Faiz ve Fetva

21. Yüzyılda Faiz Sorununda Konuşmaya Kimler Yetkilidir?

Müslüman toplumlar kendi dinî ve kültürel değerlerinden, medeniyet birikimlerinden ve çağdaş tecrübelerden yararlanarak bir iktisat felsefesi geliştirmediler. Asırlar var ki riba/faiz konusundaki tartışmaları bir türlü bitiremeyişimizin temelinde bu sorunumuz var. Bilhassa ekonomik krizlere girdiğimiz zamanlarda bu konudaki tartışmalarımız yeniden alevlenir. Ekonomi boyutuyla dünyevi olan bu sorun –bildiğim kadarıyla- dünyanın Müslüman olmayan bütün toplumlarından farklı olarak, sadece bizde bilimsel bilgiden uzak şekilde din düzleminde tartışılmakta, böylece tartışmalar yanlış alanda, yanlış kişilerce yapılmaktadır.

“Şu faizdir, şu değildir” gibi bir iddiada bulunacak değilim. Özellikle tartışmanın alevlendiği ekonomik buhran dönemlerinde ortalıkta uçuşan fetvaların çoğunun cahil cesareti olduğunu savunuyorum. Esasen modern ekonomideki anlamı ve uygulamasıyla faiz meselesinde doğru ve kuşatıcı bilgi ve hükümler ortaya koyabilecek bir tek din âliminin bile bulunmadığını düşünüyorum. Çünkü –ekonomide üç-dört asırdır bocalayıp durmamızdan da anlaşılacağı üzere- mahiyeti gereği bu meselenin çözümü, ulema fetvalarında değil; ekonomi ve finans tarihi, felsefesi, pratiği gibi konularda uzmanlaşmış kişilerin bilimsel çalışmalarında aranmalıdır. Dolayısıyla yönetimin ve toplumun, faiz tartışmalarında din adına ahkâm kesen kişileri de onların fetvalarını da ciddiye almamaları gerektiğine inanıyorum. (Bir İlâhiyat İslam hukuku profesörü, başkanı bulunduğu vakfın sitesinden şöyle bir paylaşımda bulunmuştu: “Allah’ın öğrettiği doğal ekonomi sayesinde Resulullah, Medine’de 2 yıl içerisinde tüm para babalarını nasıl devre dışı bıraktıysa biz de aynı sistemi uygulayarak ekonomiyi düzeltebiliriz.” Bu kafaya itibar etmenin sonuçları ortada.)

Riba/faiz meselesinde din âlimlerine düşen esas görev, konunun teknik yanlarını ekonomi ve para uzmanlarına bırakıp, ilgili ayet ve hadisin dikkat çektiği asıl ilkeye yoğunlaşmak, yani sistemin “zulüm” ve mağduriyetler doğuracak şekilde uygulanmasına karşı mücadele etmek; toplumda, uzmanlarda ve uygulayıcılarda böyle bir ahlâkî bilinç ve sorumluluğun oluşması için çalışmaktır.

Kanaatimce günümüz din ulemasının, riba/faiz konusu dahil, birçok meselede bazı eski âlimlerden devraldıkları bir yanlışları da şuradadır: Onlar, Kur’an ve hadislerin kendi tarihî şartları içinde anlaşılıp, ilkesel amaçlar ve yararlar (makâsıd-mesâlih) çerçevesinde yorumlanması gereken pratik hayata dair beyanlarını, zahirî-lafzî anlamlarıyla sınırlıyorlar; buna karşılık, çoğu evrensel ilkeler koyan beyanlarını ise (daha çok da nesh iddiasıyla) tarihselleştirip hükümsüz sayıyorlar. Esasen Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’in hadislerinden, kul haklarını ihlal etmeden, zulme ve harama bulaşmadan, her devirde Müslümanların ve insanlığın hayatını rahatlatacak, her alanda insan ilişkilerini manevi ve ahlâkî bakımdan değerli, huzurlu ve mutlu kılacak yüzlerce ilke çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız. Ama ulema, on dört asır boyunca yaşanmış sosyal, ekonomik vs. alanlardaki muazzam değişim, dönüşüm ve yenileşmeleri görmeyerek, bu iki temel kaynaktaki lafzî-zâhirî hükümlere her dönemi bağlayan sabit anlamlar yükleyip, adeta hayatı kilitlemişlerdir. Modern dönemlerde hayatı olumsuz etkileyen sebeplerden biri de ulemanın riba/faiz anlayışı olmuştur. Son yıllarda yaşadığımız tecrübeler bunun ispatıdır.

Müslüman ulemanın hiç olmazsa son asırlarda ‘riba’ kavramını peygamberlik öncesi dönemin zengin-fakir arasındaki ekonomik uçurum, sömürü ve tefecilik gibi olgularıyla birlikte okuyup, neyin neden yasaklandığını anlamaları gerekirdi. Fakat onlar, riba kavramının geçtiği ayet ve hadisleri yoksullar ve ezilmişler lehine, hikmet ve maksat açısından düşünmek yerine, sırf metinlerinin o zaman ve o toplumdaki literal anlamını tarihin bütün dönemlerindeki finans işlemlerine genelleştirdiler. Bugün de riba, kestirmeden “faiz” diye çevrilmektedir. Oysa bu çeviriyle, aynı konuya dair ayetler grubunda (Bakara 2/275-279) ve hadiste (Veda Hutbesinde) geçen “…Ne zulmedeceksiniz ne de zulme uğrayacaksınız” şeklindeki ifade fiilen geçersiz kılınmaktadır. Çünkü bu yöntemde uygulamayı belirleyen şey, adalet ve hakkaniyet değil, -şartlar ne olursa olsun, lafızdan anlaşılan formel kural oluyor. Nitekim tecrübeler göstermiştir ki, ulemanın şimdiki faiz kavramıyla Kur’an’daki ‘riba’nın nerede birleştiğini, nerede ayrıştığını düşünmeden ‘riba’yı “mutlak faiz” anlamında tanımlaması, –ayet ve hadiste gösterilen hedefin aksine- Müslüman toplumlar aleyhine fiilen bir ‘zulüm’ mekanizması üretmiştir. Allah’ın yerden fışkırttığı petrol ve sair kaynaklar bile, Müslüman halklar için iş alanlarına, üretime, sonuçta -Kur’an’ın tabiriyle- “infak” (nafaka/geçim sağlama) ve refaha dönüştürülmesi yerine, Batı bankalarına akıtılıp Batılı ekonomileri finanse etmektedir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, ulemanın ısrarla sürdürdüğü bu riba/faiz anlayışıdır.

Para ve Faiz

Diğer toplumsal alanlar gibi ekonomi de farklı yönlerden hem dinin hem bilimin konusudur. Çünkü din de ekonomi de insan ve insanlık hayatıyla ilgilidir. İnsan olmasaydı din de ekonomi de olmazdı. Ekonomi bilimi, insanoğlunun maddi hayatı daha rahat ve güvenli yaşamasının yollarını gösterir; din de insanoğlunu, herhangi bir canlı türünden farklı olarak, yeryüzündeki seçkin varlığına yakışır şekilde ahlâkî ve manevi değerlerle zenginleştirir.

Din, bilimi aşar; ama onu inkâr etmez, ona ters düşmez. Nedeniyse, dinin konusu olan vahiy yasasının da bilimin konusu olan tabiattaki neden-sonuç yasasının da Allah’ın yasaları olmalarıdır. Eski Merkez Bankası Başkan Yardımcısı, ekonomi profesörü İbrahim M. Turhan’ın  Kur’an Araştırmaları Merkezi’nden (KURAMER) çıkan Geçmişten Bugüne Müslüman Toplumlarda Para ve Faiz başlıklı kitaptaki yazısında dediği gibi, “Kur’an’da (Bakara 2/275-281) ve Sünnet’te ribanın yasaklandığı açıktır. Ancak yasaklanan işlemin mahiyeti, yasağın illeti ve kapsamı… yorumlanmaya muhtaçtır. Ayrıca… muazzam değişimlere karşın ekonomik bir olgunun –yasağın değil, yasaklanan olgunun- 14 yüzyıl boyunca hiç değişmeden kaldığını varsaymak başlı başına bir açmaza yol açmaktadır.”[1]

İbrahim Hoca, fakihlerin, sorunun özünü tartışmak yerine, geleneksel fıkhın ‘hile/hiyel’ yöntemine başvurarak, konulmuş bir kuralı şeklen koruduklarını, fakat “arkadan dolanma” yöntemiyle ribayı meşrulaştırdıklarını, gerçekte bunun iktisadî açıdan faizli borç işlemleriyle farkının olmadığını belirtiyor.[2]

Aynı kitapta diğer bir ekonomi uzmanı (M. Fatih Ulu) da enflasyonun sayısız zararlarından örnekler veriyor. Bazısı şöyledir: Enflasyon arttıkça belirsizliği de artar, verimsizlik artar. Pahalı ve ucuz ürünler algılanamaz hale gelir; bu yüzden üreticiler, tüketiciler ve yatırımcılar doğru karar alamazlar. Kaynak dağılımı bozulur. Uzun vadeli anlaşmalar yapılamaz. Kredi arzı daralır. Risk primleri yükselir…[3] Sonuçta yüksek enflasyon özellikle düşük ve orta gelirlilere hayatı çekilmez hale getirir; şimdilerde ülkemizde olduğu gibi.

Yukarıda hem “Kur’an’da hem Sünnet’te (Peygamberimizin Veda Haccı hutbesinde) “Ne zulmedeceksiniz ne de zulme boyun eğeceksiniz” buyrularak riba yasağının illetinin (gerekçesinin) “zulüm” şeklinde gösterildiğini belirtmiştik. Bütün insanların gözünde yüksek faiz de yüksek enflasyon da zulümdür, kötüdür; fakat iş başa gelmişse hangisi daha kötüdür; yüksek faiz mi, yüksek enflasyon mu? Yerli ve yabancı ekonomi uzmanları yüksek faize göre yüksek enflasyonun zararlarının daha çok, daha yıkıcı, giderilmesi daha zor ve hemen herkesi mağdur edecek derecede daha kapsamlı olduğunu söylüyorlar. Şu halde yüksek faize göre yüksek enflasyon çok daha kötüdür.

Bu durumda, birine öncelik verilmesinin zorunlu olduğu hallerde iktisat bilimine göre rasyonel olan, dinin genel prensiplerine göre de farz olan, öncelikle yüksek enflasyondan kurtulmaktır. Nitekim Osmanlı’nın uyguladığı son şeriat yasası olan Mecelle’nin 19. ilkesine göre de “Ehven-i Şerreyn ihtiyar olunur (iki şerden, diğerine göre daha hafif olanı seçilir).” Bizim şimdiki din âlimlerinin göremedikleri, görenlerin çoğunun da türlü mülahazalarla ilgililere göstermedikleri gerçeklerden biri de şudur: Kur’an ve hadislerde ‘enflasyon’un geçmemesinin sebebi, enflasyonun haram olmaması değil, o zamanların kasaba ekonomilerinde enflasyon diye bir sorunun bulunmamasıdır.

“Bunlar koskoca Osmanlı’da mı oldu?” Dedirtecek Tarihsel Gerçek

Konunun önemi ortada: Bazı insanların sıkıntı ve ihtiyaçlarını karşılamak, sermaye yapmak veya sermayelerini artırmak gibi sebeplerle paraya ihtiyaçları var; bazılarının da ihtiyaçlarından fazla paraları, tasarrufları var. Hem din hem de insaniyet, ihtiyaçların da fazla imkânların da haksızlığa (zulüm) yol açmayacak şekilde paylaşılmasını ister (infak, ihsan, tasadduk). Bu olmazsa ihtiyacı olanlara faizsiz borç verilmesini önerir; borç verenleri “Allah’a güzellikle borç verenler” diye anar.[4] Ama –belli yükümlülükler dışında- olağan şartlarda kimse iyilik etmeye, borç veremeye zorlanamaz; tıpkı fazla evini kiraya vermek yerine birini kirasız oturtmaya zorlanamayacağı gibi. Doğal olarak bir alım-satımda ya da kiralamada iki tarafın da mağdur edilmemesi din bakımından da ekonomi ahlakı bakımından da işlemin esasını oluşturur; böyle bir işlemde iki tarafın da haksızlığa uğramayacağı bir çözüm beklenir. Bu çözümü de bilimin ışığında devlet sağlar; fıtrî (kirlenmemiş) akıl ve vicdanın hükmü budur.

Dünyanın başka birçok yerinde olduğu gibi İslam’ın ortaya çıktığı coğrafyada da insanlar arasında büyük bir ekonomik uçurum vardı. Zenginler çaresiz yoksulları o zamanki Arapların “riba” dedikleri uygulamayla soyuyorlardı. Onun için Kur’an, İslam’ın devletleşme sürecine girdiği Medine’de ilk gelen surede (Bakara 2/275-279) bu durumu, hedeflediği insaniyet ve ahlak düzenine aykırı bularak ribayı yasakladı. Peygamberimizin Medine hayatı on yıldan ibarettir. Ondan sonrasında –bazı esnetme teşebbüsleri olmasına rağmen- ulemanın katı lâfızcı ve şekilci riba yorumu ve mutlak yasakçılığı günümüze kadar sürdü. Bazı hileli yollar (hiyel) üretilmeye çalışıldıysa da bu katılık İslam toplumlarında gittikçe artan bir sıkışmaya, ekonomik alanda ağır sonuçlar doğuran finans ve büyüme sorunlarına yol açtı ve sonuçta geri kalmışlığın sebeplerinden birini oluşturdu.

Hukuk tarihi profesörü M. Akif Aydın Bey’in Osmanlı Hukuku: Devleti Aliyye’nin Temeli adlı eserinden konumuza ilişkin bir bilgi sunacağım.[5] Akif Hoca’nın para vakıfları ve muamele-i şer‘iyye ile ilgili tartışmalara dair anlatılanlarını okuyunca dogmatik muhafazakârlık ve taklitçiliğin şeyhülislamları bile ne hallere düşürdüğünü görüp, “Bunlar koskoca Osmanlı’da mı oldu?” diye hayıflanıyoruz. Kanaatimce Osmanlı devletinin çökmesine sebep olan zihin yapısını da gösteren bu bilgiler, Müslüman dünyanın bugünkü hallerinin birinci sebebinin ulema sorunumuz olduğunun delillerden biridir.

Verdikleri kredilerin getirileriyle kamu hizmetleri yapmak üzere kurulan Osmanlı para vakıfları bilhassa 16. yüzyıl Osmanlı uleması arasında ateşli tartışmalara sebep olmuştu. Şeyhülislam İbn Kemal (ö. 1534) para vakıflarının caiz olduğunu savunan bir risâle yazdı. Eski şeyhülislam Çivizâde 1545’ten sonra, taşınır malların vakfedilemeyeceği ve vakfedilen malın aynının vakfın mülkiyetinden çıkarılamayacağı gerekçesiyle para vakıflarına karşı çıktı ve bu vakıfların meşruluğunu savunduğu için (merhum) İbn Kemal’i şiddetle eleştirdi; hatta padişahı ikna edip, para vakıflarını yasaklayan bir ferman bile çıkarttırdı. Neyse ki, [yönetim nezdinde ulemanın da üstünde itibar gören sufiyyeden] Sofyalı Bâlî Efendi padişaha para vakıflarının verdiği hizmetleri anlatmış da yasak kalkmıştı.[6] O sırada şeyhulislam olan Ebüssuud da bu vakıfların meşruluğunu savunan bir risâle yazmıştır.

Akif Aydın Hocamız, para vakıflarının en yaygın borç/kredi verme usullerinden olan muâmele-i şer‘iyye’deki uygulamanın ne kadar ‘şer‘î’ olduğunu da şöyle anlatıyor: “Bu yolla bir kimseye borç para verecek kimse [veya para vakfı, alacağı fazla paranın güya şeklen faiz olmaması için] genellikle önce ona [borç/kredi vereceği şahsa] bir malı vadeli olarak satmaktadır… [Diyelim ki] 10.000 liraya[7] ihtiyacı olana kredi verecek kimse [veya para vakfı], bir sene sonra ödenmek üzere 11.000 liraya bir malı satmakta, sonra aynı malı 10.000 liraya peşin olarak geri almaktadır. Böylece ihtiyacı olan kimse 10.000 liraya kavuşmuş, karşı tarafa da görünüşte satım akdinden doğan 11.000 lira borçlanmıştır.”[8]

Düşünebiliyor musunuz: Şeyhulislâm İbn Kemal, “muâmele-i şer‘iyyenin hileli bir yol olduğunu ve bundan hasıl olan kârın haramlığını savunan kimselerin kâfir olup imanlarını yenilemeleri, bu inançtan dönmedikleri takdirde de idam edilmeleri gerekeceğini” ileri sürmüştür.[9] Bu garip formülleri üretenler de buna karşı çıkanlar da koca koca şeyhülislamlar, âlimler! Daha ilginç olanı şudur ki, hepsinin referansı da sekiz yüzyıl önce yaşamış olan Ebû Hanîfe ve ondan farklı düşünen, farklı çözümler üreten öğrencileri İmam Muhammed, İmam Ebû Yusuf, İmam Züfer’dir.[10] Asırlar önceki bu insanların Osmanlı toplumlarının sorunlarını çözecek akılları, fikirleri, yetkileri vardı; ama hepsi de şeyhülislamlık yapmış olan İbn Kemal’in, Çivizade’nin, Ebüssusud’un, Lâle Devri’nin meşhur şeyhülislâmı Yenişehirli Abdullah Efendi’nin kendi devirlerinin iktisadi sorunlarını çözmeye yetecek akılları yok!

Keşke ulemamız, o zengin bilgilerini ve parlak zekâlarını –Akif Hoca’nın tabiriyle- faizli kredi işlemini sureta gizlemek[11] için hileler aramak yerine, ümmetin hayrına olan dürüst ve ahlaka uygun çözümlere kullansalardı, belki de Osmanlı devleti gözlerinin önünde çökmezdi.

 

Kaynakça

[1] Geçmişten Bugüne Müslüman Toplumlarda Para ve Faiz: Gerçeklik-Algı-Kuram-Uygulama (Editör/Proje sorumlusu İbrahim M. Turhan), İstanbul 2023, s. 66.

[2] Aynı eser, s. 67.

[3] Aynı eser, s. 323

[4] Mesela bk. Kur’an: Bakara 2/245; Mâide 5; Hadîd 57.

[5] Ankara 2020, s. 131-148.

[6] Tahsin Özcan, “Sofyalı Bâlî Efendi’nin Para Vakıflarıyla İlgili Mektupları”, İslâm Araştırmaları Dergisi, Sayı 3 (1999), s. 129 vdd., özellikle 154; M. A. Aydın, anılan eser, s. 133-135.

[7] Demek ki eserin yayımlandığı 2020 yılında 10.000 lira hatırı sayılır bir paraymış!

[8] M. A. Aydın, aynı eser, s. 143.

[9] M. A. Aydın, aynı eser, s. 136.

[10] Bu referansların geniş bir özeti ve değerlendirilmesi için bk. Emrullah Dumlu, “XVI. Yüzyıl Osmanlı Uleması Arasında Para Vakıfları Etrafında Cereyan Eden Tartışmalar (Ebussuûd, İbn Kemal – Çivizâde, Birgivî)”, İlâhiyât, yıl: 2015/2, sayı: 44, s. 312, 319, s. 303-337.

[11] M. A. Aydın, aynı eser, s. 143.

Mustafa Çağrıcı
Mustafa Çağrıcı
1950 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinde doğdu. 1963 yılında İlkokuldan, 1969’da Sivas İmam-Hatip Lisesi’nden, 1973’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden (bugünkü M. Ü. İlahiyat Fakültesi) mezun oldu. 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Lisansüstü çalışmalarına başlayan Çağrıcı, 1982 yılında M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktor, aynı yıl M.Ü. İlâhiyat Fakültesi'nde Yardımcı Doçent, 1990’da Doçent, 1996'da Profesör oldu. M.Ü. İlâhiyat Fakültesindeki görevi yanında, Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı, 46 cilt olarak tamamlanmış bulunan İslâm Ansiklopedisi’nde “İslâm Düşüncesi ve Ahlâk İlim Heyeti Başkanı”, yazar ve redaktör olarak kesintisiz 32 yıl çalıştı. 2003 yılında başlamak üzere sekiz yıl İstanbul Müftüsü olarak görev yaptı. M.Ü. İlâhiyat Fakültesi’nden emekli olan Çağrıcı, halen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’ndeki hocalığı yanında, Üniversite bünyesindeki Kur’an Araştırma Merkezi’nde (KURAMER) Bilim Kurulu Üyesi ve Yayın Kurulu Başkanı olarak bilimsel faaliyetlerini sürdürmekte, günlük bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır. Prof. Çağrıcı’nın İslâm felsefesi, ahlâk ve genel olarak İslam ve ilâhiyat konularına ilişkin kitap, makale, bildiri, konferans metni, ansiklopedi maddesi gibi çok sayıda bilimsel çalışmaları bulunmaktadır. Bunlar arasında 4 ciltlik “Muhtasar İhyâu Ulûmi’d-Dîn tercümesi” ve –dört kişilik bir komisyonun hazırladığı- 5 ciltlik bir Kur’an tefsiri de vardır.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

İdeolojik ve Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık

İslamcılık ve İslam Uzmanların belirttiklerine göre, bilhassa siyasi ve toplumsal kriz dönemlerinde bazı arayışların ortaya çıktığı ya da zaten...

İslam Kültüründe ‘Hürriyet’ Kavramının Anlam Gelişimi

Her ne kadar Türkçedeki ‘özgürlük’, İngilizcedeki ‘freedom’ ve Fransızca’daki ‘liberté’ karşılığı olarak günümüz Arapçasında ‘el-hurriyye’ (hürriyet) kelimesi kullanıyorsa...

İslam Düşünce ve İlim Geleneğinde Ahlakın Serüveni ve Sonuçları

Öncelikle belirteyim ki, Müslüman dünyanın çağdaş uygarlıkta geri kalmışlığının en önemli sebeplerinden birinin bu dünyada kronik hale gelmiş...

Kader–Hür İrade Tartışmalarının Başlamasında Siyasetin Rolü

‘Kadere iman’ ilk defa ne zaman, hangi şartların etkisiyle ve kimler tarafından benimsendi ve sonuçta bütün Sünnî dünyada...

İslam Kültüründe Sünnet–Bid‘at ya da Muhafazakârlık–Yenileşme Gerilimi

Bid‘at kelimesinin Arapçadaki sözlük anlamı “yenilik”tir; İslam kültüründe ‘bid‘at’in karşıtı olarak kullanılan sünnet ise “adet, gelenek” anlamına gelir. Her iki...