Filistin’de devam eden soykırımı durduramıyoruz. Sadece Filistin’de değil dünyanın başka pek çok yerinde de savaşlar ve çatışmalar devam ediyor. Bunları da sonlandıramıyoruz. Mevzu bununla sınırlı değil elbette. Dünyada çok ciddi adaletsizlikler var. Şiddetin bin bir türlü haline şahit oluyoruz. Haksız yere hapsedilenler, işkence edilenler, öldürülenler ilk akla gelenler olabilir ama bu direkt şiddet dışında bir de dolaylı şiddete maruz kalanlar var. Yoksulluğa mahkûm edilenler, sömürülenler, köleleştirilenler… Bu mağduriyetleri yaratan ‘yapısal şiddet’ de çok yıkıcı bir şiddet türü. Bunlar dışında iklim değişikliğinin kötüleştirdiği afetler ve yıkımlar sonucu yaşam alanlarını kaybeden insanlar, hayvanlar, canlılar ve doğa… Tüm bunları düşündüğümüzde ortada çok karanlık bir tablo var.
Her geçen gün kötüleşen gidişata baktığımızda tünelin ucunda bir ışık göremiyoruz. Bir avuç şanslı azınlığı ve faili ayrı tutarsak milyarlarca insan bu düzenin içinde savrulup duruyoruz. Daha kötüsü olmaz dediğimiz her şey oluyor ve dibi gördüğümüzü düşündüğümüz her anda onun bir dip olmadığının hayal kırıklığıyla baş başa kalıyoruz. Peki, bu dipsiz kuyudan nasıl çıkacağız? Çok karamsar bir başlangıç yaptığımın farkındayım. Amacım acıyı katlamak ve umutsuzluğu büyütmek değil. Umutsuz hissetmek çok insani ve hepimiz bunu fazlasıyla deneyimliyoruz. Benim merak ettiğim şey bu dipsiz kuyudan bir çıkış yolu olup olmadığı. Yani “Dünya böyleymiş” deyip adaletsizliği kabul mu edeceğiz, yoksa bunu değiştirmenin yollarını mı arayacağız? Cevabı bildiğimden değil ama bu soruları sormanın ve cevaplar üzerine düşünmenin değerli olduğunu düşünüyorum.
Bahsedilen sorunların çözümünde akla ilk gelen siyaset oluyor elbette. Özellikle de demokrasinin var olduğu ülkelerde çözümün siyaset kanalıyla olmasını beklememiz çok doğal. Ancak uzun süredir tartışılan ‘temsili demokrasi krizi’ siyasetten umudu kesmemize sebep oluyor. Temsili demokrasiyi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Devlet yönetiminin halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla gerçekleştirildiği, toplumu ilgilendiren siyasi kararların halk adına bu temsilciler aracılığıyla alındığı sistem. Doğrudan demokrasinin nüfus ve başka sebeplerle uygulanması neredeyse imkânsız hale geldiği için mevcut tüm demokrasiler aslında temsili demokrasi niteliğinde. Ancak burada temsili demokrasi krizi olarak tanımlanan ciddi bir sorun ortaya çıkıyor. Halkın kendini temsil etmek için seçtiği parlamenterler gerçekten de bu işlevi yerine getiriyor mu? Türkiye’de de başka ülkelerde de bu temsil işlevinin yerine getirildiğini söylemek güç. Elbette her ülkenin durumu aynı değil, bazı ülkelerde temsilciler seçmenlerin isteklerine daha duyarlı olabiliyorken, pek çok ülkede temsil edilenle temsilciler arasındaki bağ neredeyse kopma durumuna gelmiş. Demokrasiden anlaşılan 4-5 yılda bir gidip oy vermek ve seçilen temsilcilerin halkın sorunlarına çözüm bulacağını ummak. Genelde bunun aksi olduğu için de insanların siyasetçilere güveni oldukça az ve siyasete karşı artan bir ilgisizlik gözlemleniyor. Bazı grupların siyasetten ve karar alma süreçlerinden dışlandığını da eklersek karşımıza dört başı mamur bir temsili demokrasi krizi çıkıyor.
Birkaç örnek bu krizin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Örneğin, Filistin mevzusunda Türkiye’de bir oylama yapılsa parti ayırt etmeksizin insanların ezici çoğunluğunun İsrail’e çok ciddi yaptırımlar uygulanmasını isteyeceğini söyleyebiliriz. Ticari ilişkilerin kesilmesini de kapsayan pek çok yaptırım uygulanabilir. Ama realite tam tersi. Aljazeera’nın haberine göre İsrail’e en çok ihracat yapan ülkeler arasında Çin, ABD, Almanya ve İtalya’dan sonra 5. sıradayız.[1] Aslında sadece Türkiye için değil, benzer bir durumu diğer devletler için de söyleyebiliriz. Özgür basının olduğu bir senaryoda Filistin’de yaşanan katliamların farkında olan hiçbir insanın kendi devletinin İsrail’e destek vermesini kabul edeceğini sanmıyorum. Kaldı ki geleneksel medyanın tüm çarpıtma ve sansürüne karşı pek çok devlette yüzbinlerce insanın katıldığı Filistin’e destek protestoları gerçekleşiyor. Ancak pek çok örnekte bu protestoların karar alıcılar tarafından dikkate alınmadığını görüyoruz. Peki, temsilci temsil ettiğinin istek ve taleplerini önemsemeden kendi çıkarlarına göre hareket ediyorsa burada artık hakiki bir temsilden söz edebilir miyiz?
Filistin gibi artık küreselleşmiş ve kemikleşmiş sorunlar dışındaki mevzularda da durum farklı değil. Geçenlerde şöyle bir haber çıktı: “Koç Holding’in bu yılın ilk 6 ayındaki vergi oranı sadece yüzde 1.3 iken, aynı holdingde çalışan bir işçi gelirinin yüzde 15.2’sini vergi olarak ödedi. Bu, işçinin holdingden tam 11.7 kat daha fazla vergi yükü taşıdığı anlamına geliyor.”[2] Partisinden bağımsız olarak ortalama bir vatandaşa sorsak bu durumu adil bulabilir mi sizce? Ekonomik krizin yükünü sadece dar gelirlilerin ve çalışanların çekmesini, patronların ise bu yükten muaf tutulmasını kimsenin haklı bulabileceğini düşünmüyorum. Türkiye’deki vergi uygulamalarının gelişmiş ülke standartlarından hayli uzak olduğunu biliyoruz. Kişilerin gelirlerine bakılmaksızın toplanan dolaylı vergilerin doğrudan vergilerin neredeyse iki katı olması oldukça adaletsiz. KDV gibi dolaylı vergileri herkes eşit ödüyor. Yani bebek bezi alan milyarder de asgari ücretli de aynı miktarda vergi ödüyor. Oysa doğrudan vergiler kişilerin gelirlerine göre belirlendiği için çoktan çok, azdan az alınıyor en basit anlatımıyla. Dolayısıyla, refah ülkelerinde doğrudan vergiler toplam vergi gelirinin neredeyse 3’te ikisini oluşturuyor. Bizde ise durum tam tersi. Devlet bu vergileri toplamıyor. Toplayamıyor demiyorum, çünkü devletin toplama kapasitesinin olmadığını düşünmüyorum. Ki sadece büyük holdinglerden değil, kuyumcu ya da berber gibi esnaftan da toplamıyor. Beyaz yakalıdan, kamu görevlilerinden, asgari ücretlilerden toplamak daha kolayına geliyor sanırım. Bu durumdan çıkar sağlayanlar dışında hiç kimsenin bunu adil bulacağını sanmıyorum. Ancak bu durumu değiştiremiyoruz. Çünkü temsilcilerimiz için bizim bu adaletsizliklerin bedelini ödüyor olmamızın bir anlamı yok.
Yıllar önce okuduğum ‘Duygu Ötesi Toplum’ isimli bir kitapta bugünün insanlarının adaletsizlikler karşısında ellerinden bir şey gelmeyeceğine inandırıldıklarını anlatan bir kısım vardı. Eskiden insanların kabul etmeyeceği, kitlesel eylemlere sebep olacak olayların bugün benzer bir etkiye sebep olmadığı, çünkü insanların bu adaletsiz düzeni değiştiremeyeceklerine inandıkları anlatılıyordu. Gerçekten de böyle mi? Dünyadaki savaşlar, adaletsizlikler ve eşitsizlikler karşısında elimiz kolumuz bağlı bir şekilde oturmak zorunda mıyız? Mesela, Filistin’de açlığa mahkûm edilen çocukları kurtarmak için yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? En basitinden yaşadığımız ülkede daha adil bir düzen kurmak ve insanca yaşayabilmek için elimizden hiçbir şey gelmiyor mu gerçekten? Ulusal, bölgesel ve küresel boyuttaki karar alıcıları harekete geçirmek ve daha adil bir düzen kurulmasını sağlamak için neler yapmalıyız? Bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Zaten tek bir kişinin cevap vereceği sorular da değil. Ancak oturup bu adaletsiz düzenin kaçınılmaz bir kader olduğunu düşünmektense çözüm yolları aramanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bu dünyada yaşayan milyarlarca insanın ve Türkiye’deki milyonlarca insanın bu kadar etkisiz olduğuna inanmak istemiyorum. Umarım bir an önce Filistin’deki zulme son vermekten başlayarak daha adaletli bir dünya ve Türkiye inşa etmenin yollarını buluruz.
Kaynakça
[1] https://www.aljazeera.com/news/2025/5/22/which-countries-trade-the-most-with-israel-and-what-do-they-buy-and-sell#:~:text=Israel%20bought%20%2491.5bn%20worth,and%20Germany%20with%20%245.6bn.
[2] https://www.evrensel.net/haber/564507/evrenselin-manseti-iscinin-vergisi-kocun-12-kati#:~:text=Vehbi%20Ko%C3%A7%20bug%C3%BCn%20bakkal%20olsayd%C4%B1,vergi%20y%C3%BCk%C3%BC%20ta%C5%9F%C4%B1d%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20anlam%C4%B1na%20geliyor.