BM’nin yolculuğu: İmparatorluktan Barış İdealine ve Nihayet Hükümsüz Kalmaya

ABD Başkanı Donald Trump, 23 Eylül 2025 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, o alışıldık tavırları ve sivri üslubuyla BM’ye yönelik şu eleştirilerde bulundu: “BM’nin muazzam bir potansiyeli var. Ama yaptıkları tek şey, çok sert ifadelerle bir mektup yazmak ve sonra bu mektubu takip etmemek. Bunlar boş sözlerdir ve boş sözler savaşı çözmez. Savaşları ve çatışmaları çözmenin tek yolu harekettir.”

BM’ye getirdiği eleştirilerde tümüyle haksız değil ABD Başkanı. Ancak Trump, bu konuşmasında BM’nin işlevsiz hale gelmesinde ve savaşları gerçekten önleyebilecek bir mekanizma kuramamasında ülkesi ABD’nin onyıllardır izlediği politikaların bir rolünün bulunup olmadığına, Güvenlik Konseyi üyesi olarak veto gücünü kullanma pratiklerine getirilen eleştirilere ve bizzat kendisinin bu uluslararası mekanizmaları tıkayan rolüneyse hiç değinmedi.

Zira BM’nin şüphesiz, üye ülkelerden, bilhassa ABD başta olmak üzere Güvenlik Konseyi üyesi büyük ülkelerin iradesinden bağımsız bir hareket kabiliyeti yok, tarihinde de hiç olmadı. Zaten BM’nin öncülü Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) de bu yüzden işlevsiz kalıp, I. Dünya Savaşı’ndan sonra adil bir uluslararası sistem kurulmasına hizmet edememiş, II. Dünya Savaşı’nı engelleyememiş ve nihayetinde ortadan kalkmıştı.

Örneğin Gazze’de iki senedir süren tek taraflı saldırıları ve soykırımı bitirebilmek için atılması gereken adımları, Filistinlilerin devlet ilanını ve sınırları belli bir politik varlığa kavuşmasını sağlamak için onyıllardır yapılan tüm girişimleri, BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto gücüyle tek başına engelleyen ABD liderliği. Üstelik bunu konseydeki diğer dört daimi ülkenin uzlaşısı ve Genel Kurul’daki çok büyük çoğunluğun iradesine rağmen ve adeta müstehzi bir tarzda yapıyor Washington. Nitekim 18 Ekim 2023’ten beri Gazze’de ateşkes çağrısında bulunan 6 ayrı Güvenlik Konseyi kararını tek başına veto eden ABD, son olarak 18 Eylül 2025’te, 14-1 lehte oy alan bir tasarıyı veto ederek soykırımın devam etmesini sağladı.

Peki BM, günümüzde içine düştüğü aciziyet bir yana, ne için ve hangi şartlarda kurulmuştu? 1940’ların dünyasında hangi sorunlara çözüm bulabileceği öngörülmüş ve nasıl bir ideolojik/fikri yönelimle tesis edilmişti? BM’nin her zamankinden daha fazla tartışıldığı bu Gazze soykırımı günlerinde bu sorulara, Mark Mazower’ın “Büyülü Saray Yok: İmparatorluğun Sonu ve Birleşmiş Milletler’in İdeolojik Kökenleri[1] kitabında ele aldığı temel hususlardan hareketle bir çerçeve çizmeye çalışacağım.

Baba tarafından Rus Yahudisi bir aileye mensup olan Prof. Mazower’in büyükbabası, Çarlık döneminde Bolşevik faaliyetleri nedeniyle hapse atılmış ve 1924’te İngiltere’ye yerleşmiş bir devrimci. Bu tür aile arkaplanları özellikle ilgimi çekiyor, zira gıptayla okuduğum ve perspektif katan bu tür araştırma eserlerini yazabilmek için biraz da kozmopolit ve sınırlar-ötesi bir kültürel geçmişten gelmenin yazara ciddi bir zenginlik ve avantaj sağladığını düşünüyorum. Oxford mezunu (1981) olan Prof. Mazower hâlihazırda New York’taki Columbia Üniversitesi’nde tarih hocası. Türkçeye çevrilmiş çok sayıda kaydadeğer çalışmasıyla [Başta oldukça iyi 20. yüzyıl anlatıları olarak dikkat çeken Karanlık Kıta, Hitler İmparatorluğu ve Selanik olmak üzere] aslında Türk okurunun da tanıdığı bir isim, ancak BM üzerine kaleme aldığı bu çalışma, Türkiye’de nedense hak ettiği ilgiyi tam göremedi.

BM’nin ideolojik temelleri: İmparatorluktan uluslararası platforma

Mazower, BM’ye ilişkin bu değerli kitapta, Birleşmiş Milletler’in 1945’te “mucizevi” şekilde ortaya çıkmadığını; aksine Milletler Cemiyeti mirası, imparatorluk düşünceleri ve eski sömürgelerin anti-emperyal taleplerinin karmaşık ve çatışmalı bir bileşimi olarak doğduğunu savunur. Nitekim BM, kuruluşundan itibaren hem evrensel normlara hem de imparatorluk pratiklerine dayanıyordu; bu çelişki kurumun yapısal sınırlarını baştan belirledi. Zira Britanya, savaştan ciddi bir politik ve ekonomik yıkımla çıkmış, eski imparatorluk ve süpergüç pratiklerini artık sürdüremeyeceği ortaya çıkmıştı.

Milletler Cemiyeti’ni sembolize eden gevşek uluslararası işbirliği mekanizmasının sürdürülebilirliğini yitirdiği bu konjonktürde Britanya’daki politik elitler, hem imparatorluk sayesinde edindikleri avantajları yitirmemek hem de bunu en az maliyetli şartlarda yapabilmek için yeni bir sistem kurgusuna girişti. Bu çerçevede Londra’daki siyasetçilerin 1940’lardaki öncelikleri şöyle özetlenebilir: Daha önceki 1,5 asırda yapageldikleri üzere, sistemin hâkim doğasını belirlemek, savaş ve barış kararlarının merkezinde yer almak, dominyon/sömürge ve manda idarelerinde denetimi kaybetmemek.

Ancak bunları yaparken eskisi kadar geniş mali imkânlara sahip olmadıkları için, bu yeni sistemin öncülüğünü daha taze ve yükselmekte olan, sömürgecilik geçmişi olmayan bir yeni süpergücün liderlik edeceği bir yapıya devretmek; ancak perde arkasındaki akıl olmayı elden bırakmamak ve önceki yapıda olduğu gibi, BM’de de en kritik karar ve yönlendirici mevkiini kaybetmemek. İngilizler, ABD’de Roosevelt etrafındaki yeni kuşak siyasetçi ve siyaset bilimciler arasında buldukları destekle, bu yeni sürecin ABD öncülüğünde yönetilmesini ve küresel liderliğin Londra’nın eski sömürgesi olan bir başka Anglo-Sakson güçte kalmasını temin edebildi.

Smuts vs Zimmern: İmparatorlukçu pratikler mi, liberal evrenselcilik mi?

İngilizlerin bu stratejisinde en önemli aktörler kuşkusuz Başbakan Churchill ve kabinesi oldu, ancak Mazower kitabında siyasi tarih anlatısından ziyade fikirlerin politik tarihi patikasını izlediği için düşünsel planda iki önemli ismi ön plana çıkarır. Bunların ilki, Güney Afrikalı beyaz devlet adamı ve eski imparatorluk mareşali Jan Smuts oldu; Güney Afrika’daki beyaz azınlığın siyahlar üzerinde onyıllarca süren baskı ve tahakküm döneminde, Londra’nın tam desteğini arkasına almış ve 1920’lerden 1940’ların sonuna kadar tam bir “beyaz” sömürgecilik yapmıştı. İronik bir şekilde, imparatorluğun uluslararası arenada bayrağı ABD’ye devredeceği anda, 1919 Paris Barış Konferansı’nda ve önceki Milletler Cemiyeti’nin kuruluş döneminde de aktif görev almış bu general uluslararası sahneyi hazırlamak vazifesine soyunmuştu. Yılların ırkçı ve ayrımcı askeri, bu sefer uluslararası hukuk vurgusuyla kamuoyunu yeni kurulacak milletlerin işbirliği mekanizmasına hazırlamak görevini üzerine almıştı.

Smuts, BM’yi evrensel bir barış kurumu olarak görse de, aslında imparatorluk düzenini modernleştiren bir mekanizma olarak kurguluyordu. Milletler Cemiyeti’nde oynadığı rolü BM’ye de taşıdı: “Medeniyet misyonu”, “geri halkların” vesayet altına alınması, beyaz üstünlüğü gibi kavramlar Smuts’un “uygarlaştırıcı” vizyonunun içindeydi. Smuts’un tasavvurunda BM, sömürge halklarının kendi kaderini tayin hakkını değil, büyük güçlerin rehberliğinde kademeli ilerlemelerini meşrulaştırmaya yarayacak bir araçtan fazlası değildi. Mazower’a göre Smuts’un etkisi, BM’nin kuruluş belgelerine sinen hiyerarşik ve paternalist bakış açısında yansımaktadır. Günümüzde Trump’ın BM’ye bakışını en fazla Smuts’un “büyük güçler kontrolündeki zayıf örgüt” vizyonuyla örtüşür görüyorum ki bu bile 80 yılın ardından acı bir “geriye dönüş” maalesef.

Mazower’in merkezî bir konum verdiği diğer isim ise İngiliz akademisyen ve liberal uluslararasıcı düşünür Alfred Zimmern. BM’yi uluslararasıcılık ve hukuk temelinde ortak değerler ve normlar üzerine kurulu bir sistem olarak tasavvur eden Zimmern, teorisyen olarak geliştirdiği düşüncelerini ABD’ye yerleştikten sonra BM ölçeğine de taşıdı ve özellikle uluslararası işbirliği, eğitim, kültür, azınlık hakları gibi konulara vurgu yaptı. Antik Yunan medeniyetine büyük hayranlık duyan Zimmern, the Greek Commonwealth tarzı ve Atina merkezli daha ziyade hayali kurgularını, Büyük Savaş sonrası uluslararası düzene uyarlamaya çalışsa da bu liberal “milletler topluluğu” tahayyülleri, bu sert ortamda Morgenthau gibi Realistlerin sert eleştirileri karşısında bir süre sonra zayıflamaya başladı.

1945’te kurulan BM, hem Smuts tarzı imparatorlukçu pratiklerin hem de Zimmern çizgisindeki liberal evrenselci normatif değerler yaklaşımının ikili gerilimini içinde barındırıyordu. BM’nin sonraki çizgisi ise Soğuk Savaş döneminde daha sert tartışmalara savrulacaktı. Zira Zimmern ve Smuts’un savunduğu şekilde, bu tür “evrensel uygarlık” tezlerinin ve evrenselcilik ile emperyal çıkarların yanyana var olmasını öne süren imparatorluk statükocusu yaklaşımların, yükselen milliyetçilik ve anti-emperyalist diskur karşısında şansı zayıftı.

Yahudiler, soykırım, Siyonizm ve BM’nin kuruluşuna etkileri

Avrupa’da 19. yüzyıl sonundan itibaren pogrom ve dışlayıcı pratiklerle yeniden yükselen Yahudi karşıtlığı ve buna tepki olarak gelişen Siyonizm, 1940’ların başındaki Holokost faciasıyla birleşince, uluslararası sahnede Yahudilere karşı önemli bir sempati ve destek tabanı yarattı. Mazower’in de kitabında müstakil bir bölüm ayırdığı bu realite, üç ayrı düşünür ve eylem adamının düşüncelerinde somutlaşır.

Polonyalı Yahudi hukukçu ve “soykırım” kavramsallaştırmasının da yaratıcı olarak görülen Raphael Lemkin, bilhassa devlet egemenliğini aşan evrensel insan hakları ve soykırımın önlenmesi için uluslararası hukuki mekanizmalar yaratma fikrinin öncülüğünü yaptı. BM içindeki soykırım sözleşmesi sürecinin de lokomotifi olan Lemkin, gelecekte muhtemel başka soykırım denemelerinin BM öncülüğünde önlenmesi fikrini kendine şiar edinmişti. Ancak o yıllarda devletlerin egemenlik kaygıları nedeniyle bu girişimleri sonuçsuz kaldı. Tarihin garip bir ironisi olarak bir Yahudi avukat tarafından teorize edilen ancak sonuç vermeyen, BM’nin soykırımları önleme misyonu, ondan 80 sene sonra bu sefer İsrail’in Filistinlilere yönelik soykırımını önlemekte yetersiz kalacaktı.

Siyonist lider ve revizyonist akımın kurucusu Vladimir (Ze’ev) Jabotinsky ise 1940’da ölmesine rağmen, BM’nin kurumsallaşması tartışmalarında etkili olan bir figür. Filistin’de Yahudi halkı için bağımsız bir devlet kurulmasının ateşli savunucusu olan Jabotinsky, bunu yaparken başta Britanya olmak üzere emperyal güçlerle pragmatik ilişkiler kurma eğilimindeydi. Nitekim 1917 Balfour Deklarasyonu’yla somutlaşan bu işbirliği, 1948 Mayıs’taki devlet ilanından sonra daha kurumsal zemine oturup günümüze kadar geldi. Jabotinsky’nin öncülüğünü yaptığı Siyonist talepler BM’de “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” meselesi merkezinde, sert ve devlet-odaklı bir çizgiyle Yahudi halkının uluslararası hukuk ve örgütler üzerinden değil, doğrudan siyasal egemenlik üzerinden güvence altına alınması gerektiği fikrini güçlendirdi.

Lemkin ve Jabotinsky ile birlikte BM’deki bu tartışmaları etkileyen bir başka Yahudi düşünür ise Joseph B. Schechtman oldu; özellikle uluslararası sitemin etnik azınlık sorunlarını ve mülteciler meselelerini çözmeye yetmediğini savunması ve kalıcı çözüm için çoğu zaman nüfus transferleri gibi radikal yöntemleri müdafaa etmesiyle dikkat çekti. Nitekim Türkiye-Yunanistan arasında Lozan Antlaşması sonrası yapılan mübadele uygulamasına benzer şekilde, Savaş sonrası mülteci krizleri ve Filistin meselesi gündeme geldiğinde Schechtman’ın argümanları, Batılı karar alıcıların zihinlerinde etkili oldu. Özellikle 1948 ve 1967 savaşlarından sonra yüzbinlerce Filistinli Arap’ın vatanlarından edilmesi uygulamalarında Schechtman’ın tezleri meşrulaştırıcı rol oynadı.

Nehru ve Britanya sömürgeciliğinin sonu

BM’nin oluşum sürecinde Avrupalılar dışındaki en kilit figürlerin başında ise, Hindistan bağımsızlık mücadelesinin önemli ismi Cevahirlal Nehru gelir; bilhassa Hindistan’daki sömürgeciliğin bitirilmesi ve BM’nin kuruluşundaki Britanya karşıtı tavrı bu yeni platformun şekillenmesinde önemli rol oynadı. Mazower’in, büyük etkisinden dolayı ayrı bir bölümde işlediği Nehru, BM’yi sömürge halklarının anti-emperyalist platformu olarak gören bir vizyonla hareket etti ki onun sayesinde BM sadece büyük güçlerin statükocu işbirliği kurumu olmaktan çıkarılarak, Aya ve Afrika halklarının sesini duyuracağı bir alan olarak (da) kurumsallaştı.

Nehru’nun varlığı ve sömürgecilik karşıtı güçlü retoriği, BM platformlarında demokratik tartışma kültürünün oluşumunda da, Avrupa-merkezli rahatsız edici üstenciliğin azalması ve oylamalarda Asya-Afrika bloklarının birlikte hareket etmesinde de etkili oldu. Özellikle 1946’da Britanya destekli beyaz Güney Afrika sömürgeciliğin Güneybatı Afrika’da bugün Namibya ve Botswana olan bölgeleri ilhak girişimlerinin engellenmesinde bu çizginin büyük rolü oldu. Keza BM’deki Britanya ve Fransa mandaların sona erdirildiği 1940’lı yıllardaki tartışmalarda da Nehru ve Hintlilerin öncülük ettiği tartışmalar büyük güçleri geri adım atmaya zorladı. Günümüzde Hindistan’ın savrulduğu aşırı milliyetçi ve Müslüman karşıtı çizginin, Gandhi-Nehru aksındaki dayanışmacı ve ant-emperyalist tarihsel gelenekten kopuşu, güncel haksızlıkların BM çizgisinde daha güçlü şekilde ifade edilmesini de önlemekte.

***

1940’larda Smuts, Zimmern, Lemkin, Jabotinsky, Schechtman, Nehru gibi uluslararası fikir ve siyaset adamlarının öncülük ettiği tartışmalar, BM içindeki farklı eğilimleri ve statükocu-değişimci blokları temsil etmekteydi. Nitekim yükselen milliyetçilik ve anti-emperyalist söylem sayesinde 1945’te BM kurulurken 51 olan üye sayısı, 1961’e gelindiğinde 104’e yükselirken, 1975’te 158’e çıktı (günümüzde bu sayı, Güney Sudan’ın katıldığı 2011 itibariyle 193 oldu). Soğuk Savaş sırasında BM, farklı kutuplar arasında bir tartışma forumuna dönüşse de 2000’lerle birlikte etkinliğini neredeyse tamamen yitirdi.

Yakın zamanda Ruanda, Bosna-Hersek, Darfur gibi aşikâr soykırımları önlemekte yetersiz kalan BM’nin önünde bugünkü en büyük imtihan ise Filistinlilerin onyıllardır yaşadığı ve iki senedir açık bir soykırıma dönüşen dram. Ancak 5’li Güvenlik Konseyi yapılanması 1945 şartlarındaki dondurulmuş haliyle örgütün önünü tıkamaya devam ettikçe, bu alanda da başka sorunlarda da BM’nin aktif ve önleyici bir mekanizma kurabilmesini beklemek pek gerçekçi görünmüyor.

Kaynakça

[1] Mark Mazower, “Büyülü Saray Yok: İmparatorluğun Sonu ve Birleşmiş Milletler’in İdeolojik Kökenleri, çev. Nilüfer İlkaya Elçioğlu, İstanbul: Alfa Kitap, 2013.

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Birinci Dünya Savaşı’nı Almanlar mı Başlattı? Durkheim’ın Penceresinden Bir...

Modern dönem tarihinin ilk küresel savaşı olarak nitelendirilebilecek Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkarak içinde bulunduğumuz Ortadoğu...

“Onbaşının Karısı” ya da İran’a İngiliz Gözlüğüyle Bakmak

Gerald Seymour (1941), Soğuk Savaş döneminde, 1960’larda gazetecilikle başlayan kariyerinde, zaman içinde önemli bir polisiye gerilim ve casusluk...

“Lozan Hezimet Mi Zafer Mi?” Tartışmalarına Alternatif Bir Bakış

Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat...

Filistin Meselesi’nin En Kritik Dönemi: 1948’de Kudüs’te Ne Oldu?

İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü...

Hakikat arayışçısı bir Iraklı-Yahudi entelektüel: Avi Shlaim ve Üç...

Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel...

Enver Paşa’nın Moskova Günleri: ABD’li Bir Gazetecinin Tanıklığı

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri...

Sultan Galiyev: 1917 Bolşevik Devrimi’nin Türk İkonu

1917 Bolşevik Devrimi, şüphesiz tarihin en büyük devrimleri arasında; hatta 1789 Fransız Devrimi’nin ardından en fazla sınır aşan...

“Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları”: Göz önünde ama görünmez dervişler

Tasavvuf, günümüzde çoğunlukla yanlış anlaşılan ve hemen herkesin kendi meşrebine göre kimi zaman hayranlıkla kim zaman kuşkuyla andığı,...

Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric...

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...