Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri yıkılan münhezim büyük şeflerini taşıyan bir Alman torpidosu, serin bir Kasım 1918 sabahında Alman kontrolündeki Kırım’ın Gözleve (Evpatorya) limanına girdikten sonra ne o İttihatçı şefler ne Osmanlı Devleti ne de Anadolu bir daha eski hallerini muhafaza edebilecekti. Takma isimlerle Kırım’a ayak basabilen şeflerden Cemal Paşa “Halid” ismini, Dr. Nazım “Rüstem” müstearını, Talat Paşa “Hayri” ve “Sâi” isimlerini, Enver Paşa ise “Abbas, Süavi” ve sonunda “Ali” mahlasını kullanıyordu. Ertesi sabah kendilerini, hâmileri Almanya’ya götürecek trene binerlerken o telaşla yanlarında birinin olmadığını farkettiler: Enver yoktu! Enver yoktu ve kaybettiği her şeyi yine o coğrafyadaki geniş steplerde bulacağına kendi kendini ikna etmişti.
Tarihçiler, Enver Paşa’nın, savaşın hezimetle neticeleneceğinin belli olmaya başlamasıyla birlikte gözünü Kafkasya ve ötesine diktiğini, zayıflayan ve bir süre sonra kaosa yerini bırakan Çarlık Rusya’sının bakir Türk-Müslüman topraklarında yeni bloklar tesis etme hayali kurduğunu kaydeder. Enver Paşa’nın büyük bir strateji dehası mı, olgunluktan uzak bir hayalci mi, büyük ülküleri olan bir idealist mi, hesap kitaptan yoksun bir megaloman mı, yoksa gelişmeleri okuyamayan veya eksik okuyan bir romantik mi olduğuna dair tartışmalar hala sürüyor. Kişisel kanaatim; bunların hepsinin farklı dozdaki karışımıyla hakikatin ortaya çıktığı, ömrünün farklı dönemlerinde bu yönlerinin biri veya birkaçının ön plana çıktığı yönünde. Söylem ve eylemlerindeki çelişkilerin, zikzakların ve iniş çıkışların başka bir açıklaması olamaz zira.
Kemal Paşa – Enver Paşa mücadelesi
Versailles rezaletiyle kolu kanadı kırılmış olan Almanya, savaş zamanı müttefikleri olan İttihatçıların bu sınır-aşan faaliyetlerini ve ülkülerini bir noktaya kadar desteklemeye devam etti.[1] Benzer şekilde Bolşevikler de (en azından bir bölümü itibariyle) Kafkasya ve Orta Asya’nın Türk ve Müslüman halklarına sempatik yaklaşma stratejilerinde bilhassa Enver Paşa gibi nüfuzlu isimlerden yararlanma yolunu intihap etmişti. Ancak burada Kremlin’in asıl stratejisi, Anadolu’da filizlenmekte olan milliyetçi hareket ve Kemal Paşa’nın yönelimlerini yakından takip edip baskı altında tutmak, milliyetçi hareketin Sovyetler aleyhine dönmesi halinde yedekte bir alternatif bulundurmak, hatta mümkünse o alternatif üzerinden yeni Türkiye’yi Bolşevikleştirmekti.
Enver Paşa’nın 1920 Eylül’ünde Bakü’de düzenlenen Doğu Halkları Birinci Kurultayına İslâm ülkelerini temsilen katılması ve burada gördüğü muamele de, hem Enver’in niyetleri hem de Bolşeviklerin Ankara Hükümeti’ne karşı planlarına zaten mesafeli yaklaşan Kemal Paşa’yı daha da kuşkuya düşürür. Şüphesiz Enver Paşa’nın hayal ve ihtirasları da bu tür planları besleyecek kadar genişti; dost meclislerinde bu senaryoların konuşulmasını da, bu sebeple gizli servislerin radarına girmesini de bu açıdan şaşırtıcı bulmamak iktiza eder.
Bu bahiste insan doğasındaki güç ve iktidar özlemini dikkate almadan, tamamen romantik tevillerle iki paşayı uzlaştırma ve yüz yıl sonra ikisini beraber ve omuz omuza konumlandırma çabalarını fazlasıyla nahif, saha gerçeklerinden ve politik psikolojiden kopuk ve son tahlilde hüsnükuruntudan ibaret, geriye dönük tarih yazma girişimleri olarak görüyorum. Enver Paşa’nın da Kemal Paşa’nın da politik ihtirasları, yekdiğerine iktidar alanı tanımayacak kadar kati ve kesindir. Bunda şaşılacak bir durum da yoktur, zira değişmez kuraldır: İktidar şerik kabul etmez! Yüz yılın ardından bazı çevreler hala görmek istemese de hakikat şudur: Kemal Paşa, ayakları yere basmayan Enver Paşa’yı Anadolu’dan içeri sokmaz, bunun için gerekli tedbirleri alır, çevresindeki ona yakın/sempatik bakan isimleri de süratle tasfiyeye girişir.
Ancak Eylül 1921’den sonra, yani emperyalist işgalle ölüm kalım savaşına giren Kemal Paşa ve silah arkadaşları Sakarya’da kesin bir galibiyet aldıktan Bolşeviklerin eski İttihatçılara karşı bakışı, bilhassa Moskova’da el üstünde tutulan Enver Paşa’ya yönelik tutumlarında önemli bir değişim görülür. Nitekim Mart 1921’de Moskova’da Türkiye ile Sovyetler arasında Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması imzalanır. Sakarya Savaşı’nın ardından da Kasım 1921’de Bolşeviklerin iki önemli generali Voroşilov ile Frunze Ankara’yı ziyaret eder. Bu yeni konjonktürde Moskova açısından artık Enver Paşa’ya gerek kalmamış, Kemal Paşa ile iyi geçinmenin yolları aranır olmuştu.
ABD’li feminist gazeteci Louise Bryant ve 1917 Devrimi anıları
Louise Bryant (1885-1936), Batı’da 1917 Devrimi’ne biraz da romantik ve idealist bir gözle bakan, medya ve kültür çevrelerinde fazlasıyla etkin, mebzul miktardaki sempatizan gazeteci ve edebiyatçı arasındadır. Devrim’in hemen ardından ziyaret ettiği Moskova’da gazeteci olarak bulunmuş, Rusya’da Altı Kızıl Ay isimli eserini burada kaleme almıştı. Bir dönem evli kaldığı John Reed’in Türkçeye de çevrilen ve defalarca baskı yapan kült kitabı Dünya’yı Sarsan On Gün’den altı ay önce yayınladığı bu kitabıyla, ABD ve Batı’da Devrim’e bakışı etkileyen önemli isimlerden biridir Bryant.
Türkçeye de çevrilen ve 1923’te ilk baskısı yapılan Mirrors of Moscow isimli kitabında ise, Lenin başta olmak üzere, hepsiyle şahsen tanışıp dostluk kurduğu Troçki, Lunaçarski, Zinovyev, Kalinin, Çiçerin gibi Lenin döneminin meşhur devrimcilerini ve Enver Paşa gibi o dönemdeki nüfuzlu bazı kimseleri kendi perspektifinden resmeder.[2]
Amerikalı komünist bir kadın gazetecinin gözünden Enver Paşa
Louise Bryant, “etkilenmesi gereken hatırlı bir ABD’li misafir” olarak, Moskova’da Dışişleri Bakanlığı tarafından tahsis edilen bir konakta kalır. Bolşeviklerin aynı konakta misafir ettikleri bir başka hatırlı konuksa, henüz birkaç ay önce Osmanlı İmparatorluğu’nun en kudretli ismi olan Enver Paşa’dır. Bryant, altı ay boyunca her gün onu gördüğünü, masada sık sık onun yanında oturduğunu, ara sıra tiyatrolara ve Türk sefaretine gittiklerini, o süre boyunca Paşa’nın kendisine hayatı ve tutkuları hakkında çok şey anlattığını kaydeder ve şaşırtıcı detaylarla bunu şerheder.
Bryant, Paşa’nın, kocası John Reed’le İstanbul’da tanıştığını; kocasının Ekim 1920’deki ölümünde Moskova’da bulunamadığı için şehre dönüşünde amcası Halil Paşa (Kut) ve Ankara Hükümeti’nin Moskova Sefiri Ali Fuat Paşa’yı (Cebesoy) yanına alarak kendisine taziye ziyaretinde bulunduğunu, üç generalin de son derece nazik ve sıcakkanlı davrandığını kaydeder. Bryant yakından tanıdığı ve dostluk kurduğu Enver Paşa’yı nispeten objektif bir gözle şu şekilde tasvir eder:
“Enver Paşa, bariz fırsatçılığına, zalimliğine, kaderci inancın getirdiği vicdansızlığına rağmen kesinlikle cazibe sahibidir. Her şeyden evvel kendisiyle ilgilenen Enver, bireyciliği yok etmeye çalışan ve devlete hayati önem veren insanlarla tuhaf bir tezat oluşturur. Moskova’daki cemiyet hayatının bir zamanlar en çok aranan ismiydi. Gelecekteki bir tarihçi onu muhtemelen “devrimin Don Juan’ı” olarak anacaktır. Yine de onun bu cezbedici kıyamete kaba bir kayıtsızlıkla direndiğini söylemek gerekir. Sosyal zaferlerle ilgilenemeyecek kadar siyasete adamıştı kendini… Kibirli ve kendine hayrandır, her şeyi en iyi şekilde yaptığına inanır. Onun kendini beğenmişliğiyle başa çıkmanın tek yolu, ona karşı acımasızca açık sözlü olmaktır, hatalarını keşfetmeyi sever, kendini geliştirmeye heveslidir… Alkol ve sigara içmez, çok dindardır… Birçok lisanı az da olsa konuşabiliyordu, başlarda ikimiz de aksak bir Fransızcayla konuştuk, sonra bir gün aniden İngilizce bilip bilmediğini sordum, şaşırdı, biliyordu, cephede yakaladıkları bir İngiliz casusundan öğrendiğini söylemişti.”
Bryant kadınlarla ilişkiler bahsinde birkaç örnekle Enver Paşa’nın kadınlara ve bu türden cezbedici ilgi yoğunluğuna karşı kendisini sakındığını, somut bir karşılık vermediğini, Dışişleri’ndeki etkili bir komiserin güzel eşinin kendisine Fransızca öğretmesi karşılığında ona Rusça öğretme teklifine “ben profesör değilim” diye sert bir yanıt verdiğini; mamafih her zaman da böyle davranmadığını, küçük bir arkadaş grubunun içinde daha serbest ve rahat davrandığını kaydeder.
“Tanıştığı insanların karakalem çizimlerini yapmayı çok sever, cebinde her zaman bir kalem ve kâğıt taşır. Yaşadığımız konaktaki tüm misafir ve hizmetçilerin çizimlerini yaptı. Bir seferinde yemekten dolayı keyfim kaçmıştı, o da bu sırada çok büyük bir kâğıda son derece kötü bir çizimle gerçek portremi yaptı, bitirince gösterişli bir şekilde imzasını atıp bana uzattı. Bir şey demedim, uzun bir sessizlikten sonra sorusu üzerine onun çizim yapma yeteneğinin olmadığını söyledim. Birdenbire sinirlenip ‘Ama kendi adımla imzaladığımın farkında değil misin?’ diye alçak sesle sordu. ‘Adının bir resmin üzerinde olması hiçbir anlam ifade etmiyor, bu bir infaz veya hücum emri değil’ dedim. Kaşlarını çattı, aniden öfkelendiği gibi yine aniden sakinleşti.”
Bryant, Enver Paşa’nın enerjisi ve canlılığını, siyasi sahnedeki eylemliliğini ise hayranlıkla anlatır: “Aylaklık asla ona uygun değildi. Çok okur, çok yazar, her hafta birkaç yabancı dilde en az üç ders alır, odasında küçük bir baskı makinesiyle bastığı Türk gazeteleri için durmadan makale yazar, hemen hemen her gün ya Ruslarla ya Müslümanlarla konferanslar yapardı… Amerikalıların siyasi görüşleriyle çok ilgiliydi, hatta Ermeniler konusunda neden bu kadar duygusal olduklarını asla anlamadığını söylerdi, bir seferinde ‘Amerikalılar, Ermenilerin asla Türkleri öldürmediğini mi düşünüyor? Bu, gerçek bir ironi.’ demişti. Sorum üzerine Amerika ile Japonya’nın savaştığını görmenin, ancak İngiltere savaşa müdahil olursa kendisini üzmeyeceğini, İngiltere’nin dikkatini Türklerden uzaklaştıracak ya da büyük güçleri zayıflatacak her şeyin Türkiye’ye kalkınma imkânı vereceğini ve savaş yükünden kurtaracağını söylemiş, ‘Bu, bize kendi kaderimizi gerçekleştirme fırsatı tanır’ demişti.”
Bryant’ın değindiği ve muhtemelen Enver Paşa’dan bizzat duyduğu, Berlin’den Moskova’ya geliş öyküsü de ilgi çekicidir. Yanında genç bir Alman teknisyenle ve kiralanan bir uçakla tek başına [Türk kaynaklarında Dr. Bahaeddin Şakir’in de yanında olduğu kayıtlıdır, ancak bir gazeteciye bunu söylemeyi tercih etmemiş olsa gerektir] yola çıkar. Motor arızası yüzünden Riga yakınlarında zorunlu iniş yaparlar, orada yakalanır ve iki ay tutuklu kalır. Hapishanede Almancadan başka bir dl konuşamayan sıradan “Bay Altman” olduğuna inanılır, böylece önemsiz bir Alman Yahudi komünisti olduğu kararına varılır. Hapishane müdürünün güvenini kazandıktan sonra da salıverilir ve Moskova’ya kaçar, Bakü’deki o meşhur Eylül 1920 kongresine de bu şekilde son anda katılım sağlayabilir. Komünistlerin, Enver Paşa gibi birinin bir anda samimiyetle enternasyonalizme dönmesinin söz konusu olmadığını bildiklerini kaydeder Bryant; iki taraf da birbirini idare etmekte, pragmatik bir işbirliği yürütmektedir. Bakü kongresi sırasında ve Moskova’da, özellikle devrimin önemli isimlerinden Zinovyev’in himaye ve gözetimi altındadır Enver Paşa. Enternasyonalist devrimcilerin önemli isimlerinden Zinovyev, daha sonra Troçki’ye karşı cephe alıp Stalin ve Kamenev ile ittifakı kurarak “Troika”’yı oluşturacak; ama Stalin’in gazabından o da kurtulamayacak, Sultan Galiyev ve daha nicelerine yapılan kendisine de reva görülecek ve 1936’da “Devrim’e ihanet” suçlamasıyla kurşuna dizilerek idam edilecektir.
Bryant, anılarında Enver Paşa’nın “hiçbir pişmanlık duymadan ve yarınlar yokmuş gibi yaşamasını” şaşırtıcı bulur. İlginç bir sahnede de yakın dostu ve ülküdaşı Talat Paşa’nın Mart 1921’de Berlin’de bir Ermeni tarafından öldürülmesini tasvir eder: “Ölüm haberini hiçbir duygu belirtisi göstermeden okuyup sadece şunu söyledi, ‘Eceli gelmişti!’ Ancak Enver, şansını zorlayıp erken ölmekten korktuğu için dediğine göre hep ‘bir gözü açık uyur’, bir hançer ve dolu bir otomatik silah taşır. Bir keresinde bu ihtimalden bahsederken ‘Ölümle o kadar çok burun buruna geldim ki yaşadığım bu günler bana adeta bir hediye gibi geliyor’ demişti… Üzerinde gerçekten bir Şark esrarengizliği vardı, onu iyi tanımayan kişiler için kolay anlaşılır biri değildi.”
Ve Buhara… Ve ölüm… Ve bitmeyen kıyas…
Bryant, bir dönem çok yakın oldukları Enver’in ölümünü ise şaşkınlıktan uzak ve doğal seyrinde bir havadis olarak zikreder: “Herkes onun siyasetteki ‘doğrudan eylem’ yöntemine aşinadır. Genç Türk Devrimi [1908 Meşrutiyeti ve sonrasını kastediyor] günlerinde sorun çıkaran rakiplerini doğrudan gidip kendi elleriyle öldürürdü. Bu fevri karakteri, Sovyetlerle de ciddi bir sorun yaşamasına neden oldu. Rusların ya da Kemal’in önünde bir engel olmaması için Buhara’ya ‘yönlendirildiğinde’ sıkılıp kendi savaşını başlattı. Sonra Afganistan dağlarına kaçıp asker topladığı, Buhara Cumhuriyeti kabinesinin yarıdan çoğunun ona katıldığı, ardından da kanlı bir savaşın başladığı haberleri Sovyet basınına düşmeye başladı. 1922 Ağustos’ta öldüğü ve cesedinin bulunduğunu okuduk. Üst düzey bir istihbarat komiserinin (Jekabs Peterss) elindeki belge ve telgrafları gördüğümde, bunun Enver’in bir hilesi olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Sonra savaş yenden başladı. Enver kazanıyordu; tüm Türkistan, Buhara ve Hive’yi Ankara Hükümetiyle birleştirmeyi düşünmüştü. Sovyetler güç bir duruma düşmüştü, onun bu şahsi savaşı ve başarıları Kemal’den ziyade, kendisini destekleyen Sovyetleri utandırıyordu. Enver kazanırsa, [Kemal Paşa] Türk topraklarına güzel bir parça katacak, kaybederse Türkiye yine aynı durumda kalacaktır.”
Bryant Enver Paşa ile gözlemlerini bitirirken, döneminin geleneğine uyarak onu Kemal Paşa ile mukayese etmeyi de ihmal etmez: “Enver, Müslüman dünyasında her zaman büyük bir şöhrete sahip olacaksa da asla Kemal’in yerine geçemeyecektir. Kemal Paşa, muzaffer Türkiye’nin büyük ve çok sevilen kahramanıdır, o olmasaydı muhtemelen ülke de kurtulamayacaktı. Geçmişte Enver’in Kemal’den daha önemli olduğu zamanlar vardı ama bu, Kemal hayatta olduğu sürece bir daha asla gerçekleşmez. Her ikisi de çekirdekten yetişti ve her ikisi de köylü çocuğu. Ancak Kemal şu an sultandan daha önemli. Müslümanlar arasında kimse bundan daha önemli bir yerde olamaz.”
Bryant bu bölümü bitirirken, yeni İslam dünyasının, Kemal Paşa ve Enver Paşa’nın da ehemmiyetini takdir ettiği üzere, bir hat boyunca Rusya ve bilahare Çin ile işbirliği kurmasının, “başka bir kuşak ortaya çıkmadan önce” dünyanın kaderini belirleyebileceğini söyler 1920’lerin başından ileriye bakarak. Lenin’den sonra Moskova’nın Türk-Müslüman halklara yönelik stratejisi işbirliği değil içerme/kapsama yönünde gelişti, Çin-Sovyet ilişkileri de soğuk ve mesafeli seyretti. Ama bu üçlü işbirliği zemini, bir zaman gerçekleştirilebilirse, küresel dengeler üzerinde önemli bir belirleyici eksen olabilir. Lakin Bryant’ın değindiği bu eksen, şimdilik bile oldukça zayıf bir ihtimal.
Kaynakça
[1] Alman gazeteci ve şair Hans Magnus Enzensberger, Versailles sonrası Almanya’nın genelkurmay başkanlığını da yapmış olan General Kurt von Hammerstein’a dair kaleme aldığı biyografisinde; Almanların Enver Paşa’nın Sovyetler’e gitmesine izin verirken, Berlin-Moskova hattında siyasi ve askeri bir ittifak kurulması için gayret gösterdiğini, dönemin Reichswehr başkomutanı General von Seeckt’in bu konuda aktif rol oynadığını kaydeder ve şu ifadelere yer verir: “General von Seeckt, Berlin’de sürgünde yaşayan eski dostu Enver Paşa’yı Moskova’ya yollar. Enver Paşa, [dönemin Kızıl Ordu başkomutanı] Troçki’nin Almanya’yla işbirliği yapmaya, hatta Almanların 1914’te kurdukları doğu sınırını kabul etmeye hazır olduğunu bildirir. Bir yıl sonra da Lenin, Kızıl Ordu’nun inşasında Berlin’den destek talep eder.”
Enzensberger’in Berlin-Moskova hattında askeri işbirliği kurulmasında Enver Paşa’ya biçtiği rol her ne kadar mübalağalı olsa da, toparlanmaya çalışan Almanların mümkün olan her türlü temas kanalını zorlamaları açısından önemlidir. Lakin Enver Paşa’nın tüm iddialı söylemlerine rağmen Moskova’nın devrimci liderleri nezdinde böylesi bir devasa ilişkiyi kurabilecek bağlantıları da kredisi de o dönemde yoktur. Nitekim olmadığı için de Sakarya Savaşı sonrası iyice gözden çıkarılmış, Berlin de doğrudan kendi savunma bakanlığı üzerinden bu ilişkileri resmiyete dökmüş ve 1922 Rapallo Antlaşması’yla Bolşeviklerle resmi askeri işbirliğini tesis etmişti.
[2] Bu yazıdaki tüm alıntılarda, sözkonusu kitabın 2020’de Yahya Yeşilyurt tarafından Türkçeye yapılan çevirisinden istifade edilmiştir (bilhassa ss. 93-100). Louise Bryant (2020), Moskova’dan Devrim Portreleri, İstanbul: Runik Kitap.