Egemenlik Tiyatrosu

Elon Musk geçtiğimiz günlerde, “Department of Government Efficiency (DOGE)” adını verdiği iddialı yapının başından resmen ayrıldı. Devlet yönetiminde verimlilik adına 2 trilyon dolarlık tasarruf vaat etmişti. Olmadı. Bu istifa, sadece kişisel bir hayal kırıklığı değil; içinde bulunduğumuz çağda devletlerin egemenliğine dair bir çıkmazın da göstergesi.

2020’li yıllar, liberal demokrasi ile otoriterlik arasında sıkışan klasik gerilimlerden fazlasını getirdi. Artık daha yapısal ve köklü bir sistem sorunu ile karşı karşıyayız: Devletler egemenlik gösterisi yapıyor ama egemenliğin yükümlülüklerini yerine getiremiyor. Stephen Krasner’in yıllar önce dikkat çektiği gibi, “Egemenlik artık bir norm değil, bir sahne.” Ancak bu sahnede ne roller sabit, ne senaryo tamam, ne de seyirci yerinde oturuyor.

Farklı coğrafyalarda büyük girişimlerin sahipleri, devletlerin temel işlevlerini özelleştirmiş süper bireylere dönüşmüş durumda. Elon Musk da bunlardan biri. Starlink iletişimi, Tesla ulaşımı, X kamuoyu yönetimini, Neuralink biyopolitikayı şekillendiriyor. Pentagon’un Starlink’e Ukrayna sahasında bağımlı hale gelmesi, sadece ABD’de değil, tüm dünyada bu bireysel gücün etkisini ortaya koyuyor. Brezilya Federal Yüksek Mahkemesi’nin, X üzerinden yargı kararlarına meydan okunmasını “egemenliğe tehdit” olarak tanımlaması; Musk’ın Almanya ve Avrupa’da aşırı sağa verdiği açık destek bu asimetrik mücadeleye örnekler.
Bu noktada akıllara şu soru geliyor: Bayrak, sınırlar, seçimler, bütçe, anayasa yerli yerinde ama devletler gerçekten egemen mi?

Bu çıkmazı daha net tarif edelim: Kurumlar artık karar almaktan çok meşrulaştırma işlevi görüyor. Liderler krizleri yönetmekten çok gündemi tüketiyor. Toplumlar ise öncelikle çözümü duymak değil, temsili görmek istiyor. Krasner’in önerdiği gibi, egemenliği yeniden tanımlayarak işe başlamamız gerekiyor.

İhtiyaçları sıralayalım: Sadece sınır kontrolü değil, karar alma derinliği. Sadece lider kapasitesi değil, kurumsal kapasite. Sadece meşruiyet değil, eyleme dönüşebilen otorite. Ve artık bu zamanın ruhuna uygun bir sistemik çeviklik inşa etmek gerekiyor.

Devlet yapıları, kendi iç mantıklarıyla uyumsuz bir egemenlik rejimine sıkışmış durumda.
Bize daha yakın bir örnek üzerinden konuya bakalım. Mehmet Şimşek, kriz yorgunu bir hükümetin rasyonel yüzü. Şimşek, 2023’te Türkiye’nin ekonomi yönetimine “rasyonaliteye dönüş” vaadiyle döndü. Piyasalar memnun oldu, ancak aradan geçen iki yılda beklenen etki yaratılamadı.

Enflasyon kontrol altına alınamıyor, faizler çok yüksek. TCMB bağımsız gibi davranmaya çalışıyor ama siyasi kararlar sürekli yön değişikliğine sebep oluyor. Hedefler şaşıyor, dış yatırım temkinli. Şimşek ekonomik aklı temsil ediyor ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne adeta yamalanmış durumda. Oysa Şimşek’in getirdiği ekonomi programı, klasik anlamda egemenlik kullanımının bir örneği olmalıydı. Para politikası, mali disiplin ve öngörülebilirlik hedefliyordu. Ancak sistem, buna kurumsal destek vermedi; zaman zaman onu yok sayan ya da zora sokan aksiyonlar aldı. Çünkü Türk tipi başkanlık sistemi, özerk kurumları değil liderin kararını destekliyor.

Devlet var ama sürekli değişen bir karar akışı dışında sabitliği yok. Dolayısıyla Şimşek’in acı reçetesi siyasi olarak sahiplenilmedi. Güven sinyali söndü. Hatta çözüm için getirilen bu aktör, sistemin iç çelişkilerini daha da görünür kıldı. Özetle, devletler güçlü lider figürü ile daha otoriter görünmek istiyor ama bu figürler kurum kapasitesini inşa edemiyor, yorgunluğunu dahi kabul etmiyor.

Devlet kapasitesini sistemik çeviklik üzerinden tekrar düşünmemiz gerekiyor. Şimşek’in açıklamaları ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söylemleri arasında giderek büyüyen çelişki, teknokratik gücün siyasi iradeye çarpıp dağıldığını gösteriyor. Şimşek belki de sistemin eski formunun temsilcisi. Artık kurumlar yorgun, karar alma süreçleri hiper-merkeziyetçi, hesap verebilirlik ise oldukça zayıf.

Elon Musk ve Mehmet Şimşek’in yolları, küresel kapitalizmin ve yerli otoriterliğin iki ayrı ucunda kesişiyor. İkisinin de bir noktada sisteme “lazım” oldukları söylenebilir. Fakat sorun şu: bu sistemler onlara uzun süre tahammül edemiyor. Şimşek’in rasyonel hareket etmek istediği sistem, karar alma süreçlerini merkeze değil liderliğe kitlemiş durumda. Musk, piyasa ruhunu temsil ediyor fakat piyasa artık onun gibi figürleri kapsayamıyor. Modern egemenlik yapıları, kendi içsel çelişkileriyle karşı karşıya.

Peki bu hikâyede tutunamayan Elon Musk ve Şimşek gibi figürler mi, yoksa sistemler mi? Hem Musk hem de Şimşek, sisteme içeriden dokunmak istiyor ama dışarı itiliyorlar.
Bugün ne neoliberal finans sistemi ne de hiper-merkeziyetçi siyasal sistemler, kendi içinde bir düzeltme mekanizması taşıyor. Bu da liderlerin değil, sistemlerin tutunamaması anlamına geliyor.

Bir de sistemler açısından bakalım: Sistemler neden ihtiyaç duyduğu aktörleri dışlıyor?
Bu paradoksun temelinde, kurumsal kapasite ile kişisel merkezileşme arasındaki çarpışma yatıyor. Artık birçok sistemin görünürde kuralları var, ama bu kuralları işletecek bir zemin yok.

Egemenlik, devletin kendi toprakları üzerindeki tam kontrolü anlamına gelirken, bu klasik tanım son yıllarda ciddi şekilde sarsılıyor. Egemenliğin kapasite boyutu zayıflarken, sembolik boyutu abartılı hale geliyor.Devletler daha otoriter ama daha etkisiz yapılara dönüşüyor.

Musk ve Şimşek üzerinden, egemenliğin yönünü sorgulatan bazı sorular doğuyor:
– Egemenliği kim yeniden tarif edecek?
– Devletin anlamı yeniden nasıl yazılacak?
– Şahsileştirilmiş liderlik mi kazandırır, kurumsallaşmış kapasiteler mi?
– Ulus-devlet egemenliği mi, ulusötesi çözüm mekanizmaları mı?
– Rasyonalite mi, anlatı mı?

Bu dönem, daha çok “tutunamayanlar” üretecek. Ama belki de egemenlik yeni bir zemine oturuyor. Egemenlik kavramı, dijital çağın ve küresel aktörlerin artan etkisiyle yeniden tanımlanacak gibi görünüyor.

William Butler Yeats’in The Second Coming şiirinden bir alıntıyla kapatalım:

“Things fall apart; the centre cannot hold.”
“Her şey dağılıyor; merkez artık ayakta kalamıyor.”
Artık sadece figürler değil, merkezin yani sistemin kendisi tutunamıyor. Yeni bir çağ, yeni bir merkez talep ediyor.

Zeynep Çakır Tatar
Zeynep Çakır Tatar
Zeynep Çakır Tatar, uluslararası şirketlerde 15 yılı aşkın stratejik pazarlama deneyimine sahip bir danışmandır. Kariyerinin büyük bölümünü Japon şirketlerinde Kaizen yaklaşımıyla geçirmiş, KOBİ’lerden ölçeklenmekte olan girişimlere kadar birçok şirketin büyüme stratejisi, marka yönetimi ve pazarlama alanlarını yönetmiştir. Kendi giyim markasının kurucusu bir girişimcidir. Aynı zamanda bir siyasi partinin kurucularından olup, siyasal iletişim ve strateji alanlarında da aktiftir. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olup İngilizce ve Japonca bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar