27 Nisan 2025 tarihinde Cemile Sultan Korusu’nda gerçekleştirilen “Dinde Ahlak, Vicdan ve Adalet” başlıklı çalıştay, Vicdan, Ahlak ve Adalet temaları etrafında tasarlanan Süreç Analizi serisinin ilk oturumunu teşkil etmiştir. Chatham House kurallarına uygun biçimde yürütülen bu yarı- kapalı toplantıya ilahiyatçılar, farklı düşüncelerden kanaat önderleri ve liberal-seküler çevrelerden katılımcıların dâhil olduğu yaklaşık 25 kişilik bir grup iştirak etmiştir.
Çalıştayın ana konuşmacısı olan Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün, İslam kelam geleneğinde ahlak, vicdan ve adalet kavramlarının nasıl anlamlandırıldığına ve bu anlamların tarihsel süreçte geçirdiği dönüşümlere odaklanmıştır. Tartışmalar, Kur’an ve Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu evrensel ahlak, vicdan ve adalet ilkelerinin tarihsel bağlamda iktidar pratikleriyle nasıl ilişkilendiğini ve bu ilişkilenme biçiminin söz konusu mefhumlar üzerindeki etkilerini irdelemiştir.
TOPLANTIYA İLİŞKİN NOTLAR
Ahlak ve Adaletin Fıtri Boyutu
Adalet, vicdan herhangi bir öğreten olmadan insanın bilgisine doğuştan sahip olduğu fıtrî kavramlardır. Fıtri yahut sezgisel olarak adlandırdığımız kavram setleri aynı zamanda metafizik kavramlardır. Hem fıtri/sezgisel oluşu hem de metafizikselliği ahlakî değerlerin evrensel oluşunun da temelini oluşturur. Ahlak, iyi ya da kötü kavramları etrafında kendini örgütler. Ahlakın fıtrî/insan doğasına kodlu oluşu, iyinin ve kötünün bilgisinin insan tarafından bilindiğini dolayısıyla ‘doğal ahlak’a kaynaklık eden bir bilginin meşruiyetini kabul eder. Bu bilgiyle donatılı olan insan aklı da “Allah’ın yeryüzündeki terazisi” olarak tanımlanır. Bu tanımı hem Gazalî’nin Mişkâtu’l-envâr’ında hem de Ebu Bekir Zekeriyyâ er-Râzî’nin et-Tıbbur’ruhânî’sinde görürüz. Ama bir gerçekle karşı karşıyalız: İyinin ve kötünün bilgisine sahip olmak, yaşadığımız dünyayı daha iyi, insanları da daha mutlu yapmamaktadır. Neden? Bütün Orta Çağ’a damgasını vuran, insan eylemlerine bilginin mi iradenin mi kaynaklık ettiği tartışmasıdır aslında bu. Akıl bilmekle, irade yapmakla ilgilidir. Doğru olarak bildiklerimize irademizle hayat vermediğimizde karşımıza ‘kötü’ olarak resmettiğimiz bir dünya gelip dikilmektedir. Belki burada Dijon akademisinin açtı sınava Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev adlı eseriyle katılan ve insanlığın ilim, kültür ve sanat namına biriktirdiği bunca bilginin onu daha kamil ve mutlu bir insan yapmadığını tez olarak öne süren J.J. Rousseau’yu da hatırlamak gerekir.
Metafizik Tartışmaların Üstünü Örttüğü Gerçekler
İyi ve kötünün kaynağına ilişkin tartışmanın İslam düşünce geleneğindeki iz düşümünü sürdüğümüzde, en bildik üç düşünce ekolüne karakterini veren üç ayrı kavramla karşılaşırız. Mutezile’de adalet; Eş’arilerde kudret ve Mâtürîdî’lerde hikmet.
Mu’tezile’ye göre adaletin tecellisi için Allah’ın insan dahil varlık için en iyi olanı yaratması zorunluluktur. Bu zorunluluk güneş denilince akla zorunlu olarak ısı ve ışığın gelmesindeki gibi bir zorunluluktur. Allah kavramının içeriğinde var olan bir zorunluluktur; dışarıdan gerektirilen bir zorunluluk değil.
Eş’arî mezhebi Allah’ın kudretini öne çıkarmış, bu kudrete vurgu yaparken insanın özgürlüğünü gölgelemiştir. İnsan aleyhine böyle bir çözümlemede mezhebin kurucusu Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin kişisel tarihinin etkisi olduğu bilinmektedir. 40 yaşına kadar Mutezile mezhebinin bir mensubu olan Eşârî, siyasetin Mutezile’nin aleyhine döndüğünü fark edince, bir gece rüyasında Peygamber’in o mezhebi terk etmesini kendinden istediğini söyleyerek Mutezile’den ayrılır ve Hanbelilere katılır. Ayrıldığı Mutezile’ye aidiyet suçlamasıyla karşılaşmamak için de sert söylemler geliştirir. Allah’ın hikmetinden sual olunamaz kudretine Eş’ariliğin yaptığı vurgu, siyaset felsefesine de yansımış.
Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak tanımlanan halife veya sultanın sorgulanamazlığına geçiş yapan bir güçlü egemenlik teorisinin kurulmasına götürmüştür.
Mâtürîdîlk hikmet kavramını odağına koymuş ve şeffaf, anlaşılabilir ve açıklanabilir bir sistem fikrini içselleştirmiştir. Maturidîlik, merkezi yönetimin zayıf olduğu küçük beylikler döneminde sivilleşen bir ortamda güç kazanmıştır. Bu yapıda, toplumsal ilişkiler yakın ve gönüllü katılıma dayandığından dinî talepler de baskıdan uzak olarak içselleştirilmiştir. Oysa imparatorluğun doğasında kolektif hizaya getirme anlayışı vardı; bu da dinî normların devlet eliyle dayatılmasını beraberinde getirebiliyordu. Prof. Düzgün’ün de vurguladığı gibi, “Benim en büyük endişem dinin taleplerinin devlet tarafından gerçekleştirilmesinin faşizmi, otoriterliği besleyeceğidir. Ben bunu İran’da görüyorum.” Nitekim “devlet marifetiyle uygulanan tesettür kavramı mecburi uygulandığında en ufak fırsatta insanlar bundan vazgeçerler,” bu yüzden Mâtürîdî kelâm okulunun yaklaşımı, hem bireyin fıtrî iradesini hem de toplumsal adalet ve esnekliği koruyacak şekilde dengelenmiştir.
Kur’ân’da Cezaî ve Ahlaki Adalet
Adalet ve vicdan gibi kavramlar kutsal kitaplarda evrim geçirerek farklı biçimlerde ortaya çıkar. Tevrat’ta adalet çoğunlukla “göze göz, dişe diş” ilkesine dayandırılırken, Kur’ân’da cezai adalet ve ahlaki adalet arasında bilinçli bir ayrım yapılır. Kur’ân, bir kötülüğe denk bir kötülükle karşılık vermek yerine affı ve merhameti öne çıkararak adaleti onarmayı amaçlar; böylece yargıya gitmeden önce af yolunu tavsiye eder ve karşılığını Allah katında bulmayı öğütler. Nisa Suresi 58. ayette bu yaklaşım “Emanetleri ehline verin” emriyle somutlaşır; işi ehline vermek, toplumsal adaletin temel koşuludur. Arapça’daki emir kalıbıyla farzlar üstü bir farz niteliğinde ifade edilen bu ayet, devlet yöneticilerinin ve bireylerin adaleti titizlikle uygulamasının zorunlu olduğunu vurgular. Harvard Hukuk Fakültesi’nin girişinde yer alan “Ey iman edenler, şahitliği Allah rızası için, akrabalarınız aleyhine bile adaleti titizlikle ayakta tutun” ayeti ise Kur’ân’ın evrensel adalet öğretisinin pratik yansımasını gösterir. Sonuç olarak Kur’ân’da adalet, cezai ve ahlaki boyutlarıyla affı ve merhameti merkeze alarak insanları daha yüksek bir adalet seviyesine taşımayı hedefleyen dinamik bir model sunar.
Ümmet, Kimlik ve Birey
Bugün “Ümmet” kavramı, çoğunlukla inanç temelli bir aidiyet biçimi olarak yorumlanmakta ve modern kimlik söylemlerine dâhil edilmektedir. Oysa erken dönem Arapça vesikalarda “ümmet” terimi, esasen siyasi bir birlik oluşturmayı hedefleyen bir çerçeve sunuyordu. Hz. Muhammed’in Medine’yi çevresini oluşturan bütün unsurlarla yaptığı sözleşmede yer alan “Yahudiler de sizden, sizin gibi ümmettir” ifadesi, bu siyasal topluluğun sadece Müslümanları değil farklı inanç mensuplarını da kapsadığını göstermektedir. Bedir Savaşı’nda müşrik ve Yahudi askerlerin Peygamber’in saflarında yer alması, ümmetin dini aidiyetten öte bir siyasi dayanışma olarak anlaşılması gerektiğine işaret eder. Bu tarihsel gerçek, günümüzdeki inanç temelli kimlik algısının ötesine geçerek adalet ve vicdan temelli bireysel sorumluluk yaklaşımlarını yeniden düşünmemiz gerektiğini ortaya koyar.
Akademik Ortam ve Kurumsal Geri Bildirim
Türkiye’de 100 civarındaki İlahiyat Fakültesinin, görünürde geniş bir akademik altyapı sunmakta ancak ne yazık ki bu sayı avantajı, nitelikli çalışmalar ve günümüz inanç sorunlarına dair somut çözümler üretecek birikime dönüşememektedir. Bunun temelinde yatan “oto sansür”, hem bilim insanlarının hem de öğrencilerin özgürce soru sormasını, eleştirel fikir geliştirmesini engelleyen içsel bir engeldir.
Oto sansür, üç ana biçimde tezahür eder:
- Siyasi ve İdeolojik Endişeler: İlahiyatçılar, iktidarla doğrudan ilişkilendirilen veya muhalif yorumlar içeren araştırmalardan kaçınır; çünkü tarihsel olarak “dinin devlet politikalarına alet edilmesi” örnekleri (zorunlu tesettür uygulamaları gibi) otoriter faşizm kaygısı yaratmıştır.
- Toplumsal Yargılanma Endişesi: Akademik ortamda, klasik yorumların dışına çıkan veya feminist, seküler ya da farklı mezhepleri eşit tartışma masasına getiren çalışmalara karşı “irticacılıkla” suçlanma korkusu vardır. Bu kaygı, sorunların köküne inebilecek araştırma konularının gündeme gelmesini
- Kurumsal Hayatta Kalma Stratejisi: Fakülte yönetimleri ve doçentlik kriterleri, genellikle “güvenli” yani geleneksel çizgiyi aşmayan projeleri destekler. Akademisyenler, yayınlarını onaylatmak ve kadro elde etmek için mevcut sınırlar içinde kalarak kendilerini güvene alırlar.
Sonuç olarak, sonuçlar sebeplerin içinde saklıdır. Kâtip Çelebi’nin de içinde bulunan Divan’da Sultan’ın sorduğu “Atalarımın hazinesi dolu iken, benim hazinem neden boş?” sorusu günümüz ilahiyat çevreleri için de geçerlidir: Zengin metin ve geleneğe rağmen entelektüel kuraklık, sebep– sonuç ilişkilerini özgürce tartışamayan zihnin patolojisinden kaynaklanmaktadır. Bu oto sansürü aşmadan, medeniyetlerin inşa sürecine katkı sunacak azınlık düşünürler yetiştirmek ve toplumun vicdani-kültürel dönüşümünü sağlamak mümkün görünmemektedir.
“Çoklukta Güzellik” ve Birlikte Yaşama
Din normatif bir yapı olarak, inanan için mutlak tek doğruyu temsil eder ve bu mutlaklık, tek başına ele alındığında başkalarıyla uzlaşıyı zorlaştırabilir. Ancak ulemanın “Teklikte felaket, çoklukta güzellik vardır” sözü, farklı inanç ve kültürlerin bir arada var olmasının nasıl bir zenginlik kaynağına dönüşebileceğini özetler. Gerçekten de insanlar, farklı din ve geleneklerden gelen komşularıyla şehirde bir arada yaşadıklarında, her birinin eksikliklerini tamamlayarak ortak bir paydada buluşurlar. Bu süreç, yalnızca hoşgörüyü değil, dayanışmayı ve karşılıklı öğrenmeyi de besler. Sonuç olarak “çoklukta güzellik” ilkesi, adalet ve vicdanın yalnızca bireysel değil toplumsal boyutta da ancak çoğulculuk ve birlikte yücelme anlayışıyla var olabileceğini gösterir.
Günümüzde “İslam” hem bir kimlik siyasetinin hem de bir hakikat arayışının sahası haline gelmiştir. Kimlik İslamı, öncelikle “biz–ötekiler” ayrımına dayanır; farklı kimlikler, aidiyetlerine sahip çıkma uğruna birbirleriyle rekabet eder ve çoğu zaman çatışır. Bu yaklaşımda din, siyasi bir simgeye indirgenerek grup çıkarlarının savunulmasına hizmet eder.
Buna karşılık Hakikat İslamı, İslam’ın evrensel mesajını ve bireysel içsel dönüşümü merkeze alır. Bu perspektifte dinî metinler, toplumsal statü veya iktidar hesaplarından bağımsız olarak insanın vicdani sorumluluğunu ve erdemli yaşamı öğreten kaynaklar olarak okunur. Hakikat peşinde koşanlar, “Ben de bu hakikatten yararlanayım” diyerek diğer inanç ve düşünce sahipleriyle bilgi ve deneyim paylaşımına açıktır.
Kimlik İslamı’nın kutuplaştırıcı etkisi yerel yapılarda da gözlemlenebilir: Mahalle bazlı aidiyetler, ahlak ve adalet konusunda farklı standartlar geliştirdiğinde, grup içi dayanışma güçlenirken grup dışı “öteki” ile empati kurmak zorlaşır. Oysa hakikat İslamı, bu bölünmeleri aşmak için ortak vicdanî değerler ve evrensel ilkeler üzerinde buluşmayı öne çıkarır. Böylece “çoklukta güzellik” ilkesi doğrultusunda birbirimizin eksikliklerini tamamlama imkânı doğar.
Hakikat arayışı, bireyin fıtrî iradesini ve aklın eleştirel işlevini önceler; bu sayede herkes, dinî metinleri sadece kimlik savunusu için değil, ahlakî ve adaletle ilgili sorunlara çözüm üretme perspektifiyle yorumlamaya yönelir. Bu yaklaşım, kurumların tek tip dayatmalarından ve otoriter uygulamalardan uzak durup, toplumsal adaletin temel taşı olarak bireysel vicdanı ve sorumluluğu güçlendirir.
Konuklarımızdan Farklı Bir Yorum
Son beş yılda Türkiye’de dinî ritüel ile gündelik pratiğin arasındaki uçurum giderek derinleşmiş; eskiden “Dinde Ahlâk, Vicdan ve Adalet” gibi kapsamlı sunumları heyecan ve iştiyakla dinlerken, bugün bu kavramların yaşamın pratik dinamikleri içinde karşılık bulamadığı görülüyor. Diyanet’in çıkardığı açıklamalı Kur’ân meallerinin yalnızca %2 oranındaki bir grup tarafından okunması; metni anlama ve içsel ışık arama yerine, ritüelin biçimsel bir pratiğe indirgenmiş olduğunu; dolayısıyla entelektüel tartışmanın felsefi bir yolculuğa dönüşemediğini ortaya koyuyor. Öte yandan, etik kaygıların maddi karşılık bulmadığında rüşvet, istismar ve rant gibi örneklerle yerlerini ahlaksızlığa bıraktığı bir düzende, “bir insan neden ahlâklı olsun?” sorusu soruluyor; zira 57 Müslüman ülkenin dünya nüfusunun dörtte birini oluşturmasına rağmen dünya üretiminin yalnızca %10’una katkı yapması, ahlâk ile ekonomik üretkenlik arasındaki bağın zayıflığını gösteriyor.
Bu durumun kökeninde, Türkiye’nin Batı’da feodaliteden sanayileşmeye uzanan evrimsel geçişi yaşayamayışı; Osmanlı’nın müzakereci toprak düzeni ve proleter–burjuva dinamiğinin eksik kalışı yer alıyor. Sanayileşme ve hukuk-devlet normları güçlenmeden, ahlâk ve vicdanî normlar toplumsal zemine nüfuz edemiyor; tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, sosyal yapı değiştiğinde vicdan sınırları da esneklikten uzaklaşıyor. Sonuç olarak, “din böyle demiyor” savunusu yeterli olmuyor: okuryazarlığın artırılması, ekonomik ve mesleki imkânların genişletilmesi ve toplumsal dönüşüm odaklı reformlar hayata geçirilmeden, ahlâk yalnızca akademik bir söylem olarak kalmaya ve vicdanlar maddi ranta yenik düşmeye devam edecektir.
BUNDAN SONRAYA İLİŞKİN SONUÇ
Ekopolitik Düşünce Merkezi, 11 Ocak 2025 tarihinde düzenlediği “Ayrışmadan Uzlaşmaya: Demokrasiyi Yaşatmak ve Güçlendirmek” başlıklı sempozyumla 2006–2012 yılları arasında benimsediği muhafazakâr çatı ve ortak aidiyet yaklaşımını yeniden kamuoyuna tanıttı. Bu sempozyum, Ekopolitik’in geçmişte farklı toplumsal kesimleri bir araya getirme iddiasının güncellenmiş bir ifadesi oldu. Eylül 2024’te yeniden yapılandırılan merkez, post-modern çağın ve Türkiye’nin toplumsal gerçekliklerinin dayattığı ihtiyaçlara uygun biçimde üç temel odak alan belirledi: kimlik, muhafazakârlığın dönüşümü ve hukuk. Bu üç alan, ülkemizdeki toplumsal ve siyasal sorunların doğru anlaşılması ve dönüştürülmesi açısından vazgeçilmez fikri zeminler olarak değerlendiriliyor. Günlük politika dışında kalmaya özen göstererek bu üç eksende ulusal ve uluslararası yazılar, röportajlar, çeviriler yayımlamakta; eğitim programları ve YouTube içerikleri üretmektedir.
27 Nisan 2025 tarihinde gerçekleştirilen toplantı boyunca katılımcılar, sunulan içerikleri soru ve yorumlarla zenginleştirerek ortak düşünsel zeminin inşasına katkı sundular. Yönetim Kurulu karar verirse eğer bu toplantının devamı olarak yaz aylarında devam edecek olan serinin ikinci ayağı “Kolektif Bilinçte Ahlak ve Vicdan” teması etrafında bilişsel çelişkiler, ahlaki esneklik ve rasyonelleştirme stratejileri gibi alt başlıklarla bu süreç analizi derinleştirilecektir. Son aşama olarak “Hukuk’ta Vicdan ve Ahlak” başlıklı çalıştay, adli yıl açılışıyla eş zamanlı yapılarak ve etik/cezai adalet ile merhamet kavramlarının kurumlar ve saha verileri ışığında ele alınarak süreç analizinin son ayağı olarak planlanmaktadır.