Modern dönem tarihinin ilk küresel savaşı olarak nitelendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak içinde bulunduğumuz Ortadoğu ve Balkanlar haritasını tamamen değiştirmekle kalmadı, bilhassa Kıta Avrupa’sındaki dengeleri kökünden sarsarak, sadece yirmi yıl sonra gerçekleşecek İkinci Dünya Savaşı’nın da zeminini hazırladı.
Savaşı neyin tetiklediği konusunda çok büyük bir kafa karışıklığı yok; Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın Bosna-Hersek’in Saraybosna kentine yaptığı ziyarette Sırp milliyetçi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi savaşı tetikleyen ana dinamik oldu. Avusturya-Macaristan İmparatoru Franz Joseph I. tarafından silahlı kuvvetlerin denetiminden sorumlu müfettiş olarak görevlendirilen Ferdinand, 27 Haziran 1914’te imparatorluğun Bosna’daki birliklerini denetlemek üzere bu ülkeye gitmiş, bir gün sonra da suikasta uğramıştı.
Ancak daha büyük resme bakınca, hem Bosna hem de imparatorluk içindeki Slav azınlıkların milliyetçi eğilimleri, Viyana’daki Habsburg monarşisini sarsmaktaydı. Rus Çarlığı’nın bu ayrılıkçı Slav milliyetçiliklerini desteklemesi de makro dengeleri zorlamaktaydı. Benzer bir gergin durum, dönemin bir başka hantallaşmış imparatorluğu olan Osmanlı Devleti için de geçerliydi. Ancak savaş Balkanlar’daki bu olayla tetiklendi ve Avrupa’da zaten gergin durumdaki büyük devletler arasında mevcut çatışmacı eğilimleri iyice içinden çıkılmaz hale getirdi.
Durkheim & E. Denis anlatısı ve savaşın başındaki gerilime Fransız tezleriyle bakmak
Dönemin Sorbonne Üniversitesi’nde görev yapan iki önemli Fransız profesörü, modern sosyolojinin kurucu isimlerinden Emile Durkheim (1858-1917) ve tarihçi Ernest Denis (1849-1921), 1915 yılında kaleme aldıkları ortak bir çalışmada,[i] savaşa neden olan ana dinamikleri inceleyerek Almanları asıl sorumlu olarak işaret ediyor. Kaleme alındıktan 110 yıl sonra, geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilen çalışma temelde iki bölümden oluşuyor.
Durkheim ve Denis tarafından birlikte kaleme alınan ilk bölüm, diplomatik kaynaklara odaklanarak, kronoloji ve resmi açıklamaları inceleyerek “savaşı kim başlattı?” sorusuna bir yanıt aramaya çalışıyor. Durkheim’ın müstakil olarak kaleme aldığı ikinci bölümse, “Alman zihniyetini” mercek altına alarak, bu ulusun savaşkan ve saldırgan doğasını açıklamaya ve ilk bölümdeki somut olay örgüsünün toplumsal psikolojideki yansımalarını ve toplumsal zihniyetten kaynaklanan motivasyon unsurlarını anla(t)maya girişiyor.
İlk bölümdeki ana hatlar; Saraybosna’daki suikastın hemen ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun verdiği ağır ültimatom ve Sırbistan’ın bu tehdide yanıtı, sonrasında meydana çıkan kırılmalar ve Viyana’nın Sırbistan’a savaş ilanı, tırmanan ilişkilerin ardından Avusturya’nın müttefiki Almanya’nın (Sırbistan’ın hamisi) Rusya’ya verdiği ültimatom ve nihayetinde Berlin’in hem Fransa hem de Rusya’ya savaş ilan etmesi olarak öne çıkıyor. 1914 yazındaki hercümercin başlangıcı olan 23 Temmuz ile 1 Ağustos arasındaki sadece birkaç kritik güne odaklanan bu inceleme, daha ziyade öncelik-sonralık ve sebep-sonuç ilişkileri içinde bu büyük soruya yanıt arıyor.
28 Haziran’da Saraybosna’daki kritik suikastın ardından, Viyana’daki ilk tepkiler büyük bir öfkeyi yansıtmasına rağmen, Habsburg yetkililerinin ilk açıklamaları bir büyük savaşa işaret etmiyordu. Durkheim ve Denis bu ilk tepkileri vurgulayarak, Avusturyalıların Almanlarla görüşmeleri ilerledikçe Sırbistan’a verilen ültimatomun tonunun da safha safha ağırlaştığını ve kabul edilemez niteliğe ulaştığını savunur. Müzakere etmesine dahi izin verilmeyen taleplerle kamuoyu önünde açıkça özür dilemek zorunda bırakılan Sırbistan derinden aşağılanmış, yabancı yetkililerin adli soruşturma safahatı ve iç işlerine karışmasına izin vermek zorunda bırakılmış, Avusturya’nın kendi vasalı gibi davrandığı alçaltıcı bir muameleye layık görülmüştü (s. 17-19).
Savaşın başlangıcıyla ilgili olarak Durkheim ve Denis, Almanya’nın bu tür bir büyük cepheleşmeye zaten hazır olduğunu ve yıllardır “bu fırsatı” beklediğini, Avusturya’nın vereceği ültimatomdan Sırbistan’dan bile önce haberdar olduğunu ve bunu onayladığını, ancak Almanya-Avusturya arasındaki güçlü bir ittifakın tereddütsüz şekilde ilanının Rusya’yı Sırbistan lehine somut bir adım atmaktan uzak tutacağını hesap ettiğini savunur. Bilahare tüm tezlerini de bu son husus üzerine bina ederler ve zaman içinde Avusturya kendi tonunu düşürmek isterken dahi Almanya’nın adeta “gaz pedalından ayağını hiç çekmediğini” ve bu büyük cepheleşmeyi gerekirse Avusturya’yı da peşinde sürüklemek pahasına kendi inisiyatifiyle yürüttüğünü öne sürerler.
Yazarların Almanya-Avusturya ikilisine yönelttiği bir diğer itham, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın sorumlu davranıp gerginliği düşürmeye çalışmalarına mukabil, Almanların asla geri adım atmak istemeyen tavizsiz tutumlarıdır (s. 25-28). Bilhassa Sırpların büyük umutlar beslediği Rus Çarı II. Nikola’nın Avusturya’nın ültimatomundan dört gün sonra, 27 Temmuz’da kendisine Sırp tarafından yapılan yardım çağrıya acil sağduyu ve itidal söylemiyle mukabele etmesinin altının çizilmesi, Almanların savaş çığırtkanlığı yapmasına karşılık Rusların savaşı istemeyen taraf olarak kodlanmasını sağlamaya yöneliktir. Londra ve Paris’in devreye girerek Almanları tansiyonu düşürmeye çağırmasına yapılan vurgu da bu meyanda değerlendirilmelidir.
Durkheim ve Denis’in, Petersburg’daki Fransız sefiri Maurice Paléologue’un savaş dönemi senaryolarını incelerken kaleme aldığı şu ifadenin altını çizmeleri, aslında metne yansıyan genel havayı ve kendi kişisel perspektiflerindeki Alman muarızlığını da özetler niteliktedir. “En rahatsız edici olanı da Almanya’nın, kendisi için en elverişli olması gerektiğini düşündüğü ve önceden planlanmış koşullarda, Fransa ve Rusya’ya karşı sahaya inebilmek için Avusturya’yı Sırbistan’a karşı saldırmaya teşvik etmiş olabileceğidir” (s. 39). Yazarlar Almanların bu tutumunu, 29 Temmuz’da Britanya ve Rusya tarafından ortaklaşa önerilen bir barış reçetesinin Almanlar tarafından bir kez daha reddedilmesi realitesiyle yeniden örneklendirir. Kaldı ki bu öneri Avusturya tarafından kabul edilebilir bulunmasına rağmen, Almanlar tarafından doğrudan reddedilmiş ve ardından Berlin seferberlik hazırlıklarına girişmişti.
Ancak Doğu Avrupa ve Balkanlardaki Slav ulusların onlarca yıldır Rusların yardım ve desteğiyle ayaklanmasının yanında, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarıyla ilişkilerinin kötüleşmesinde Rus desteğinin hayati rolü bu tek açıklamayla adeta aklanır veya görmezden gelinir. Almanya’nın Sırbistan’ı sıkıştırmaya çalışırken, Rusların “topraklarını genişletme” suçlamasıyla bunu temellendirmesi de bu karşılıklı tırmanmanın sahadaki yansımasıdır. Ağustos ayı başında Alman imparatoruyla Rus çarının doğrudan muhaberesindeki sert atışma ve karşılıklı askeri seferberlik adımları da her iki tarafta da buna yol açan güvensizlik olgusunu açıkça gösterir. Dolayısıyla Avusturya-Sırbistan arasındaki sorunun, birkaç gün içinde Rusya-Almanya sorununa dönüşmesi ve bu ölçek büyümesi olgusu, savaşa giden asıl yolu açmış görünür. Berlin, Avusturya-Rusya arasındaki çekişmenin bir dörtlü konferansta büyük güçler arasında ele alınmasını da reddettiği için Fransız perspektifinden kesin suçlu görünür. Müteakip her türlü çözüm ve görüşme önerilerini de sürekli reddettiği için Almanya’nın kabahati katlanmaktadır bu bakış açısına göre.
1 Ağustos günü, Almanya ile Rusya arasındaki karşılıklı restleşmeler açısından en kritik tarihtir. Durkheim & Denis, Almanların bu saatlerde bir yandan seferberlik hazırlığına ciddiyetle girişmişken, Ruslara da onur kırıcı bir ültimatom vererek, öğle saatlerine kadar Alman taleplerine boyun eğmesini istediğini kaydeder. Ruslar bu alçaltıcı talebe olumsuz yanıt verince de artık bu noktada bir daha geri dönüş olamayacak, ortalık savaş alanına dönecekti. Sınır komşusu oldukları için Almanları tahrik etmekten dikkatle kaçınan Fransa ise Almanlar 5 Ağustos’ta Belçika’yı sıkıştırmaya başlayınca, sıranın kendisine geleceğini öngördü; sınır hattındaki karşılıklı hareketlenmelerin ardından 10 Ağustos’ta beklenen adımı atarak Berlin’e savaş açtığını bildirdi.
Lakin Almanlar bir sonraki adımla büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı; Belçika’yı işgal edince Britanya’nın kendisine savaş açacağını ve cepheye yürüyeceğini öngörmemişti Berlin. Açıktır ki Almanlar, Fransa ve Rusya’yı “kendi dişine göre” görmekte, ama dönemin süpergüç benzeri en güçlü ülkesi Britanya’dan önemli ölçüde çekinmektedir. Böylece Avrupalı büyük devletler arasındaki güç mücadelesi ve didişme, önce kıtayı ateşe verecek, ardından bu ateş hızla dünyanın diğer bölgelerine de yayılacaktır.
Alman zihniyeti kaçınılmaz olarak savaşçı mıdır?
Kitabın diplomatik sürece dair ayrıntılı bir kronoloji ve tahlil içeren ilk bölümünün ardından, Durkheim tarafından münhasıran kaleme alınan “Alman Zihniyeti ve Savaş” bölümü ayrıca ilgi çekicidir. Zira meşhur Fransız sosyolog bu bölümde değişik bir metotla Almanların “savaştan zevk alan ve savaşa susamış” bir millet olduğunu ispata girişir. Elbette bu girişim, ilk bölümde sanık sandalyesine oturtulan Almanların, bu büyük savaşı tek başlarına adeta zorladıklarını ve başka bir yol bırakmayarak tüm kıtayı savaşa sürüklediklerini izah eden incelemenin mütemmim cüzü gibidir; biraz da zorlama bir toplumsal psikoloji denemesi mahiyetindedir.
Bu bölümde Durkheim, kendisinden beklenmeyecek derecede bilimsel metotsuzluk örneği ortaya koyar ve objektiflikten, bilimsel yöntemden uzak şekilde Alman ulusunu toptan mahkûm etmeye girişir. Hâlbuki böylesi kritik bir konuda bunu yaparken yüzlerce örneği inceleyip, bunların teori-pratik arasında nedensellik bağlarını gösterip ispat ederek, genelleştirilebilir sonuçlara varmasını beklemek okuyucuya saygının da gereğidir. Ancak bunu yapmaz Durkheim, seçmece bir yazarı ve eseri önüne alarak, onun sözlerinden ve Alman devletinin uygulamalarından hareketle bir toplumsal psikoloji okuması yapmaya girişir.
Seçtiği yazar ise esasen önemli ve sembolik bir isimdir; fikirleriyle 19. yüzyılda Alman birliğinin sağlanmasında etkili olmuş milliyetçi tarihçi ve ideolog Heinrich von Treitschke (1834-1896). Durkheim, sanık sandalyesine oturttuğu Treitschke’yi şu sözlerle resmeder: “Bismarck’ın yakın dostu, II. Wilhelm’in büyük hayranlık duyduğu, emperyalist politikanın ilk ve en ateşli havarilerinden biri… Düşünce tarzı bireysel değil, bir ekole ait olduğu için bizi ilgilendirmektedir… Almanların savaş döneminde hemen her gün yaptığı her şeyi öngörmüş, daha da ötesi, bunu Almanya’ya bir görev olarak yüklemiştir” (s. 78-79).
Durkheim’ın doğrudan Treitschke’nin kendi eserlerindeki ifadelerine atıf yaparak ispatlamaya çalıştığı ve Alman devletinin ve toplumunun genel dokusunu yansıttığını iddia ettiği karakteristik özellikler şu şekilde özetlenebilir:
-Uluslararası antlaşmalar devleti bağlamaz, devlet kutsaldır ve güçlenince bu antlaşmalarda kendisini bağlayan prangalardan kurtulmalıdır
-Savaş asil bir şeydir ve siyasi bir idealizmi yansıtır, ordu ve askeri güç de bu açıdan kutsaldır; barış ise zayıfların ve konformizmin başvurduğu bir şeydir
-Ahlak bir devlet için sadece araç olabilir, böyle bir amaç olamaz, zira devletin yegâne görevi güçlü olmaktır; devlet sözkonusuysa keşişler gibi erdemden bahsedilemez
-Yalnızca güçlü devletlerin yaşamaya ve ayakta kalmaya hakkı vardır, “küçük ve tarafsız” devletlerin kendi başlarına ve müstakil şekilde var olma hakkı yoktur, büyük devletlerin küçükleri kendi hâkimiyeti altına alma “hakları” vardır
-Devletten ayrı ve onun kontrolü dışında bir sivil toplum olamaz, devlet kendi tebaasından birlik ve düzen talep eder, vatandaşların görevi de açık şekilde devlete itaattir
-İdeal devlet adamı hırslı ve işbitirici olmalıdır, çünkü kişi mutluluğu ancak sonuçta bulur, siyaset sanatı demir gibi bir karakter gerektirir; bir devlet adamının görevi hem yurttaşlarına hem de yabancı devletlere hükmetmek, onlara hâkim olmak ve hepsini baskı altında tutmaktır
Durkheim sayfalar boyunca Treitschke’den mülhem argümanlarla Alman ulusu ve devletinin savaşkan tabiatını resmeder ve 1914 yazına gelindiğinde Almanların neden –ilk bölümde anlattığı şekilde- bütün bir kıtayı savaşa adeta sürüklediğini izah etmeye girişir. Durkheim’a göre Belçika’nın tarafsızlığının da uluslararası hukukta savaş suçlarını tanımlayan ilk resmî sözleşmelerden 1899 ve 1907 tarihli Lahey Sözleşmelerinin de doğrudan saldırı altında olması tabiidir, zira “Alman zihniyeti” nedeniyle küçük devletlerin bekası açık bir tehdit altındadır. Bu insanlık dışı zihniyet, hem savaşları sistematik şekilde yıkıcı kılmakta hem de bizzat kendi vatandaşlarının haklarını dahi reddetmektedir.
Ve meşhur Fransız sosyolog Durkheim; Alman zihniyetini en iyi yansıttığını düşündüğü Treitschke, Bernhardi ve diğer pan-Germen teorisyenlerden alıntılar yaptığı tüm bu satırların en sonunda, yumruğunu masaya vurur ve tarih önünde hükmünü açıkça verir: “Alman zihniyetinin marazi karakteri nedeniyle, Almanya’nın fetih ve ilhak tutkusu bundandır… Açıkça bir sosyal patoloji vakasıyla karşı karşıyayız” (s. 113-117).
***
Alman ulusunun bir tür “emperyal geç kalmışlık” refleksiyle ve Britanya-Fransa-Rusya gibi ülkelerin oluşturduğu 19. yüzyıl büyük güçler sahnesinin kendisine haksızlık yaptığı iddiasıyla hareket ettiği, bunu yaparken daha önce eleştirdiği tüm emperyalist davranışları bizzat kendi eliyle sahneye koyduğu vakıadır. Büyük Savaş’a gidilen yolda bu reflekslerin ve paylaşım kavgalarının rol oynadığı da keza açıktır. Ancak tüm suçu Almanya’nın sırtına yükleyen, bu suretle İngiliz ve Fransız devletlerini/milletlerini (ve Rusları) aklayan bir yaklaşımın da fazlasıyla tarafgir ve nesnellikten uzak olduğu izahtan varestedir.
Nitekim Durkheim’ın Almanlara yönelik bu şeytanlaştırıcı diskuru dönemin Avrupa’sında geniş ölçekte paylaşılacak, savaşta yenilen Almanlara tam bir diz çöktürmeyle sonuçlanacak; Durkheim’ın 1917’de öldüğü için göremeyeceği Versailles Antlaşması’yla Haziran 1919’da Almanlar her şeyin tek suçlusu ilan edilecek ve bir daha belini doğrultamayacağı şekilde ezilecektir. Ancak tarihin hükmü farklı olacak, Almanların 1920-30’larda Versailles düzenine başkaldırısının sembolü haline gelecek milliyetçi söylemler Hitler gibi bir liderin etrafında kenetlenen, Treitschke’nin öngördüğünün dahi çok ilerisinde bir savaşçı toplum ve devlet yaratacaktır.
Sonuçta da ilkinden daha büyük ve kanlı bir ikinci büyük savaş, Versailles’ten sadece yirmi yıl sonra bütün dünyayı bir kez daha kasıp kavuracaktır.
Kaynakça
[i] Emile Durkheim ve Ernest Denis, Savaşı Kim Başlattı? Diplomatik Kaynaklar Işığında Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri, (trc. Yahya Yeşilyurt), İstanbul: Mordan Kitap, 2025