, Suriye’nin kara ve hava sahasının savunulamadığı bir durum ortaya çıkarıyor. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye içlerinde askeri üsler kurması hem Şam yönetiminin elini güçlendirecek hem de İsrail saldırılarını az da olsa caydıracaktır. Ancak ABD ve İsrail’in bu üslerin kurulmasını engelleme girişimleri, mevcut kırılgan güvenlik şartlarına ilave gerginlikler ekliyor ki bu da sıcak çatışma ihtimalini daha da arttırıyor.
İran: Nükleer gerginlikle Şii jeopolitiği arasında
Biden Başkanlığı dönemine kıyasla, Trump-Netanyahu arasındaki uyum ve Ortadoğu’ya birlikte düzen verme hevesi, bu politikayla uyumlu olmayan İran’ın gücünün ve bölgesel nüfuzunun sınırlandırılmasını gerektiriyor. 7 Ekim 2023’te başlayan süreç bu açıdan İsrail’in bölgesel planlarını erkene çekmesini ve aynı anda Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Yemen ve hepsinin arkasındaki İran’ı doğrudan hedef almasını beraberinde getirdi. Bu sürecin sonunda İran ciddi bir karşılık veremedi, bu bölgelerin hemen tamamında mevzi kaybetti ve 2003 Irak İşgali’nden sonra yirmi yıl devam eden sahada sürekli nüfuzunu arttırma döneminin –en azından şimdilik- sonunu getirdi.
İran’ın bu bölgelerde on yıllardır kurduğu networkler tümüyle ortadan kalkmadıysa da örneğin 2010’lardaki genişleme sürecine geri dönülmesi kısa vadede olası görünmüyor. İsrail’in yanı sıra Arap ülkeleri ve Türkiye’nin çıkarları da İran’ın bölgesel nüfuzunun sınırlanmasını gerektiriyor ki bu açıdan şartlar İran’ın lehine değil.
Bu bölgesel konjonktürde İran açısından durumu daha sorunlu hale getiren üç kritik unsur daha var: a) BM ve ABD yaptırımlarının ekonomiyi derin bir krize sokması ve bunun maliyetinin hızla artması, b) içerideki toplumsal yarılma ve politik kamplaşmanın siyasi ve ekonomik krizlerle birlikte sürdürülemez hale gelmesi, c) Trump’la birlikte ABD’nin nükleer anlaşma için savaş tehdidi altında ağır baskısını sürdürmesi.
Tüm bu şartlar İran’ı yeniden masaya oturmaya ve ABD ile bu sefer doğrudan bir anlaşma zemini aramaya zorladı. Esasen İran nükleer programı konusunda 2015’te bir anlaşmaya varılmış ama Trump göreve gelince, kalıcı olmadığı ve balistik füze programını da kapsamadığı gerekçesiyle bu anlaşmadan çekilmiş ve ekonomik yaptırımlar yeniden devreye girmişti. Her iki tarafta da güvensizlik had safhadaysa da ABD-İsrail ikilisinin 7 Ekim sonrası oluşan bölgesel şartlarda en azından ağır bir bombardımandan kaçınmayacağından emin olan İran liderliği, müzakerelerde somut ilerleme sağlandığını açıkladı bile.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) Mart 2025 itibariyle İran’ın %60 saflıkta zenginleştirdiği yaklaşık 275 kg uranyuma sahip olduğunu açıkladı ki bu da sadece günler içinde bomba yapmaya yetecek düzeye çıkılabileceğini ifade eden kritik bir eşik olarak görülüyor. Dolayısıyla Trump’ın savaş tehditlerini bu somut düzlemde de okumak gerekiyor. Nitekim Nisan ayında Umman’da başlayan görüşmeler önümüzdeki günlerde Roma’da devam edecek. Suud Savunma Bakanı da bugün geniş bir heyetle Tahran’ı ziyaret edecek. Bir bahar havasından bahsetmek mümkün değilse de en azından savaşı erteleyecek bir iklim doğduğunu söylemek mübalağa olmayacak.
***
Ancak hem Filistin hem Suriye hem de İran bağlamında, sıcak çatışma dinamikleri halen olduğu yerde duruyor ve geçici ateşkeslerin, geri adım atmaların gölgesinde tüm tarafların bir büyük savaşın hazırlığını yapmakta olduğu konusunda pek kimsenin tereddüdü yok.