Peki, Ama Nasıl Bir Barış?

Yaklaşık 8 aydır devam eden ‘Terörsüz Türkiye’ süreci geçtiğimiz günlerde PKK’nın silah bırakmaya ilişkin açıklaması ile yeni bir aşamaya geçmiş görünüyor. Önceki süreçlerden farklı olarak bu inisiyatif bir barış süreci olarak değerlendirilmiyor. Her ne kadar Öcalan ve DEM Parti tarafı görüşmeler sürerken sıklıkla demokrasi ve barış vurgusu yapsa da siyasal iktidar ısrarla bunun bir barış süreci olmadığını ve hedefin Türkiye’yi terörden arındırmak olduğunu ifade ediyor. Taraflardaki bu yaklaşım farklılıkları nereye evrilecek bilemiyoruz. Ancak taraflar dışındaki aktörler arasında da bu sürece ilişkin farklılıklar mevcut. Bir kesim bu süreci olduğu gibi kabullenerek hiçbir şekilde tartışmaya açmadan devam ettirmek istiyor. Sürece karşı çıkan bir kesim PKK ile herhangi bir görüşme yapılmasına dahi kategorik olarak karşı çıkıyor. Bu iki kutup arasındaki kesimlerin sesleri ise maalesef çok fazla çıkmıyor, çıkamıyor. Çünkü bu iki kutuptan ilki devam eden sürece ilişkin en ufak eleştiriyi dahi barış karşıtı olmakla yaftalarken ikincisi bu sürece dair açık kapı bırakan herkesi neredeyse vatan hainliğiyle suçlayacak noktada. Peki, bu uçlardan uzakta, ortada bir yerlerde barış için umut beslemek isteyen ancak sürece dair ciddi endişeleri olanlar ne olacak?

Mevcut sürece ilişkin eleştirilerden önce genel olarak eleştiri ile ilgili birkaç şeyi hatırlatmak gerekiyor. Ülkemizde eleştiri kültürü noktasında ciddi sıkıntıların olduğu hepimizin malumu. Eleştirel düşünce konusunda pek de mahir olduğumuz söylenemez. Bu yüzden eleştiri genelde sadece negatif bir yorum olarak algılanıyor ve olumsuz bir perspektifle dikkate alınıyor. Hatta bazen direkt reddediliyor. Oysa eleştiri gelişmenin ve ilerlemenin anahtarıdır. Bir fikrin, ürünün, projenin, programın eleştirilmesi, onun eksik yanlarının başka perspektifler aracılığıyla tespit edilmesi çok kıymetlidir. Örneğin, akademisyenler bir makale yazdıklarında o yayına ilişkin dönüt almayı çok önemserler. Çünkü başka bir meslektaşının o makaleyi okuması ve eksikliklerini tespit etmesi yazara onları düzeltme imkânı verir. Başka alanlarda da bu böyledir. Alternatif bakış açıları hiç akla gelmeyen risklerin farkına varılmasını sağlayabilir ve eksikliklerin giderilmesi için yeni çözümler sunabilir. Bu bakımdan yapıcı eleştiri almak aslında körü körüne verilen destekten çok daha kıymetlidir. Tabi, bunun değerini anlamak için gelişime ve yeniliğe açık olmak gerekiyor. Son 8 aydır devam eden sürece baktığımızda ise böyle bir durumun olduğunu söylemek zor. İki taraf da eleştirileri kabul etme konusunda pek de istekli görünmüyor. Bu yaklaşım bir açıdan anlaşılabilir, çünkü bu tarz süreçler genelde kırılgan zeminlerde ilerlediği için taraflar süreci koruma refleksiyle hareket edebilirler. İlk aşamalarda bu daha kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Ancak süreç ilerledikçe bu yaklaşımın esnemesi ve eleştiriye daha açık olması beklenir.

Daha önceki çözüm ve barış süreçlerinin akamete uğraması sebebiyle Ekim’den bu yana devam eden inisiyatifin adlandırılmasında bile ciddi zorluk yaşandı. Barış süreci, çözüm süreci, terörsüz Türkiye süreci, silahsızlanma süreci vb. tanımlamalar kullanılsa da halen üzerinde uzlaşılmış bir adı yok bu sürecin. Hatta iktidar cenahında bunun bir süreç olmadığını, inisiyatif ya da girişim olarak tanımlanması gerektiğini düşünenler de mevcut. Özetle, henüz devam eden şeyin ne olduğu konusunda bile bir uzlaşı sağlanmış görünmüyor. Öte yandan, 40 yılı aşkın süredir devam eden çatışmanın sona erdirilmesi bakımından en kritik adım olan PKK’nın kendini fesih kararı alması çok önemli. Bunu da göz ardı etmemek gerekiyor. Bu fesih iradesi gerçekleşir ve örgüt silah bırakırsa bu Türkiye tarihinde dönüm noktası olabilecek nitelikte bir gelişme olacak. İktidar bloğu her ne kadar ortada bir müzakere olmadığını ifade etse de bu tarz görüşmelerde tarafların bazı beklenti ve talepler içinde olması normaldir. İki taraf arasında belli ölçüde kabul ve feragatlerde bulunulduktan sonra bir denge oluşması ve oradan yola çıkarak belirlenen adımların atılması gerekir. Şu an bu adımlar noktasında kamuoyuna bir açıklama yapılmış değil. Gündemde olan bazı konular konuşulsa da önümüzde bir yol haritası yok. Toplumun olan biteni anlaması ve kabul etmesi noktasında nasıl bir vizyonları olduğunu da henüz öğrenmiş değiliz.

Çatışma çözümü süreçlerinde belli bir noktaya kadar sürecin kapalı kapılar ardında yürütülmesi kabul edilse de belli bir aşamadan sonra şeffaflığın sağlanması yönünde belli adımların atılması gerekir. Nitekim PKK’nın silah bırakma ve fesih süreci, bu sürecin yasal zemini ve pratik boyutu hakkında kamuoyuna açıklama yapılmadı. Silahsızlanma, Terhis ve Yeniden Entegrasyon (İngilizce adıyla Disarmament, Demobilisation and Reintegration – DDR) süreçleri oldukça çetrefilli ve zor süreçlerdir. Silah bırakanların topluma yeniden entegre edilmesi için bu insanlara bir gelecek vaat etmek işin doğasında vardır. Başka ülke örneklerine bakıldığında eski örgüt üyelerine yönelik eğitimler, meslek edindirme kursları, istihdam sağlanması vb. gibi süreçler işletilerek bu kişilerin yeniden ellerine silah alması engellenmeye çalışılır. Çünkü takdir edersiniz ki örgütler feshedildiğinde üyeleri buharlaşıp uçmazlar. Dolayısıyla, silah bırakma sonrasında bu üyelere ilişkin ne yapılacağına dair akla pek çok soru geliyor: “Bu kişilere yönelik cezai işlemler yapılacak mı?”, “Af gelecekse bunun kapsamı ne olacak?”, “Bu kişiler topluma nasıl entegre edilecek?”, “Toplumdaki muhtemel reaksiyonlarla nasıl mücadele edilecek?”. Bu sorulara verilecek cevaplar sürecin başarılı olup olmayacağı noktasında da belirleyici olacak. Verilecek cevaplar sadece süreci yöneten aktörler için değil toplum için de büyük önem taşıyor. Peki, toplum bu sürecin neresinde?

Önceki çözüm ve barış girişimlerinde toplumun sürece katılımı ve ikna edilmesi yönünde bir çaba ortaya konmuştu. Akil İnsanlar Heyeti’nin çalışmaları yanında süreci yöneten aktörlerin toplumu bilgilendirme için emek verdiğini ve sürecin toplum tarafından kabullenilmesi için daha geniş bir demokratikleşme projesi çerçevesine yerleştirildiğini görmüştük. Bu çabaların ne kadar başarılı olduğu ayrı bir tartışma konusu olsa da ortada barışın toplumsallaşması yönünde bir irade vardı. Bugün böyle bir yaklaşımın ortada olmadığı aşikâr. Detayları dar bir çevre tarafından bilinen, elitler tarafından yönetilen, yukarıdan aşağı/tepeden inme (top-down) bir yaklaşımla ilerleyen ve katılımcı/kapsayıcı olmayan bir süreç var ortada. Başından itibaren sürecin toplumsallaşması yönünde bir iradenin olmadığı üstü kapalı bir biçimde vurgulandı. Bundan sonra da bunun aksi bir yaklaşım gösterileceğine dair bir emare bulunmuyor. İki tarafın elitleri tarafından yönetilen ve toplumun farklı kesimlerini dışarıda bırakan bu sürecin başarılı olup olmayacağını göreceğiz. Ancak dünya örnekleri bize başarı şansının yüksek olmadığını söylüyor.

Çatışma çözümü ve barış inşası süreçleri kısa vadeli süreçler olarak algılansa da bunlar uzun ve zahmetli süreçlerdir. Barış antlaşması imzalanan ve şiddetin tamamen ortadan kalkmasını sağlayan silahsızlanma, terhis ve yeniden entegrasyon programlarının uygulandığı örneklerde bile ilk anda akla gelmeyecek pek çok sorun ortaya çıkmaktadır. Çatışmaların pek çok boyutu (insani, hukuki, ekonomik, kültürel, sosyal vb.) vardır ve çok çeşitli zararlara sebep olurlar. Bu zararlardan etkilenen sayısız mağdur ve onların beklentileri mevcuttur. Bu beklentiler ve çıkarlar sıklıkla birbirleriyle çatışma içerisindedir. Örneğin silah bırakan örgüt üyeleri affedilip topluma karışmayı umut ederken çatışmanın mağdurları bu kişilerin cezalandırılmasını talep eder. İki taraftan birinin talebini karşılamak diğer taraf açısından kabul edilmez bir durum yaratabilir. Bu çelişen talep ve beklentilerde orta yol bulabilmek kolay iş değildir. Ayrıca bu denkleme kaynakların sınırlılığını da eklediğinizde iş git gide daha da zorlaşır. Her toplumun dinamikleri farklı olduğu için aynı grup içerisinde görülen aktörlerin dahi kendi içlerinde çok farklı ve zıt taleplerde bulunduğunu görebiliriz. Mesela çatışmadan zarar görmüş bazı mağdurlarda adalet talebi (faillerin cezalandırılması) ağır basarken, başka mağdurlar barışın gelmesinin cezalandırmadan daha önemli olduğunu düşünebilir. Yine mağdurlardan bazıları maddi tazminatları adalet taleplerinin önüne koyabilir. Bu örneklerden yola çıkıldığında toplumun farklı kesimlerinin (doğrudan mağdurlar, dolaylı mağdurlar, seyirci kalanlar vb.) beklentilerini ve kaygılarını tespit etmenin ne kadar kritik olduğu anlaşılacaktır. Peki, bu talepler dikkate alınmadan bir süreç yürütülürse ne olur?

Barış inşasını kavramsallaştıran Johan Galtung’un tanımladığı negatif ve pozitif barış terimlerini anlamak bu noktada faydalı olacaktır. Negatif barış çatışmanın yokluğu olarak tanımlanırken, pozitif barış çatışmanın çıkmasına sebep olan kök/temel nedenlerin (root causes) ortadan kaldırılması ve demokrasi, hukukun üstünlüğü, sosyal adaletin tesis edilmesi olarak değerlendiriliyor. Negatif barış çok dar çerçevede ve sınırlı bir süredeki barış olarak kabul edilebilirken pozitif barış bir anlamda toplumsal barış ve uzlaşının sağlandığı ve yeniden çatışmaya dönme ihtimalinin minimize edildiği geniş çerçeveli bir barış olarak görülebilir. Nitekim Birleşmiş Milletler de son yıllarda barışı tek bir anda gerçekleşen bir olay olarak değil, uzun vadeli ve sürdürülebilir bir proje (sustaining peace) olarak ele alıyor. Çünkü dünyadaki örneklere bakıldığında barış süreçlerinden geçen ülkelerin %50’sinin yeniden çatışmaya döndüğü, %70 civarında ülkenin de otoriter rejimlere mahkûm olduğu görülüyor. Bunun önüne geçebilmek için barışı toplumsallaştırarak demokratikleşme, insan hakları, hukuk devleti ve sosyal adaleti garanti altına almak gerekiyor. Buradaki mantık çatışmanın ortaya çıkmasına sebep olan şartların ortadan kaldırılması ve barışın kalıcı olması. Böyle bir yaklaşım benimsenmediğinde hastalığa sebep olan nedeni değil belirtileri ortadan kaldırmış oluyoruz. Bu da bizi kalıcı bir barıştan uzaklaştırıyor.

Dünyada yaşanan deneyimlere bakıldığında toplumu hiç dâhil etmeden sadece elitlerin oturup karar verdiği dar kapsamlı ve tepeden inme bir biçimde gerçekleştirilen barış girişimlerinden uzun vadede başarılı olan bir örnek yok. Bazı ülkelerde ilk aşamada bu tarz bir yaklaşım benimsense de sonrasında barışın toplumsallaşması için çeşitli araçlar ve mekanizmalar (hakikat komisyonları, geleneksel mahkemeler, hafıza çalışmaları vb.) uygulamaya konulmuş. Çünkü halkın barışı içselleştirmesi ve kabullenerek sahiplenmesi bunun sürdürülebilir olması açısından çok önemli. Kaldı ki bu aslında çatışmanın tarafları için de bir anlamda barışın garanti altına alınması demek. Halktan tamamen kopuk ve sadece elitlerin iradelerine dayanan bir süreç bu elitlerin fikir değiştirmesiyle akamete uğrayabilir. Oysa süreci yöneten dar elit dışındaki siyasi aktörlerin, muhalefet partilerinin, sivil toplumun ve halkın sahiplendiği bir barışı bir anda ortadan kaldırmak hiçbir tarafın kolay kolay tercih etmeyeceği bir adım olacaktır. Bu bakımdan Türkiye’deki sürecin de toplumsallaşması büyük önem taşıyor. Bu toplumsallaşmanın sağlanması için de şeffaflığın sağlanması gerekiyor. Hem ilgili aktörler hem de genel olarak halk bu süreç hakkında bilgi sahibi olabilmeli ki olan biteni sağlıklı bir şekilde değerlendirebilsin. Sonrasında katılımcı ve kapsayıcı bir yaklaşımla barış inşası gerçekleşsin. Bu sağlanmazsa dar kapsamlı negatif barıştan geniş kapsamlı pozitif barışa geçmek mümkün olmayacak.

Zeynep Ardıç
Zeynep Ardıçhttps://www.ekopolitik.org.tr/
Zeynep Ardıç, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Avukatlık stajını Ankara Barosu’nda yapmıştır. Yüksek lisans eğitimini Warwick Üniversitesi'ndeki “Uluslararası Kalkınma Hukuku ve İnsan Hakları” programında tamamlayıp doktora derecesini Sussex Üniversitesi'nden almıştır. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde öğretim görevlisi Dr. olarak çalışmaktadır. Araştırma alanları arasında geçiş dönemi adaleti, zorunlu göç ve sosyal adalet başta olmak üzere insan hakları, demokrasi ve kalkınma yer almaktadır.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

‘Hakikat-Sonrası’nın Ötesinde Ne Var?

Son dönemde sık kullanılan ve git gide popülerleşen hakikat-sonrası (post-truth) kavramını duymayan kalmamıştır. Özellikle popülist rejimlerde iktidarların kullandığı...

BEYAZ FİL SENDROMU: Yolsuzluk ve Yoksulluk Üzerine

Beyaz fil sendromu ya da teorisi Güneydoğu Asya’daki eski krallıklardaki bir gelenekten yola çıkarak oluşturulmuş bir kavram. Bölgede...