Dinî bağlılığın dünya çapındaki büyük çeşitliliği, bize insanların neden dine ihtiyaç duyduğunu gösteriyor. Binlerce yıldır insanlığın manevi bir ihtiyaç ve özlem içinde olduğunu bu şekilde gözlemliyoruz. İnsan, ölüm bilmecesi de dâhil olmak üzere, sınavları ve yükleri, şüpheleri ve soruları ile yaşadı. İnsanlar nimet ve teselli arayarak tanrıya ya da tanrılarına döndükçe, farklı şekillerde ifade edilen dinî duygular gelişti. Dinler ayrıca “Neden buradayız?”, “Nasıl yaşamalıyız?”, “İnsanlık için gelecekte neler var?” gibi büyük soruları ele almaya çalışmaktadır.
Öte yandan, hiçbir dine veya bir tanrıya bile inanmayan milyonlarca insan var. Diğerleri, agnostikler, tanrının bilinmediğine ve muhtemelen bilinemeyeceğine inanırlar. Ancak bu, onların ilkeleri ve ahlakı olmayan insanlar olduğu anlamına gelmez, tıpkı bir dine mensup olmanın da ilke ve ahlak sahibi olunacağını garantilemediği gibi. Ancak eğer kişi dini “bazı prensiplere bağlılık” olarak, yani tam sadakat veya bağlılık, dürüstlük, dindar bir sevgi veya bağlılık olarak kabul ederse; o zaman ateistler ve agnostikler de dâhil olmak üzere çoğu insanın hayatında dinî bir çeşit bağlılığın olduğu söylenebilir.[1] Bu açıdan baktığımızda “din” olarak tanımladığımız olgu kişinin hayat tarzı, idealleri ve dünya görüşünün kendisidir. Bu sebeple kişinin “dininin” illaki ilahi temelli olması gerekmez. Kişinin kendisini adadığı hatta canı pahasına uğruna yaşadığı her ideal ve dünya görüşü, o kişinin dinidir.
Neden diğer inançları da incelemek gereklidir? Bu soruya cevap verebilmek için dünya dinlerinin geçmişi hakkında bir şeyler bilmemiz gerekiyor. Geoffrey Parrinder’in World Religions: From Ancient History to Present adlı kitabında belirttiği gibi farklı dinleri incelemek “kişinin kendi inancına sadakatsizlik anlamına gelmez, aksine diğer insanların gerçeği nasıl aradıklarını ve bu inançlarla nasıl zenginleştiklerini” gösterir.[2] Bilgi anlayışa, anlayış da farklı bakış açısına sahip olan insanlardaki hoşgörüyü beraberinde getirir.
Hiç şöyle düşündünüz mü ya da şöyle söylediniz mi: “Benim kendi dinim var. Bu çok kişisel bir meseledir. Başkalarıyla da tartışmıyorum.” Doğru, din kişiseldir. Fakat neredeyse doğumdan itibaren dinî veya etik fikirler ebeveynlerimiz ve akrabalarımız tarafından zihnimize yerleştirilir. Sonuç olarak, genellikle ebeveynlerimizin ve büyükanne ve büyükbabalarımızın dinî ideallerini takip ederiz. Tarihçi Arnold Toynbee’nin de belirttiği gibi, bir bireyin belirli bir inanca bağlılığı genellikle “doğduğu yerin coğrafi kaderi” tarafından belirlenir. Din neredeyse bir aile geleneği meselesi hâline gelmiştir. Peki “başkalarının bizim için dinimizi seçtiği” bu gidişat nereye varıyor? Dinî tercihler sadece nerede ve ne zaman doğduğumuzla ilgili bir mesele mi? Peki gerçekten coğrafya kader mi?
Kişinin doğduğu dinin Allah tarafından otomatik olarak onaylandığını varsaymak neden makul değildir? Kişinin doğduğu anda emrettiği dinin mutlaka gerçeğin tamamı olduğunu varsaymak mantıklı mıdır? İtalya’da veya Güney Amerika’da doğsaydık, başka seçeneğimiz olmadan, muhtemelen bir Katolik olarak yetiştirilirdik. Hindistan’da doğsaydık, muhtemelen direkt olarak bir Hindu veya Pencaplı olsaydık bir Sih olurduk. Eğer ebeveynlerimiz Pakistanlı olsaydı, bizim için seçilen din yine İslâm olurdu. Ve eğer Enver Hocacı Arnavutluk’ta, Stalinist Sovyetler’de ya da Maoist Çin’de doğsaydık ateist olarak yetiştirilmekten başka seçeneğimiz olmayabilirdi.
Bu nedenle kişilerin içine doğduğu dinin, yaratıcının direkt onayladığı hak din olup olmadığını sorgulaması doğal bir düşünce sürecidir. Binlerce yıl boyunca kimse sorgulamasaydı “atalarım için yeterince iyi olan, benim için de yeterince iyidir” öncülüyle pek çok insan hâlâ ilkel şamanizmi veya eski doğurganlık kültlerini uyguluyor olurdu.
Adil bir tutum sergileyerek tarihsel olguları ve arkeolojik bulguları her kesim kendi dünya görüşü perspektifiyle değerlendirebilir ve yorumlayabilir. Bizim de Kur’an Arkeolojisi yöntemiyle yapmaya çalıştığımız şey Dünya tarihine ve inançlarına bakıp onu tutarlı bir zeminde, Kur’ânî dünya görüşü perspektifinde yorumlamaktır. Bu açıdan baktığımızda post-süreçsel ve yorumlamalı arkeoloji, yapısalcı arkeoloji, tekdüzelikçilik, toplumsal arkeoloji, Marksist arkeoloji, yerli arkeolojiler, toplumsal cinsiyet arkeolojisi ve feminist arkeoloji nasıl bilimsel kabul edilen kuramlar/tarih yorumlarıysa;[3] Kutsal Kitap arkeolojisi ve Kur’ân Arkeolojisi de bilimsel kuramlardır. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim’in insanlık tarihine nasıl baktığını anlamak için illaki Müslüman olmak gerekmez. İslâm’ı kabul etmeyen herhangi bir ateist, deist, agnostik, Hristiyan ya da başka bir gayrimüslim de önce “Kur’ânî dünya görüşü tarihi nasıl okur ve değerlendirir?” sorusunun cevabını anlamalı, sonrasında kendi durduğu yerden tercihini yapmalıdır.
Fakat her şeyden önce Kur’ân-ı Kerim’in konuya bütünsel bakışını anlamamız gerekiyor.
Kim Allah’a ve Resul’e itaat ederse, işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, nebîler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar! (Nisâ 4/69)
Nisâ suresinde geçen bu ayette ise toplumlarda sadece Allah’ın elçilerinin bulunmadığını öğreniyoruz:
- Nebîler
- Sıddıklar
- Şehitler
- Salihler
Nebî (نبىء) (İbranî gelenekte navi), Arapça’da “haber alan” anlamına gelir. Kur’ân-ı Kerim’de nebî; “Allah’tan vahiy alan, ahlaki, teolojik ve toplumsal rehberlik yapan kişi”dir. Yani ana hatlarıyla “Allah ile iletişime geçen, ondan haber alan kişi” demektir. Allah teala nebîlerle insanlara yol göstericilik yapsınlar, aldıkları haberleri, yani vahiyleri insanlara iletsinler, kimi zaman “resul” olsunlar diye onlarla iletişime geçer. Başka bir ifadeyle Kur’ân’daki anlam haritasında seçilmiş kişi, Allah ile olan ilişkisi boyutuyla Nebî; insanlarla ilişkisi boyutuyla da Resul’dür[4]. Yani her Resul nebîdir her nebî de resuldür.[5]
“Resul” ve “nebî” kavramları Allah ile insanlar arasındaki ilişki boyutunun yanı sıra peygamberlerin yaşamlarındaki durumları da açıklar. Rabbimiz Hz. Peygamber aleyhisselam ile insanlar arasındaki ilişkileri (hukuku) düzenlerken O’na “resul” sıfatıyla hitap ederken, Hz. Peygamber’in özel durumlarıyla ilgili diğer Müslümanları bağlamayan, itaati gerektirmeyen ancak ders çıkartmamız gereken konularda “nebî” sıfatıyla hitap etmektedir.[6]
Kur’ân’a göre her toplumda Allah ile iletişim kuran nebîler olmasa da nebîlerle yoldaş olan “doğru sözlüler”, “kendilerine ulaşan ilahi hakikatlere şahitlik yapan kimseler” ve “akıl nimetiyle sağlıklı, sağduyulu, fıtratla uyumlu bir yaşam tarzı tutturmuş salihler” dünyanın her yerinde yaşamışlardır. Yani her zaman diliminde, her coğrafyada mütemadiyen bir resul/nebî yaşaması gerekmez. Genellikle bir resul/nebî o bölgeye bir vahyi mesaj getirir. O vefat edince de nebî olmayan ancak sıddık olan öğrencileri bu mesajı iletmeye devam eder. Nesiller boyu dallanıp budaklanan bu monoteist kültür aktarımı, gelenekselleşerek yaşamaya devam eder. Bu süreçte her coğrafyada doğru sözlü bilge şahsiyetler var olmaya devam etmiştir.
Konuya Kur’ân açısından bakarsak sınıfsal hiyerarşilerden uzak durulması ve din adamları-kutsal yöneticiler sınıfının insanlar arasında dikey tahakkümler kurmaması için, tüm toplumlara Allah elçilerinin gönderildiğini okuyoruz:
Kim doğru yolda olursa, ancak kendi iyiliği için doğru yolda olur. Kim de saparsa ancak kendi kötülüğü için sapmış olur. Ve hiçbir yük taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez. Ve Biz, bir resul göndermedikçe azap edecek değiliz. (İsra 17/15)
Peki İsra suresindeki bu ayet bize her dönem her nesle resul gönderildiğinden mi bahsediyor? Hayır. Bir topluma, daha doğrusu medeniyete resul gönderildikten sonra birkaç nesil geçse, fakat o elçinin getirdiği mesaj nesiller boyunca o medeniyette yaşasa, o toplum resulün anlattığı esaslardan sorumlu tutulur. Ancak biz yine Kur’ân’dan öğreniyoruz ki insanlar kendilerine gönderilen mesajları süreç içerisinde bozmakta ya da unutmaktadır.
Ant olsun ki, Biz, her topluma, Allah’a kulluk etmeleri ve kibirlenerek ilahlık taslayan her türlü güçten uzak durmaları için bir resul gönderdik. Allah onlardan bir kısmına hidayet etti, bir kısmına da sapkınlık hak oldu. Şimdi yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun nasıl olduğuna bakın. (Nahl 16/36)
Muhakkak ki Biz seni gerçek/hak ile bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, içinde bir uyarıcı gelip geçmemiş olsun. (Fatır 35/24)
Fatır suresindeki ayet, toplumlar arasında her nesilde olmasa da aralarından “gelip geçmiş uyarıcılardan” bahsediyor.
Yemin olsun ki senden önce de elçiler göndermiştik. Onlardan kıssasını sana anlattıklarımız da var; kıssasını sana anlatmadıklarımız da var. Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir ayeti (mucizeyi) getiremez. Allah’ın (azap) emri gelince de hüküm verilmiş (olur); [batıl]ı seçenler orada kaybetmiş (olacak)lardır. (Mü’min 40/78)
Mü’min suresindeki bu ayette de Kur’ân’da anlatılmayan resullerin varlığı bildiriliyor. Kur’ân’ın çizdiği bu çerçeve dinler tarihi açısından büyük önem taşıyor.
Her inanç sisteminde o inancın öğretilerinin üzerinden inşa edildiği, o inancı diğer inançlardan ayıran, ona özel bir karakter veren temel kavramlar ve tezler bulunur. Örneğin, Yahudilikte “ahit” (Yehova ile “sözleşme”) kavramı ve buna bağlı olarak “seçilmiş kavim” anlayışı, bu inancın öğretilerine mührünü vuran oldukça merkezî bir unsurdur. Hristiyanlığın tarihsel gelişim ve öğretilerine baktığımızda “aslî günah”, “teslis” ve “Hz. İsa’nın dirilişi, göğe yükselişi ve dönüşü” gibi kavramların Hristiyan inancı ve tarihine yön verdiğini görürüz. Benzer bir şekilde, Hint dinlerinde “karma”, “samsara” ve “Nirvana” gibi kavramlar temel, belirleyici, kök kavramlardır. İslam’da ise en temel kavram “tevhîd” inancıdır.
Bu açıdan baktığımızda Yahudilik, İsrailoğulları ekseninde bir tarih okuması yapar. Yahve, İsrailoğulları dışındaki toplumlarla Hz. İbrahim öncesindeki Hz. Nuh döneminde ahitleşme yapmıştır. Hz. İbrahim’le yapılan ahitleşmeyle de seçilmiş kavmin tarihi ve o kavimden gelecek kurtarıcı/Mesih artık merkez konumuna geçer. Bu sebeple Yahudilikte diğer kavimlere gönderilecek elçiler gibi bir gündem maddesi bulunmaz. Hristiyanlık da bu kurtuluş kronolojisini kabullenip Mesih’in geldiğini ve yükselişinden sonra geri döneceğini iddia eder. Dolayısıyla Hristiyanlığın kurtuluş görüşü, her coğrafyada tevhidi vaaz eden elçilerle pek ilgilenmez. Hristiyanlığın kurtuluş tarihi de İsa Mesih eksenlidir. İnsanlık kalıtımsal bir kötülüğe mahkumdur ve amelleriyle değil ancak Mesih’in şefaati ile kurtulabilir.
İslam ise doğrudan seçilmiş kavim/Mesih’in kurtarıcılığı anlayışı yerine döngüsel bir tevhid ve kişisel kurtuluşu vaaz eder. Dolayısıyla İslâm sadece Hz. Muhammed’e iletilen vahyin değil bilinçli insanlığın başlangıcından bu yana insanların doğasında mevcut bulunan tek bir yaratıcıya teslimiyet eğilimidir; kulların kullara veya yaratılmışlığa kul olmama içgüdüsüdür. Kur’ân buna Hanif Dini (Nahl 16/120, Hacc 22/31) ve Fıtrat Dini (Rum 30/30) ismini verir.
Fıtrat ve Antropoloji
Duke Üniversitesi’nden psikolog Prof. Dr. Michael Tomasello şöyle der:
Karşılıklı bağımlılık her ne kadar insan özgeciliğinin evrimsel mantığının bir parçasıysa da, bireyin kişisel kararlarında bir rol oynaması zaruri değildir; psikolojik güdü, belli özellikleri olan ya da belli bir bağlam içinde bulunan herkese yardım etmek olabilir. Nitekim, küçük çocukların başkalarına yardım etmeye (belki duygudaşlık vasıtasıyla) doğaları gereği güdülenmiş olduğunu saptayan yakın zamanlı deneysel araştırmalarda bu olasılığın kanıtı bulunabilir:
- İnsanlar, çok küçük yaşlardan itibaren başkalarına yardım etmek konusunda son derece isteklidir. On dört aylık bebekler bile uzaktaki bir nesneyi getirmek, kapıyı açmak ve kitapları dizmek gibi çeşitli problemleri olan yabancı yetişkinlere yardım etmektedir (Warneken ve Tomasello, 2006, 2007). İki yaşındaki küçük çocuklar kendilerine maliyeti yüksek olsa bile başkalarına yardım etmektedirler (Svetlova vd., 2010).
- İnsanlar, çok küçük yaşlardan itibaren, başkalarına yardım etmek konusunda içsel bir güdülenmeye sahiptir, bunun için dışsal teşviklere ihtiyaç duymazlar. İki yaşındaki küçük çocukların anneleri tarafından izlenmesi ya da yardım etmeleri konusunda teşvik edilmesi daha fazla yardım etmelerini sağlamaz; yardım aldığının farkında olmayan birine bile yardım ederler ve yardım ettikleri için dışsal ödüller aldıklarında ve daha sonra ödüller kesildiğinde, hiç ödül almamış çocuklara kıyasla daha az yardım etme eğilimi gösterirler.
- Çok küçük yaşlardan itibaren insanlarda yardımın ortamını hazırlayan, başkalarının kötü durumuna gösterilen duygudaşlıktır. Bebekler, duygusal sıkıntı işaretleri gösteren birini rahatlatmak için çaba sarf etmektedir ve hatta, o kişinin durumundan ne kadar rahatsızlarsa ona yardım etme olasılıkları o kadar artmaktadır.
Özetle, başkalarına yardım etmenin çocukların içinden geldiği görülmektedir ve çocuklar duygudaşlık hissiyle içten güdülenmektedir.[7]
İslamî söylem ile aynı olmayan ancak benzeşen bir diğer dini dünya görüşü Budizm’in Buda algısıdır. Budizm’e göre de yeryüzündeki herkes içindeki doğal özü keşfederse ve nefsini arındırırsa Buda olabilir. İslam ve Budizm’in farkı Kur’ân’da elçilerin seçilmiş, Budizm geleneğinde ise Buda’nın çaba sonucu kazanılabilecek bir ünvan olduğudur. Ancak Budizm de İslam gibi bir kurtarıcının şefaati yerine bireysel kurtuluşu öngörür.
Şimdi Kur’ânî dünya görüşü ışığında dinler tarihine bakabiliriz:
- Tüm dinler tevhid inancından türemiştir. Tevhidde doğal olan, tek tanrıya ibadettir. Tevhid inancının bozulmasının sonuçları ise monizm, panteizm, animizm, henoteizm ve nihayetinde ateizmdir.
- Her toplum içinde, o kültürün bütün nesillerinde olmasa bile en azından kurucu ataları arasında Allah tarafından gönderilmiş elçiler bulunur.
- Dünyadaki toplumların nesilleri arasında resul-nebî olmasalar da o mesajdan haberdar erdemli sıddık, şahit diyebileceğimiz önderler, bilgeler yaşamıştır.
- Bu toplumlardaki Allah tasavvuru süreç içerisinde dejenere olmuş, bu zaman zarfında melekler resulleştirilmiş; resuller tanrılaştırılmış ya da tevhide aykırı biçimde “aracı ilahlara” dönüştürülmüştür. Ayrıca cinler ve şeytan da tapınılan metafizik varlıklar olmuştur.
Carl Gustav Jung’un “Arketip Kuramı” Bağlamında Kur’ân Merkezli Bir Yaklaşım
Bu noktaya kadar Kur’ân’ın bakışını ortalama olarak özetlemiş olduk. Peki bu bakış açısının rasyonel olarak bir sağlaması yapılabilir mi? Mehmet Akif Ersoy üstadın ifadesiyle “asrın idraki” ile Kur’ân arasında nasıl bir örtüşme vardır? Bu açıdan Kur’ân’ın nebî figürüyle Carl Gutav Jung’ın arketip kuramı arasında önemli paralellikler bulabiliriz.
“Nebî” arketipi, Jungçu psikoloji açısından incelendiğinde şöyle tanımlanır: “Nebî, insanlığın kolektif bilinç dışında yer alan ‘bilge ihtiyar adam’ ve ‘kahraman’ arketiplerinin dinî sembolleşmesidir.” Bahsi geçen Bilge İhtiyar Adam (Wise Old Man) ile Kahraman (Hero), Jung’un arketip kataloğunda yer alan iki önemli figürdür.
“Bilge İhtiyar Adam”, Jung’un kolektif bilinç dışı kuramında bilgelik, rehberlik, akıl ve içgörü ile özdeşleştirilen bir arketiptir. Genellikle yaşlı bir adam, bir büyücü, öğretmen veya ruhani bir figür olarak ortaya çıkar. Kahramanın yolculuğunda karşılaştığı ve kahramana yön gösteren bir figürdür. Özellikleri şöyledir:
- Bilinç dışının rehber sesi olarak işlev görür.
- Genellikle kahramana tehlikeler karşısınd a ne yapması gerektiğini söyleyen kişidir.
- Simgesel olarak tanrı, baba figürü, peygamber veya bilge kişi ile ilişkilendirilir.
- Hikâyelerde kahramanı bir eşikten geçirir; dönüşümün başlamasını sağlar.
- Sezgi, ilham, içsel bilgi ve rehberlik kaynağıdır.
- Rüyada ya da mitlerde yol gösterici olarak belirir (örneğin Hermes, Hızır, Merlin).[8]
Jung, bu figürün kişiliğin bireyleşme sürecinde önemli bir adımı temsil ettiğini söyler. Birey, kendini tanımak adına içsel bir rehberle yüzleşmek zorundadır. Bu figür çoğu zaman bireyin kendi içindeki bilgelik yönünün dışa yansımış hâlidir.[9]
“Kahraman” arketipi de Jung’un sisteminde en çok işlenen figürlerden biridir. Bu figür, bireyin benliğini bulmak için çıktığı içsel ve dışsal yolculuğu temsil eder. Kahraman genellikle sıradan biri olarak başlar, bir krizle yüzleşir, dönüşür ve bilgeliğe ulaşır. Özellikleri:
- Tehlikeye atılma ve sınanma süreci yaşar.
- Topluma tehdit oluşturan güçlere karşı mücadele eder. Çoğu zaman bir şeyden (canavardan, karanlıktan, düşmandan, cehaletten) toplumu kurtarmakla görevlidir. [10]
- İçsel yolculuğa çıkar, ölümle yüzleşir ve dönüşümsel bilgiyle döner. Bireysel dönüşümün sembolüdür.
- Kahraman, gölge ile yüzleşip bilinçdışını bilinçle bütünleştirir.
Kahraman arketipi, egonun kolektif bilinç dışı ile savaşını temsil eder. Kahraman, kişinin psikolojik bütünlüğe ulaşma çabasındaki mücadele metaforudur. Jung şöyle der:
Kahramanın asıl başarısı, karanlığın canavarını yenmektir: Bu, bilincin bilinçdışına karşı uzun zamandır umulan ve beklenen zaferidir.[11]
Resul/nebî, bu iki arketipin kesişiminde yer alır: O hem içsel bilgiye sahip bilge hem de toplumla yüzleşen kahramandır.
Kaynakça
[1] The New Shorter Oxford English Dictionary, Preface to the sixth edition, (Oxford University Press, 2007).
[2] World Religions: From Ancient History to the Present, ed. Geoffrey Parrinder, (Chicago: Facts on File Publications, 1984), s. 515.
[3] Colin Renfrew & Paul Bahn, Arkeoloji: Anahtar Kavramlar, 4. Baskı, (İstanbul, İletişim Yayınları, 2021), s. 234-338.
[4] Bkz. Bülent Şahin Erdeğer, Kur’an’ın Elçisi Hz. Muhammed, (İstanbul: Düşün Yayınları, 2017), s. 106.
[5] Erdinç Doğru, “Dilbilim ve Kur’an Çerçevesinde Bir Anlam Analizi: Resul ve Nebi Kavramları”, Islamic University of Europa Journal of Islamic Research (2011), Cilt 4, Sayı 2, s. 5-14. Halk arasında geleneksel olarak yaygın olan “kitap verilmiş peygamberlere Resul, kitap verilmemiş küçük peygamberlere de Nebi denir” görüşünün Kur’an’dan herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır. Aksine Kur’ân’da Kitap verilmemiş nebilere de Resul denmektedir. Şeriat getirmedikleri halde Kur’an Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb (a) gibi nebilere de Resul demektedir (Bakınız: Ar’af 7/61, 67 Şuara 26/125, 143, 162, 178; Şems 91/13)
[6] İki kavram arasındaki işlevsel farklar üzerine detaylı çalışmalar için bkz. Muhammed Şehrur, Es-Sunnetu’r Resûliyye ve Es-Sunnetu’n Nebeviyye: Ru’yetun Cedide (Resullük Sünneti ve Nebilik Sünneti: Yeni Bir Bakış) (Beyrut: Daru’s Saki [Dar al Saqi], 2012), s. 112-113; Zeki Bayraktar, Kur’ân ve Sünnet Ama Hangi Sünnet?, 4. Baskı (İstanbul: Süleymaniye Vakfı Yay., 2020).
[7] Michael Tomasello, İnsan Ahlakının Doğal Tarihi, çev. Aylin Onacak, 2. Baskı (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020), s. 64-65.
[8] Carl Gustav Jung, Aion: Researches into the Phenomenology of the Self, CW 9(ii), 1959, s. 33-45.
[9] Carl Gustav Jung, The Archetypes and the Collective Unconscious, CW Vol. 9, Part 1, s. 305-327 ve Psychology and Alchemy, CW Vol. 12.
[10] Carl Gustav Jung, The Archetypes and the Collective Unconscious, CW 9(i), 1968, s. 283-313.
[11] Carl Gustav Jung, a.g.e, s. 284.