“Bu Ülke” Uğruna Feda Edilmiş Gözler: Cemil Meriç

Giriş   

Godfather ya da Hababam Sınıfı… Defalarca izlememize rağmen, denk geldikçe yine izleriz. Bazı filmler nasıl ki eskimez ve bildiğimiz halde yine sıkılmadan izleriz onları, Cemil Meriç’in Bu Ülke’si de böyledir. Okumaktan usanmayız. Okudukça yeni dehlizlere adım atarız.

Bir önceki yazımda, Cemil Meriç’in Bu Ülke’si ne ise Ali Fuad Başgil’in Demokrasi Yolunda’sı da odur demiştim. Bugün Cemil Meriç’i daha yakından tanımaya ve tanıtmaya çalışacağım.

Kıymetli bir dostum, edebiyat fakültesindeki bir hocasının Bu Ülke’yi 76 kez okuduğunu söylemişti. İlk duyduğumda anlam verememiştim. Bu Ülke’yi şimdi yeniden Ekopolitik için okudum ve hocaya hak verdim.

Bugün anladım ki, 10 yıl önce okuduğum bu eserin çok azını kavrayabilmişim. Başkalarının ne dediği ve ne düşündüğüyle yakından ilgilendiğimden, çok okuyup üzerinde az düşündüğüm zamanlardı. Bugün ise o zaman anlamadığım hususların, atıfta bulunulan vaka ve eserlerin ne anlama geldiğini ve neden o bağlamda verildiğini biraz daha iyi anladığımı zannediyorum.

Nasip olursa, 10 yıl sonra Bu Ülke’yi yeniden okuyacak ve bugün anladıklarımın da çok sınırlı düzeyde kaldığı sonucuna bir kez daha varacağımı tahmin ve ümit ediyorum.

Bugün sizlere, gözlerini “Bu Ülke” için feda eden bir adamın hikâyesini anlatacağım. Beden gözü kapanmasına rağmen, münevver ve mütefekkir gözünü ve azmini hiçbir zaman kaybetmeyen bir adamın hikâyesini…

Cemil Meriç’in Hayatından Notlar 

“Kronoloji, aptalların tarihidir” der Cemil Meriç. Öyle ya, biri hakkında malumat sahibi olmanın en iyi yolu, onu düşünceleriyle tanımaya ve anlamaya çalışmaktır. Nerede, ne zaman doğduğu ve öldüğü bize ne, kime ne? Ama yine de birazcık aptallığın kimseye zararı olmaz. Küçük çaplı bir kronolojik bilgiyle başlayalım.

Cemil Meriç, 1916’da Hatay’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da, Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanîsi’nde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı; ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı.

En yakın dostu kitaplardı. Bu dostluk biraz mecburiyetten, biraz da mahcubiyetten kaynaklıydı:

“Babam hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabancı dünyada âşinâsı olmayan hasta bir kadıncağız, silik, mızmız… Kasabanın çocukları hep korkunç. Bol bol dayak yiyor, hep hakarete uğruyorum. Şikâyet edeceğim kimse yok. Mektep bahçesinde çocuklar oynuyor… Ben yine yalnızım ve yabancıyım, yabancı yani düşman. Dilim başka ve gözlüklerim var… Kendimden utanıyorum… Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım…” (Bu Ülke, s. 24)

Çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen cebirden ikmale kalır Meriç; gözleri zayıftır ve sınıftaki tahtayı iyi göremez. Altı numara miyop olduğu anlaşılır.

“Hafızasında iz bırakan en eski yıllarda, sadece itildiğini, istenmediğini, dövüldüğünü hatırlıyor… Yabancıydı. Oynamadı, çocuk olmadı, içine ve kitaplara kapandı” (Jurnal, 1963). Ama kaderci değildir Meriç. Kadere inanır ancak şanssızlıklarını, hastalıklarını, başarısızlıklarını kadere bağlamaz:

“Yükselen bir medeniyet için kurşun işlemez bir zırh olan kader inancı, çöken bir toplum için yüklerin en ağırıdır. Yığını kavganın, yani hayatın dışına iten bu teslimiyetin kaynağı tevekkül değil, tereddidir. Ve… kaçıyorduk.”

Kavgadan kaçmaz Meriç. Bu mücadelede gözlerini kaybetse de sarıldığı kitaplar ona zırh olur: “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim” (Bu Ülke, s. 42).

Türk hükümeti, Hatay’ın idarî noktalarında Türklerin çalıştırılmasını Fransızlardan talep edince, Meriç de bir sınır kasabasında nahiye müdürlüğüne atanır. Ancak Fransızların Hatay’dan çekilmesiyle dünyası altüst olur; Hatay valiliğince görevine son verilir. Birkaç ay sonra da, Hatay hükümetini devirmek suçlamasıyla tutuklanır. Antakya’ya götürülür ve idam talebiyle yargılanır. Marksisttir; duruşmalarda bunu kabul edecek kadar dürüsttür. Aklanır; ama artık damgalanmıştır. Dostlarını kaybettiği gibi, devletle ilgili herhangi bir işte çalışma imkânı da kalmamıştır (Bu Ülke, s. 18).

Hatay’da artık ona ekmek yoktur. İstanbul, tek çaredir. Fakat İstanbul’un sanat ve edebiyat çevreleriyle bir türlü kaynaşamaz. Bu çevrelerin insanları İstanbul çocuğudur; o ise taşradan gelmiştir (Bu Ülke, s. 20).

1940’ta İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi görür. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor; Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”dur (Bu Ülke, s. 5).

Geçim sıkıntısıyla boğuşurken bol bol çeviri yapar. Dünya klasiklerini Türkçeye kazandırmak için gece gündüz çalışır. Bazı çeviri girişimleri hükümet onayı çıkmadığı için sonuçsuz kalır. Bin bir güçlük ve sıkıntıyla kurduğu kütüphane, Sahaflar Çarşısı’ndan kendi sırtında, öğrencilerinin sırtında taşınan ucuz ama paha biçilmez çuval çuval kitaptan oluşur—hemen hepsi Fransızcadır (Bu Ülke, s. 13).

Hayatı boyunca hep vermek için yaşar Meriç. Sadece kitaplardan geriye kalanları değil… Her şeyini veren, her şeyden vazgeçen bir adamdır o. Sırtındaki paltosuna kadar. İlim ve irfan yolunda gözlerinden vazgeçmiş bir adam için paltonun kıymeti harbiyesi nedir ki?

“Yıl 1942 ve tahta kapıyı yumruklayan eller, soğuk bir kış günü. Sırtında paltosu var mıydı hatırlamıyor. Belki bir dosta bir kadeh rakı ısmarlamak için satmıştı. Bütün hayatı vermekle geçti; bilgisini, zamanını, kalbini. Başkalarında yaşadı, başkaları için yaşadı. Kendisinin olmayan bir dâva yüzünden damgalandı ve uğrunda çarmıha gerildikleri onu taşladılar. Hayatı bir delinin yazdığı hikâye. O çakalların bile içmediği bir kaynak…” (Mektuplar, 1966)

1955’te gözlerindeki miyopinin artması sonucu tamamen görme yetisini kaybeder; fakat olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmez. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde ders verir (1963–1974). Çeşitli dergilerde yazıları yayımlanır. 1974’te emekli olur ve yılların birikimini art arda kitaplaştırmaya girişir. Balzac’tan Saint-Simon’a kadar çok değerli fikir adamlarının eserlerini çevirerek Türkçeye kazandırır.

Oğlu Mahmut Ali Meriç şu soruyu sorar: “Babam, Türk insanına, Türk düşüncesine verebileceğinin hepsini verebildi mi?” ve şöyle yanıtlar:

“Hem evet, hem hayır. Evet, çünkü 38 yaşından itibaren gözleri görmeyen bir insandır o. Okuması yazması mümkün değildir tek başına. Okunanları aklında tutması, ayıklaması, belli sentezlere varması, bunları yazdırması, yazdırdıklarından makaleler yapması, o makaleleri kitaplaştırması… nasıl güçlü bir hafızaya, nasıl kuvvetli bir iradeye, çalışma, öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mı? Bu şartlar altında yapabileceğinin azamisini yapmış bir insandır Cemil Meriç. Verebileceğinin hepsini tabii ki verememiştir; çünkü en değerli fikir arkadaşını, en algılayıcı uzvunu, gözlerini kaybetmiştir” (Bu Ülke – Önsöz, s.16).

Bu çileli hayat, 1984’te geçirdiği beyin kanaması ve ardından gelen felç ile daha da zorlaşır. Meriç, 13 Haziran 1987’de vefat eder ve Karacaahmet Mezarlığı’nda eşinin yanına defnedilir (Ada 8, no. 890).

Bir Aydının Kavgası: Bu Ülke

Bu kadar kronoloji yeterli diye düşünüyorum. Şimdi Cemil Meriç’i, Cemil Meriç yapan fikirlerine, üretim sancılarına, hayal kırıklıklarına ve tabiki başardıklarına odaklanacak; kısaca onu tüm muhtevasıyla mercek altına yatırmaya çalışacağım.

“Kimim ben? Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi” (Jurnal, 1974).

Oğlunun ifadesiyle: “Biraz ‘fraklı’, biraz ‘papyon kravatlı’, biraz ‘kasıntı’ bir insan var karşımızda; objektife gülümseyen, ebediyete gülümseyen, gülümseyen ya da somurtan” (Bu Ülke -önsöz-, s. 12).

Bu fraklı ve papyon kravatlı fikir işçisinin Bu Ülke’si için; muhtelif konulardan müteşekkil denemelerini derlediği ve bu nedenle de okuması ve takibi hem kolay hem de zor bir başyapıt desek, zannediyorum yanlış olmaz. Kolaydır; çünkü bütünlük kaygısı güdülmeden yazıldığı için, okur da bu kaygıyı duymaksızın okuyabilirse rahat eder.

Zordur; çünkü aynı konuya çok farklı başlıklarda ve metnin çeşitli yerlerinde yeniden ve tekrar tekrar rastlarsınız. Her karşılaşmanızda onlarca isim ve olaya atıf yapıldığını görürsünüz. Eğer atıf yapılan bu vaka ve şahıslar hakkında malumatınız yoksa (ki benim yok), ya hiçbir şey olmamış gibi okumaya devam eder ve metni kısmen anlayabilmeyi göze alırsınız ya da her defasında bahsi geçen kişi ve olaylar için metne ara verip küçük çaplı bir araştırma yapma ihtiyacı duyarsınız. Bu da, takdir edersiniz ki, oldukça meşakkatli bir yoldur. Ancak her şeye rağmen Bu Ülke, memleketin selameti üzerine düşünen beyinler açısından büyük bir ilham kaynağıdır.

Otuz sekiz yaşında gözlerini kaybeden bu adam, artık gerçek bir mütefekkirdir. Ona göre, gerçek bir mütefekkir bir zümrenin emir kulu değildir; gerçek entelektüel, bir devrin şuuru olmak zorundadır. Bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, tarafsız kalmalı, vuzuhu (açıklığı) fethetmeye çalışmalıdır (Bu Ülke, s. 21).

Meriç’in dili sivridir. Asla düşman olmak istemeyeceğiniz adamlardandır. Hakikate ulaşmak ve ulaştığı bu hakikati— o hakikat her ne ise—herkesle paylaşmak gibi bir derdi vardır. Bu hakikat, kendi benliğini ve varlığını inkâr etmeyi, cismaniyetini ve fikirlerini yerin dibine sokmayı gerektiriyorsa, bunu yapmaktan da çekinmez.

“Kendimizi tanımak, irfanın varabileceği en yüksek merhaledir” (Jurnal, 1983).

Kendini tanımanın yollarından birinin de otobiyografik roman yazmak olduğunu kabul eder ama şu şerhi de düşer:

“Fransızlarda ‘mezar taşları gibi yalan söylemek’ diye bir tekerleme var. Kendi hayat hikâyesini anlatmak da buna benzer. Önce hafızamızın aynasında sadık akisler aramak ve onları infiallerimizin, egoizmimizin eklediği çizgilerden ayırdetmek kabil mi? Belki otobiyografik bir roman kaleme almak caiz. Ama birkaç sayfada bütün bir ömrün muhasebesini yapmak hem tehlikeli hem abes. Her hâl tercümesi bir müdafaanâmedir” (Bu Ülke, s. 23).

Bu Ülke’de otobiyografik esintilere de rastlıyoruz. Ancak kişinin kendisini anlatırken gerçekleri eğip bükmesi, kendisinin avukatlığına soyunması, yani onun ifadesiyle “kendi müdafaanâmesi”ni yapma riskinin hep farkındadır Meriç. Ancak bu riske rağmen Meriç’in kendi avukatlığına soyunmasından ziyade, kendisine karşı bir müddeiumumi (savcı) edasıyla saldırıya geçtiğine tanıklık ediyoruz. Doğrudan onun ağzından bir örnek verelim:

“Putları kırılan göçmen çocuğu, yeni bir put bulmuştur: sosyalizm. Mahkemede Marksist olduğunu haykırdığı zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, ‘korktuğu için sustu’ dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanılmaz bir dünyada idi artık, cinsî buhran, ruhî buhran… en küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi. Eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı… Kitaplardan tanımıştı sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı, anlayabilir miydi? Sınıf kavgası yoktu Hatay’da, çünkü sınıf şuuru yoktu” (Bu Ülke, s. 38).

“Ne Marx’a geldiğim zaman Marx’ı tanıyordum, ne Türkçülüğüm bir araştırmanın mahsulüydü” (Jurnal, 1974).

Memlekette adamın(!) bol, ama o adamların ürettiklerini okuyup anlayabilecek olanlarınsa kıt olduğu bir dönemde, az buçuk merkep yalamış her genç gibi o da ideoloji sarkacında savrulup durmaktadır. Marksist olmadan önce ateizmi keşfetmiştir.

“On birinci sınıfta lise kütüphanesinden alıp okuduğum Madde ve Kuvvet, bir çeşit imtiyaz sağlıyordu bana, hayalî bir imtiyaz. Kendini çevresindekilerden üstün gören bir ukalâ. Çevresindekiler inanıp inanmadıklarını bilmiyorlar, o, inanmadığını biliyor artık, daha doğrusu öyle bir vehim içindedir. Avrupa ilminin cömertçe sunduğu bu fetvayla küstah ve mağrur. Buchner’i ne kadar anladı, anlayabilir miydi? Kestirmek güç…” (Bu Ülke, s. 38)

Yabancı Dil ve “Plaza Dili” Üzerine  

‘Tek dişi kalmış canavara’ düşman bu adam, bu canavarla mücadelenin yine onlar gibi olmaktan geçtiğini haykırır. Yabancı dil, onun gözünde “olsa iyi olur” değil, “olmazsa olmaz”dır:

“Ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar…” (Jurnal, 1964)

“1947 Haziran. Yedi aydır Hukuk Fakültesi’nde Fransızca okutuyorum. Talebe perişan. Dilini unutan bir nesil, yabancı dili nasıl sevsin? İçimde, misyonerlerin her aksiliğe meydan okuyan imanı, yarının insanlarına Batı düşüncesini, daha doğrusu düşünceyi tanıtmak ve tattırmak için çırpınıyorum. Kızılderililer arasında bir rahip. Yabancı dil, hocalar için de, talebeler için de arabanın beşinci tekerleği. Aylardır boşuna direniyorum” (Jurnal, 1978).

Yabancı dilin önemine sık sık değinen Meriç, kendi dilini iyi konuştuğu sürece bir aydının yabancı dil bilmesine gerek olmadığını da söyler. İlk bakışta çelişkili gibi görünen bu iki düşüncesi aslında oldukça tutarlıdır. Şöyle ifade ediyor Meriç:

“Bir aydın yabancı dil bilmese de olur, çok kitap okumasına da ihtiyaç yok. Yeter ki ana dilini gerçekten bilsin. Kelimeleri şecereleriyle tanısın. Asıl olanları âdilerinden ayırsın. Karanlık kelimeler vardır, arılar gibi vızıldayan kelimeler. Taşıdıkları hiçbir düşünce yoktur, kimse tarafından anlaşılmazlar. Ama yine de herkesin ağzındadırlar… Ciddi olarak okumak isteyen Yunan alfabesini öğrenmeli (Ruskin İngilizlere söylüyor bunu). Her dilden lügatlar bulunmalı kütüphanenizde. Okuduğunuz metinde hiçbir karanlık kelime kalmamalı.”

Buradan yola çıkarsak Meriç, kendi dilini iyi bilmenin yolunun kelimelerin kökenine, taşıdığı anlamlara ve diller arasında geçirdiği dönüşümlere hâkim olmaktan geçtiğini; bunun da diğer dillere, onların sözlüklerine, etimolojilerine ulaşarak mümkün olduğunu ifade eder. Aydın, dil bilmese de en azından bunun gayreti içerisinde olmalıdır.

Ancak bugün karşılaştığımız manzara, Meriç’in tasvir ettiğinden zannediyorum çok daha kötü. 21. yüzyılda artık “plaza dili” gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu dili sadece beyaz yakalı plaza işçileri değil, aydınlarımız da kanıksamış durumda. Bir sempozyumda, panelde, konferansta ya da açık oturum programında Türkçe karşılığı olmasına rağmen ısrarla kelimenin İngilizcesini kullanma ihtiyacı duyan münevverlerimizi anlamakta güçlük çekiyorum.

Meriç’in ‘’Ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar…” söylemini tersten okursak ; kendi dillerini bilmeyenler ve konuşurken araya yabancı kelimeler sıkıştıranlar aslında o yabancı dili de tam olarak bilmiyorlar. Onlar hakkında ; Türkiye’de Alamancı, Almanya’da ise Türk olan gurbetçiler gibi arada kalmıkları sonucunu çıkarabiliriz belki de. Belki de çıkaramayız. Belki de bu tersten okuma doğru bir okuma değil, bilemiyorum…

Bu mesele, ehemmiyetine binaen ayrı bir blog metni olmayı hak ediyor. Okurlarımdan ‘pozitif feedback’ alabilirsem eğer, bu konuyu ileriki yazılarımda daha detaylı ‘cover etmek’ isterim. (Bu son cümle sizi rahatsız etmediyse, ya da en azından kulaklarınızı tırmalamadıysa, tebrikler! CV’nizdeki yabancı dil hanesine, “plaza dili”ni de ekleyebilirsiniz.)

Devam edelim…

Yanlış Batılılaşma ve Kültürel Eziklik 

“Avrupa’yı ortaçağın kâbuslu gecesinden kurtaran mucizenin adı: yabancı dildir. Aydınlarımız, bu ‘medeniyet anahtarı’ndan mahrum kaldıkça inkılâplarımız… bir ucube olarak kalmağa mahkûmdur. Tercüme eserler, edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından—çok defa—kirli ve delik deşik kovalarla aktarılmış damlacıklardır… Ya Batılı olacağız yahut Batı kültürünün âzâd kabul etmez sömürgesi” (Yirminci Asır: Bir Kitabın Düşündürdükleri, 1953).

Ancak “Batılı olmak”, Meriç’e göre Batılılar gibi yaşamak, onlar gibi giyinmek ya da düşünmek değildir. Batılı olmak için Batı’nın kültürünü ve yaşam tarzını paket hâlinde almak gerekmez. Batılı olmak, doğduğun topraklara yüz çevirmek de değildir. Peki nedir Batı? Her şeyden önce Batı, coğrafî bir terim olmasa gerek. Öyle olsaydı Japonya, Güney Kore veya Avustralya Batılı ülke sayılır mıydı? Ya da Venezuela’ya Batı diyebilir miyiz?

O hâlde nedir Batı ve Batılılık? Batı; düşünmektir, şüphe etmektir, sorgulamaktır ve keşfetmektir.

“Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı… Avrupa’yı tanımamak gaflet; Avrupa’yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız?” (Mağaradakiler, s. 323)

Bu çemberden kurtulabilmek için aydınlara büyük görev düşmektedir. Aydın, önce kendisi aydınlanacak, sonra çevresini aydınlatacaktır. Münevver ve mütefekkirlere düşen görevleri, gelin, Meriç’in kaleminden okuyalım:

“Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan: ‘uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs’” (Kırk Ambar, s. 453).

“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silâh: kalem. Sözle, yazıyla kazanılmayacak savaş yok… Kalem sahiplerine düşen ilk vazife: telaş etmemek, öfkelenmemek, kin kışkırtıcısı olmamak. Halkı okumaya, düşünmeye, sevmeye alıştırmak. Bir kılıcın kazandığı zaferi, başka bir kılıç yok edebilir. Kalemle yapılan fetihler, tarihe mal olur, tarihe, yani ebediyete” (Kırk Ambar, s. 454).

“İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri, itibarları menşe’lerinden geliyor, hepsi de Avrupalı… Aydının görevi, karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kavganın içinde. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken, soğukkanlılığını nasıl koruyabilir?” (Bir Facianın Hikâyesi, 1981, s. 23)

Yarım Porsiyon Türk Aydınları[1]     

“Sakson köleleri boyunlarında bir tasma taşırlarmış: efendilerinin adı yazarmış bu tasmaya. Aydınlarımız da onlara benziyor; her biri bir şeyhin müridi. Ne garip tecelli: dünyanın en diyalektik kafası, diyalektiğe karşı kullanılan en müessir silâh oldu. Marksist ne demek? Marx, ne vahye mazhar bir peygamberdir, ne tecrübe dışı bilgilerle donanmış bir kâhin. Onu beşerilikten uzaklaştırmak, beşeriyete kazandırdığı birkaç büyük hakikate ihanet değil mi? Bence, diyalektiği zedeleyen başlıca handikap, kuyruk sokumuna iliştirilen materyalist sıfatı. Diyalektik, ‘değişen’e çevrilen bakış, tezatların ilmi… Diyalektik, şüphe. Diyalektik, daima tedirgin, daima uyanık bir şuur. Diyalektiğin her düşünce için kabul ettiği münakaşa hakkını kendisinden niçin esirgeyelim?” (Bu Ülke, s. 179–181)

Kölelerin tasmalarında ismi bulunan başefendilerden biri olan Montesquieu hakkında Meriç’in söylediklerine kulak verelim:

“Montesquieu, Doğu despotizminden söz eder. Düşünmez ki despotizmin âlâsı, perestişkârı olduğu İngiltere’de ve tebaası bulunduğu Fransa’dadır. Ne beyzadelerin dillere destan zulümlerini, ne isim hanesi açık tevkif emirnamelerini hatırlar. Bu şaşkın toprak ağasının hakkımızdaki türrehatı sadece gülünçtür…”

“ ‘Türkler dünyanın en çirkin insanları idi. Karıları da kendileri gibi kaknemdi. Rum dilberlerini görünce akılları başlarından gitti. Başladılar kız kaçırmaya. Zaten ezelden beri hayduttular’  v.s. ‘Türkler eşek olacak öbür dünyada. Yahudileri sırtlarında cehenneme taşıyacaklar. Bütün kavimlerin en cahili… Türkiye’de tebaanın servetine, hayatına, haysiyetine kimse aldırış etmez. Anlaşmazlıklar çabucak karara bağlanır. Şöyle ki: Paşa davacıları dinler, sonra falakaya yatırır herifleri, bir âlâ döver ve böylece dâvayı neticelendirir’ v.s. Bizi bu kadar tanır Montesquieu. Batı yazarlarında ciddiyet ve dürüstlük aramayacak kadar Batı irfanının âşinâsı olanlar için bu hükümlerin tek orijinal tarafı terbiyesizliktir. ‘Kanunların Ruhu’ müellifi, ülkesinin 1. François’dan beri çok sıkı münasebet halinde bulunduğu Osmanlı İmparatorluğunu bu kadar tanırsa, Hint’i, Çin’i, İran’ı ne kadar tanır? Ne garipdir ki bu hayalperest ve hayâsız yazarın Doğu’ya izafe ettiği despotizm birçok Batılı yazar tarafından münakaşasız benimsenir. Bizim köksüz ve ufuksuz aydınlarımız da tarihimizi karalamak için Montesquieu’nün coğrafî kaderciliğine sığınırlar” (Meric, Bu Ülke, 183).

Montesquieu’dan dört asır önce yaşamış İbn Haldun’un ‘coğrafya kaderdir’ düşüncesi Batı’da ne kadar bilinir? Bırakın Batı’yı, Doğu’da ne kadar bilinir? Bugün coğrafya ile ulusların gelişimi arasında kurulan ilişkinin Haldun’dan ziyade Montesquieu’ya atfediliyor olması, batı merkezli ezberlerin ne kadar kökleştiğini göstermekte. Batının hakikatine tok, bâtılına aç köksüz aydınlarımız da batı merkezli ezberlerin yerleşmesinde şüphesiz kendilerine düşen rolü iyi oynamışlardır. Meriç, bu sözde aydınların ideolojik saplantılar nedeniyle düşünce üretme kabiliyetlerini yitirdiğini ve daha acısı, bunların bataklıktan çıkacak ne niyetleri ne de mecalleri olduğunu şöyle ifade eder:

“Din problemi, şer problemi, Avrupalılaşma problemi… bizim de gevelediğimiz mefhumlar. Ama kimsenin bu problemler üzerinde kafa yorduğu yok. Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol, eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, mânâsını anlamadığı reçeteyi. Tek ortak duygu: düşmanlık. Diyalog yok. Tanzimat’tan beri hazır elbiseye meraklıyız, hazır elbiseye ve hazır medeniyete… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi kafamızla düşünmek ne kadar güç” (Mağaradakiler, s. 314).

“Bu ülke, 1789’dan beri su alan bir gemi… Fransız İhtilali yalnız Batı feodalitesinin değil, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı. Osmanlı bir başka medeniyetin varlığını o zaman fark eder. Henüz ne imanını kaybetmiştir, ne haysiyetini. Zirvelerden bakar diyâr-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh. Bu tanımadığı dünyanın kesif ve müselsel taarruzları karşısında kuvvetinden şüphe etmeye başlar. Hayret, yerini hayranlığa bırakır; hayranlık, teslimiyete” (Bu Ülke, s. 129).

“Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisini bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık olarak biraz ‘ihanet’ istiyorlardı sadece. Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu” (Bu Ülke, s. 131).

Tarihinden utananlara ve batılılaşmak (yanlış batılılaşmak) için iki asırdır mücadele veren Osmanlı ve Cumhuriyet aydınlarına, Avrupa’nın yüz vermediğini hatırlatıyor Meriç. “Sen Avrupalı değilsin, sen bir azgelişmişsin.”

“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeye başladı, ‘Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.’ Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına fısıldadılar: ‘Hayır delikanlı, sen bir azgelişmişsin.’ Ve Hristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir ‘nişan-ı zîşan’ gibi gururla benimsedi aydınlarımız” (Bu Ülke, s. 98).

Sözde aydınlardan bol bol örnek var Bu Ülke’de. Bunlardan biri de Abdullah Cevdet’tir:

“Zavallı Abdullah Cevdet. Fikir adamı (!) ‘Medeniyetler, yalnız yeni bir din hâlini alan sosyalizm ve komünizme değil, İslâmiyet’e karşı da savaş açmak zorundadırlar’ diyecek kadar ‘İslâmiyet muhibbi’; Lozan’da Türklere fazla mülayim davranan İtilaf Devletlerini kınayacak kadar da Türk dostudur! Ah bu intelijansiyamızın gafleti…” (Bu Ülke, s. 155)

“Avrupa, Tanzimat’tan beri aynı emelin kovalayıcısıdır: Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddesi yani İslâmiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Âliyye’yi Hristiyanlığa kazanmak, yani Devlet-i Âliyye ile bütünleşmek değil; ezelî düşmanını ‘etnik’ bir toz yığını hâline getirmekti. İstediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını… Kaldı ki İslâm’a teklif edeceği bir mukaddesi de yoktu Avrupa’nın. Tahrip ameliyesi, hiç değilse ‘aydınlar kesimi’nde tam bir başarıya ulaştı” (Bu Ülke, s. 168).

Paris’te tahsil görmüş, Avrupa’ya içeriden de dışarıdan da nüfuz etmiş olan Meriç, Avrupa’ya hayranlıkla bakan aydınlara çıkışmakla yetinmez, Avrupa’yı tanıyamayışımızın sebeplerini de ortaya koyar:

“Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız yasaktı. Haset kitabevinden ibaretti Avrupa’mız, girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek boyutlu; bir kartpostal Avrupası. Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafatasımızda tek yarım küre. Türkçe konuşan birer Fransızdık” (Bu Ülke, s. 133).

“Zavallı Namık Kemal! ‘Avrupa Şarkı tanımaz’ diye feryat eder; hakikatte Avrupa’yı tanımayan bizdik, tanımayan ve uzun zaman tanıyamayacak olan. Mağlubiyetimiz, geniş ölçüde bu gafletin eseridir. Kalktığını iddia ettiğimiz kapitülasyonlar, ruh dünyamızda yaşıyor” (Bu Ülke, s. 124).

Meriç’e göre ideolojilerin ve sloganların esareti altında pusulasız kalmıştık. Ve susturulmuştuk…Ama hastalığı teşhis etmekle yetinmez Meriç. Tedavi için reçetesini de sunar:

“İdeolojilerin peşine takılanlar pusulasızdırlar. İdeolojilerin ışığına göz yumanları sloganlar yönetir. Karanlık kinlerin birbirine saldırttığı çılgın sürülerin savaş çığlığıdır slogan. İlkelin, budalanın, papağanın ideolojisidir. Düşünce ile çığlık bağdaşmaz. Şuurun sesi çığlık değildir. Yabani bağırır, medenî insan konuşur. Bu çocuklar yıllarca konuşturulmadı… Kitaptan değil kitapsızlıktan korkmalıyız. Bütün ideolojilere kapıları açmak, hepsini tanımak, hepsini tartışmak ve Türkiye’nin kaderini onların aydınlığında fakat tarihimizin büyük mirasına dayanarak inşa etmek. İşte en doğru yol” (Bu Ülke, s. 96).

“Münakaşa eden iki insan, aynı graniti yontan iki heykeltıraş, hakikati arayan iki yol arkadaşı. Hedefi, tahrip değil, terkiptir bu kavganın. Mağlubun muzaffer olduğu tek yarış. Yanıldığını kabul etmek, yeni bir hakikatin fethiyle zenginleşmektir: parçadan bütüne, karanlıktan aydınlığa geçiş” (Bu Ülke, s. 262).

Sağ–Sol Kavgası : Kavramlar ve Kısır Döngü

“[Avrupa’da] Sağ, daima çekingen, daima korkak, daima sevimsizdir. Çekingendir, çünkü maziyi temsil eder; maziyi, yani keyfiliği, kanunsuzluğu. Korkaktır, zira kanlı imtiyazların ve karanlık istismarların mirasçısıdır. Sevimsizdir, hangi mezarlığı ürpermeden seyredebiliriz? Avrupa’nın son iki yüz yıllık tarihi, sol’un zaferleri, sağ’ın hezimetleri tarihidir. Bize gelince… Hudutlarımızdan salgın bir hastalık gibi girer sol, arazı meçhul bir hastalık. Solcu, ithamların en korkuncu olur… büyüden meş’um, bedduadan netameli bir kelime. Sağ, daha nazlı, daha utangaç bir misafir. Ne zaman gelmiş, bilen yok! Türk adaleti, kimse tarafından benimsenmeyen bu silik ve şahsiyetsiz kelimeyi pek ciddiye almaz. Ve çeyrek asır nebatî bir hayat yaşar sağ” (Bu Ülke, 82).

“Avrupa, bütün cinayetlerini sağ’a yükler. Sağ, yakın tarihin ‘günahkâr teke’sidir: kilisedir, cehalettir, faşizmdir. Batı’nın en ‘gerici’ partileri bu menfur vasıftan kurtulmağa çalışırken, bizde mukaddesatçıların bayrağı olur sağ: Türk’ün âlicenaplığı… Filhakika bu kirli ve karanlık kelimenin dünyada bizden başka şefaatçisi, bizden başka elinden tutanı kalmamıştır” (Bu Ülke, 83).

Cemil Meriç, Avrupa’da ve bizde sağ ve sola yüklenen bu farklı anlamları derinlemesine irdeledikten sonra serzenişte bulunarak şu haklı soruyu sorar: “Hıristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu” (Bu Ülke, 84).

“Saint-Simon’la uğraştım iki yıl, çağımız onunla başlıyordu, sol dediler. Hint’i yazarken tek amacım vardı. Asya’nın büyüklüğünü haykırmak, yani bir vehmi devirmek, bir iftirayı yok etmek. Saint-Simon’u putları yıkmak için kaleme almıştım. Her iki kitap da peşin hükümlerin rahatını kaçırdı, ne sol’un hoşuna gittiler, ne sağ’ın. Anladım ki, bu iki kelime [sağ ve sol], aynı anlayışsızlığın, aynı kinlerin, aynı cehaletin ifadesidir…” (Bu Ülke, s. 58)

“İmparatorluklar yok artık, iki blok var. Hâkim devletler, bir ülkenin adını taşımıyor. İsimleri baş harflerden ibaret: ABD, SSCB… Pençeleri birbirinin karnına geçmiş iki canavar. Bu azgın düşmanların en göze çarpan tarafı, benzerlikleri. Kapitalizmle komünizm Batı’nın iki çehresi… Biri kumarhane, öteki mahpes. Gandi, zirvelere yükselen üçüncü yolun müjdecisi. Tek gerçek yiğitlik, zora yok demek. Zora yok demek, insana güvenmektir. Düşmanı dost ederek yok etmek. Küçültmek değil, küçülmekten kurtarmak. Politikayı bile ulvîleştiren o büyük mücâhidin derslerine herkesten çok muhtacız. Biz anlayabilir miyiz Gandi’yi? Hayır. Çünkü hayranı olduğumuz Batı anlamaz” (Bu Ülke, 205).

“… Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor, küskün: ‘Ötüken Yayınevi’nin bastığı kitap okunmazmış. Peki siz basın. Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz. Neye ve kime?” (Jurnal, 1974)

Cemil Meriç’in Fikir Dünyasında Siyaset ve Diyalog

“Benim trajedim şu birkaç satırda: sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lâkırtım yok. Yani, dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yanımla Büyük Doğu kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.”

“Hiçbir zaman sol da olmadım, sağ da. Böyle bir sınıflama sokaktaki adam için geçerli olabilir. Ömrünü düşünceye adayan, Eflatun’dan Marx’a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selâmlayan, bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimsenin herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünülebilir?…” (Somut, 1983)

21. asrın bile henüz çözemediği, « her düşünceye saygı ve hür düşünceye tahammül » prensibi Meriç’in bu ülke ve insanının sorunları için sunduğu reçetelerin en başında gelir:
“Münakaşada zafer, mağlup olanındır, yenilmek zenginleşmektir. …Münakaşa hakikati birlikte aramaktır… Hakikat bin bir cepheli, bin bir görünüşlü. Karşınızdaki, göremediğinizi gösterecek size. Sizden farklı düşündüğü ölçüde yaratıcı ve öğreticidir… Cemiyetle beraber hakikatler de gelişir. Tek tehlike bunu kavramamak, kızıl şal görmüş İspanyol boğası gibi, her düşünceye ve her düşünene saldırmak: bu canım memleket bu yüzden bir cüzzamlılar ülkesidir. … Ben, herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani, ilân edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı” (Jurnal, 1964).

Meriç’in her aydının ister istemez kafasını meşgul eden aktif politika konusundaki duruşu da Ali Fuad Başgil’in “bazı insanlar siyaset üstü kalmalı” görüşüyle örtüşüyor:
“Önünde birçok yollar var: politika bunlardan biri. Belki en aldatıcısı olduğu için en cazibi. Mutlak’ın ve sonsuzun rüyası. Mukaddes bir abes. Bana sorarsan kütüphanene dön, yani kitap ol, aydınlan ve aydınlat” (Bu Ülke, s.52).

“Politikanın kurtarıcılığına inanmıyorum…” (Jurnal, 1963)

“Politika ve aksiyon adamlarının en zayıf yanı, düşünce adamını küçümseyişleridir. Beyinle kol, nazariye ile aksiyon el ele vermedikçe, toplum sıhhate kavuşamaz” (Kırk Ambar, s. 454).

Sonuç: Gözleri Açık Bir A‘mâ    

Bütün ömrünü bir mikroskobun başında, kanser hücrelerini yok etmek için harcayan bilim insanları, kütüphanelerde sabahlara kadar halkının mutluluğu için gereken şartları ve bu şartların oluşabilmesi için gerekli olan politik ve sosyo-ekonomik iklimin nasıl tesis edilebileceğini araştıran mütefekkirler… Şüphesiz sadece bu ülke için değil, insanlık için ve insanlık tarihini müsbet manada değiştirebilecek küçük bir ipucu bulabilmek için hayatlarından vazgeçmiş kahramanlar…

Cemil Meriç de Bu Ülke için ömrünün sonuna kadar mücadele etmekten asla yorulmamış saf bir beyin, dertli bir münevver ve kederli bir mütefekkir. Uğruna baş koyduğu davası için gözlerini verecek kadar adanmış bir ruh.

Bu Ülke için savaşıp uzuvlarını kaybeden gaziler ile Cemil Meriç arasında bir fark göremiyorum. Öte yanda ise, haklı ya da haksız birtakım gerekçelere ve mazeretlere sığınarak bu ülkeyi terk etmek için fırsat kollayan yığınlar. Cemil Meriç’in veciz ifadeleriyle bitirelim:

“ ‘Yunanistan’a giderken, vapurda iki gençle tanışıyor Miller. Yunanlı talebeyi çok beğeniyor. Dünyadan kaybolduğunu sandığı insanca duygulara kavuşmak sevindiriyor romancıyı ve Yunanistan’ı görmeden âşık oluyor Yunanlılara. Türk talebeye gelince ‘Hiç hoşlanmadım ondan’ diyor, ‘en kötü taraftarıyla Amerikan kafası. Hayat yokmuş Türkiye’de. Ne zaman olacak?’ diye sordum. ‘Ne zaman biz de Amerika gibi, Almanya gibi olursak,’ dedi. ‘Hayatı hayat yapan madde idi, makine idi, ona göre.’ Sürgüne gider gibi yurduna dönen bu bahtsız delikanlı, uzun bir zincirin son halkalarından biri. Ne Avrupalı, ne Asyalı. Ne Fransız, ne Türk. Kopmuş ve bağlanamamış’’ (Bu Ülke, 149).

“Her dudakta aynı rezil şikâyet: yaşanmaz bu memlekette! Neden? Efendilerimizi rahatsız eden bu toz bulutu, bu lâğım kokusu, bu insan ve makine uğultusu mu? Hayır, onlar Türkiye’nin insanından şikâyetçi. İnsanından, yani kendilerinden. Aynaya tahammülleri yok. Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını ‘yaşanmaz’laştıranlardır. Türk aydını, Kitâb-ı Mukaddes’in Serseri Yahudisi… Hangi Türk aydını? Kaçanlar ne Türk, ne aydın. Bu firar bir Kabil kompleksi” (Bu Ülke, 97).

Kaynakça

Meriç, C. (1984). Bu Ülke. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Meriç, C. (1994). Mağaradakiler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1980). Jurnal I – II. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1983). Kırk Ambar. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1981). Bir Facianın Hikâyesi. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1992). Saint-Simon: İlk Sosyolog, İlk Sosyalist. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1983). Hint: Hint Edebiyatı Üzerine Düşünceler. İstanbul: İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1983). Somut (makale, ilk basım). Dergi: Somut, 1983.
Meriç, C. (2004). Mektuplar. İstanbul: İletişim Yayınları.

[1] Bu ifade, Cem Karaca’nın 1987 yılında seslendirdiği Yarım Porsiyon Aydınlık isimli parçasından alınmıştır.

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

“Demokrasi Yolunda” Mücadeleye Adanmış Bir Ömür: Ali Fuad Başgil

Giriş:           Bundan 15 sene evvel, Ankara Hukuk’taki tahsilim sırasında, haftalık okumalar yapmak maksadıyla kurmuş olduğumuz Sahaf Sever Kitap...

Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş               İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük...

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...