İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü artık sürdüremeyeceği belli olmuştu. Benzer şekilde Alman işgaline uğrayan Fransa da eski ayrıcalıklı ve güçlü konumunu bilhassa ekonomi-politik düzeyde sürdüremeyecekti. 1945 San Francisco Konferansı’yla kurulan Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi’ndeki beş daimi koltuktan birer tanesi Londra ve Paris’e verilse de, 1946-47 yılları her iki ülke açısından da yeni dönemin ilk işaretlerini vermeye başladı.
Fransa 1936’da kâğıt üzerinde bağımsızlık verdiği ama işgal altında tutmayı sürdürdüğü eski mandası Suriye’den, 1946’da son askeri birliklerini de çekerek çıkmak zorunda kaldı. Britanya ise onyıllarca süren bağımsızlık mücadelesine direnemedi ve Ağustos’ta 1947’de Hindistan’dan çekildi.
Filistin’in Taksim Planı ve Tarihin Kırılış Anları
Fakat 1947’nin küresel ölçekte belki de en kritik gelişmesi, Britanya’nın 1917’den beri elinde tuttuğu Filistin’den çekilmek üzere BM’yi bilgilendirmesi ve Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nun, Filistin’i biri Yahudi, diğeri Arap olmak üzere iki devlete bölen 181 No’lu Taksim Planı’nı kabul etmesi oldu. O karardan sonra Ortadoğu’da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
19. yüzyılın son çeyreğinden beri bir plan dâhilinde Filistin’e göç eden ve Siyonizm gibi dini/milliyetçi bir devlet kurma projesine sahip olan Filistin’deki Yahudi toplumunun (Yişuv) politik entitesi Yahudi Ajansı, hemen planı kabul ettiğini bildirdi. Nüfus olarak azınlıkta olmalarına rağmen Filistin topraklarının yarısından fazlası savaşsız şekilde bir Yahudi Devleti’ne dönüşecekti bu planla; kabul etmeleri makul olandı. Ancak hem Filistin Arapları hem de yeni kurulan (1945 Mart) Arap Birliği bu planı kesin olarak reddetti ve Filistin’in bölünmesine izin vermeyeceklerini açıkladı. Bu andan itibaren Filistin’de Arap-Yahudi toplumları arasında silahlı çatışmalar ve komşu Arap ülkelerinin de müdahil olduğu bir bölgesel savaş başladı. Ardından savaşın ortasında, Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğunun resmen ilan edilmesiyle Arap-Yahudi ihtilafı oldukça zorlu bir evreye girdi.
İlk baskısı 1971’de yapılan ve Türkçeye ilk kez 1973’te çevrilen, Larry Collins ve Dominique Lapierre’in detaylı ve titiz araştırması Kudüs… Ey Kudüs (O Jerusalem!), tam da bu fevkalade dikkat çekici ve hassas altı ayı odağına alan, 1947-48’deki kritik evreyi Kudüs merkezli olarak anlatan, popüler tarih alanında da şimdiden klasikler arasında giren, belgesel bir anlatı. Bu yazıda, Lapierre & Collins’in kitaptaki izleğini takip ederek, sözkonusu dönemde Arap ve Yahudi tarafında dikkat çekici bazı noktalara atıf yapacak ve 1948’in bu kritik ilk yarısını yeniden okuyucunun dikkatine getireceğim.
İç savaştan bölgesel savaşa: Filistin’in bölünmesi ve İngilizler
Kasım ayının sonunda BM Genel Kurulu’nun taksim planını kabul etmesiyle birlikte, Londra’nın da altı ay içinde Filistin’den resmen çekileceğini açıklamasıyla, henüz İngiliz yönetimi ve askerleri bölgedeyken tam bir kaos ortamı doğdu. İki taraf da İngilizlerin çekilmesi sonrası Filistin’e hâkim olma hedefindeydi ve mümkün olduğunda çok toprağı kontrol etmeye odaklanmıştı. Zira taksim planı iki tarafı da tam olarak tatmin etmekten uzaktı; Araplar, karşı tarafın payına düşen toprakları adaletsiz bulmanın ötesinde, bir Yahudi Devleti’nin (İsrail ismi 14 Mayıs’a kadar henüz kullanımda değildi) kurulmasına şiddetle karşı çıkmaktaydı. Yahudiler ise dört taraftan kendilerine düşmanlık eden Arapların arasında bir ölüm-kalım savaşına girmeden bir devlete sahip olamayacaklarının farkındaydı. Bir savaş için bütün şartlar hazırdı.
Aralık 1947’nin ilk günlerinden itibaren iki cemaat arasındaki gerginlik çatışmalara dönüştü ve hızla şiddetlendi. Araplar nüfus olarak daha kalabalıktı, Filistin’e komşu coğrafyada Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak, Mısır gibi kendilerini destekleyen, düzenli orduya sahip Arap Birliği üyesi dost ülkelerle çevriliydi. Şam, Beyrut, Amman ve Kahire çatışmaların başından itibaren Filistinlilerin yardım için beklentiye girdiği öncelikli merkezler oldu. Ancak Aralık 1947 – Mart 1948 arasında, yani Filistinli Arapların Yahudilerle birebir karşı karşıya geldiği dönemde, Filistinlilerin merkezi bir liderliği yoktu. Savaş zamanı Almanya’yla açıkça işbirliğine giren ve o sırada Kahire’de Kral Faruk’un koruması altında yaşayan, “Kudüs Müftüsü” unvanlı Hacı Emin el-Hüseynî’ye kendi cemaati ve Arap ülkeleri arasında bile tam destek yoktu.
Mısırlı yönetici ve askerler yaklaşan tehlikenin farkında değildi, daha ziyade kuru hamasetle olaya yaklaşmaktaydı. Bilhassa Suriyeli subaylar arasında Kudüs’teki direniş ve Yahudileri şehirden sürme fikrinin taraftarları vardı ki Şam bu yöndeki Arap milliyetçisi gayretin öncü şehrine dönüşmüştü. Şerif Hüseyin’in oğlu Ürdün Kralı Abdullah’ın Yahudi Ajansı ile temasları vardı ve el-Hüseynî ile Mısır Kralı’nın içinde olduğu bir savaşa soğuk bakıyordu. Abdullah’ın yeğeninin kralı olduğu Iraklılar ise düzensiz birlikler (ve çoğu yağmacılığa meyilli başıbozuklar) halinde Kudüs’te ayrı bir baş çekmekteydi. Müftü’nün subay kökenli yeğeni ve Filistinliler arasında karizmatik bir figür olan Abdülkadir el-Hüseynî, Kudüs’teki silahlı birliklerin başına getirildi. Ancak Suriyeli ve Iraklılar daha ziyade kendi başlarına hareket etmeye eğilimliydi.
Yahudiler İngiliz mandası altında kendi hükümet benzeri yapılarını ve ordu benzeri silahlı yapılarını kurmuşsa da, Araplar böylesi bir sona hazırlanmamıştı. Filistinlilerin düzenli birlikleri yoktu; sayıca çok, ancak organizasyon açısından fevkalade dağınık ve zayıf durumdaydılar. Yahudi tarafında Haganah gibi doğrudan Yahudi Ajansı’nın başındaki David Ben Gurion idaresinde bir düzenli birlik, ayrıca İrgun ve Lehi (Stern) gibi çete tarzı terör örgütleri aktifti. Yahudiler, Avrupa’daki Holokost sonrası kendilerine gösterilen sempati ortamında Avrupa ve ABD’de politik ve diplomatik destek bulabiliyor, sahip oldukları lobi ve networkler sayesinde her iki kıtada bol miktarda finansal desteğe, savaşçı kapasitesine ve (savaş uçakları dâhil) silaha erişebiliyordu. Arapların sayıca üstünlükleriyse; hem organizasyon kabiliyetlerinin zayıf olması hem de merkezi liderlik ve Arap başkentleri arasındaki birbirine güvensizlik, öne çıkma yarışı ve prestij kaygısı nedeniyle sahada somut bir sonuç üretmekten uzaktı.
İsrail’in ilanına giden yolda kritik dönüm noktaları
Bu şartlarda Kudüs ve diğer Filistin şehirlerindeki Arap girişimleri birbirinden kopuk, yetersiz ve disorganize kalmaya mahkûmdu. Haganah, Plan Dalet (Plan D) kapsamında Arap köyleri ve kasabalarını ele geçirerek, Yahudi devleti için stratejik koridorlar oluşturdu. Irgun ve Lehi gibi iki terör örgütü Nisan 1948’de Deir Yasin köyünde yüzden fazla silahsız Arap köylüyü katlederek büyük bir tedhiş dalgası yaydı, sonradan Nekbe olarak anılacak panik ve büyük göç bu korkunç trajediden sonra başladı. Bu toplu göç, Filistin içerisinde bir Arap direnişinin örgütlenebileceğine olan son umutları da hızla tüketti; artık Kudüs ve birkaç büyük şehirde tutunmak dışında bir çare görünmüyordu.
14 Mayıs 1948 tarihinde İngilizlerin Filistin’den çekileceği belli olunca, manda idaresinin merkezi Kudüs’teki kritik mahalleler ve kampüs/binaların hangi tarafın hâkimiyetine geçeceği konusunda büyük bir mücadele başladı. İngilizlerin bu süreçte her şeyi doğrudan Yahudilere devrettiği iddialarının asılsız olduğu, kitapta onlarca örnekle izah edilir. Kişisel ilişkiler (zaman zaman kadın-erkek ilişkilerindeki jestler), rüşvet, ikna, casusluk, diyalog, baskı, tehdit gibi çok sayıda usulle Yahudiler çekilme öncesi çok daha iyi hazırlık yapabildi ve çekilmenin hangi binadan saat kaçta gerçekleşeceğine kadar oldukça kritik bilgileri elde edebildi.
Arapların bu alanda da hazırlıksız yakalanmaları mevzubahisti. Sonuçta İngilizler çekilir çekilmez en kritik devlet binaları, caddeler, mevziler, karakollar, kampüsler kolaylıkla Yahudilerin eline geçti. Birkaç Arap’ın kişisel gayreti ise çok az sayıda hükümet binasının ellerine geçmesini netice verebildi, ancak onları da ellerinde tutabilmeleri mümkün olmadı.
Kitapta 14 Mayıs tarihinde Ben Gurion’un, devletin ilan edileceği basın toplantısını gerçekleştireceği saatin belirlenmesinden Kudüs’teki Yahudi direnişinin organizasyonuna kadar, din ve din adamlarının belirleyici rolüne dair çok sayıda örnek var. Bilhassa Siyonizm’e mesafeli duran din adamları ve dindar cemaatlerin, Mesih gelene kadar devletin kurulmaması ve Araplarla barış içinde yaşamaya devam edilmesi istikametindeki geleneksel görüşleri, çatışmalar sırasındaki isteksiz tutumları ve dua etme ancak çatışmalara katılmama yönündeki tutumları, üzerinde pek durulmayan ilgi çekici detaylar sunuyor.
Keza bu süreçte Londra’nın devlet ilanının ertelenmesi için diretmesi, Ben Gurion ve diğer Yahudi liderleri buna ikna etmeye uğraşması, Araplarla arasını bozmadan iki tarafı da idare etmeye çalışması dikkat çekici detaylarla anlatılıyor. ABD’nin Başkan Truman döneminde Yahudi lobisiyle ilişkileri, sürekli değişen mesajlar ve yönetim içindeki güç mücadeleleri, tanıma kararına giden süreçte yaşanan tartışmalar ve sonunda alınan “ilk tanıyan ülke olma” kararı gibi kritik süreçler, ABD yönetimi ile Yahudi liderler arasındaki ilişkiler üzerinden ele alınıyor.
Araplar Açısından Bir Başarısızlık Örneği: 1948
1947 Kasım’daki Filistin’in kaderine karar veren BM oylamasından, 14 Mayıs 1948’te İsrail Devleti’nin kuruluşuna giden süreçte Yahudi tarafının dört temel alanda daha organize ve başarılı olduğu tespitinde bulunmak yanlış olmayacaktır:
a) Yahudi toplumunun (Yişuv) Haganah, Irgun gibi silahlı gruplarla oldukça koordineli ve organize şekilde hareket edebilmesi
b) ABD ve Sovyetler Birliği’nden alınan diplomatik ve askeri desteğe ilaveten, İngilizlerin zaman zaman Araplarla Yahudiler arasında yön değiştiren desteğinin son düzlükte Yahudiler lehine silah ambargosu ve kritik bir ateşkesle nihai sonucun belirlenmesinde önemli rolü
c) Nazilerin Holokost uygulamalarının ardından Batı’da oluşan sempatiyi devlet kurma motivasyonuna desteğe kanalize eden Yahudilerin, “varoluş mücadelesi” söylemine tutunarak uluslararası kamuoyu nezdinde propaganda ve psikolojik üstünlük elde edebilmesi
d) Filistin’deki Yahudi kibbutzları ve yerleşimleri stratejik bir planlamayla birbirine bağlayan Yahudilerin, Kudüs’ün ve kibbutzların savunmasında da ciddi bir organizasyon ve disiplin becerisi ortaya koyabilmesi.
Buna karşılık Araplar, kendi aralarındaki ihtilaf ve koordinasyonsuzluklardan eğitim ve lojistik alanındaki eksikliklerine, düzenli bir ordusu olmayan Filistinlilerin tamamen dış güçlere bağımlı kalmalarına kadar bir dizi olumsuzlukla karşı karşıyaydı. İlaveten en donanımlı özel birlik olan İngiliz Glubb Paşa idaresindeki Ürdün kuvvetlerinin (Arap Lejyonu) de Kral Abdullah ile İsrail arasındaki gizli pazarlıklar sonucu Batı Şeria’yı ilhak etmeye odaklanması durumu tamamen tersine çevirdi. Bu nedenle nüfus üstünlüğü ve coğrafi dezavantajlarına rağmen, İsrail zor da olsa bu beş Arap devletinin (Lübnan, Mısır, Ürdün, Suriye, Irak) güçlerini alt edebilmeyi başardı ve Mayıs 1948’den sonra da bu üstünlüğünü bir daha kaybetmedi.
İsrail’in bu neticeye ulaşmasında, savaşın safahatı açısından iki kritik faktör önemli rol oynadı. Öncelikle başta Çekoslovakya olmak üzere Avrupa ülkeleri ve ABD’den gelen/satın alınan yoğun silah ve mühimmat stoku, askeri dengeyi bariz şekilde Yahudilerin lehine çevirdi. İsrail’in eğitimli silahlı birlikleri de bu avantajı Araplar aleyhine daha da derinleştirdi. İkinci olarak silah bakımından İngilizlere bağımlı olan Araplar, Londra’nın Mayıs ayından sonraki silah ambargosu kararından olumsuz etkilendi ve alternatif tedarik kanalları da bulunmadığı için İsrail kadar silahlanamadı; bu nedenle baştaki avantajlarını da yitirmeye başladı.
11 Haziran – 9 Temmuz 1948 tarihleri arasındaki bir aylık ateşkes, yeni kurulan İsrail Devleti’ne hem çökmek üzere olan Kudüs kuşatması hem de silah desteği açısından tarifsiz bir fırsat verirken, birleşik Arap orduları ateşkes öncesi durumlarının da gerisine düştü. Arap tarafında sadece Irak ve Mısır ordusuna katılan ilave 10 bin kişilik taze güç sözkonusuyken silah ve cephane açısından yerinde saydı. İsrail ise savaş alanına artık 60 bin kişilik asker sürebiliyor, silah stoku açısından (bombardıman uçakları dâhil) ilk kez büyük bir üstünlük elde ediyordu.
Nitekim bu kısa ateşkes dönemindeki her bir saati verimli şekilde değerlendiren Ben Gurion, bu kısa ateşkes dönemini yıllar sonra anlatırken şu ifadeleri kullanacaktı: “Kazandığımızı biliyordum, artık bizi yenemezlerdi… Bir tek korkum vardı, o da 9 Temmuz’dan sonra Arapların ateşkesi uzatma teklifini kabul etmesiydi.”
***
Lapierre & Collins’in bu belgesel anlatı / yarı-kurgusal roman unsurları taşıyan kitabında 1948’deki süreçlere dair çok sayıda detay seviyesindeki bilgi de dikkatimi çekti ki her birinin üzerinde ilerleyen dönemde ayrı ayrı durmayı planlıyorum. Bunlar arasında örneğin, dindar Yahudiler arasında savaşa karşıtlık ve askerlik yapmama yönünde Ben Gurion üzerinde kurulan baskı, nihayetinde yapılan pazarlıklarla belirli günlerde silah almadan sadece nöbet tutarak savunmaya katılma yönünde varılan uzlaşı dikkat çekici; bu dindar damar daha sonra İsrail siyasetinde önemli bir ol oynayacaktı. Menahem Begin’in Deir Yasin katliamını yapan terör örgütü Irgun’un İsrail silahlı kuvvetleri (ilk hali Haganah) emrine girmemek için verdiği mücadele ve 20 Haziran 1948’de neredeyse devlet, yıkacak bir askeri darbeye kalkışması, Tel Aviv’de yarım gün kadar hâkim olmaları, ardından sert şekilde darbenin bastırılması da keza Begin’in sonraki dönemde iç siyasette oynayacağı rol açısından kritik.
İsraillilerin “Bağımsızlık Savaşı” olarak andıkları çatışmaların sonunda, altı bin Yahudi öldü ki nüfusa oranla bu rakam, Fransızların II. Dünya Savaşı boyunca verdiği kayıptan daha büyük bir orana tekabül eder. Savaş sonunda 1947 Kasım’daki taksim planına nazaran İsrailliler Araplara bırakılan 1.000 km2 toprak ve 112 köyün sahibi olurken, tüm Arap orduları ise Yahudi devletine bırakılmış 350 km2 toprakla 15 köyü elde edebildi. Ancak asıl büyük trajedi, sayıları 700 bin ile 1 milyon arasında değişen Filistinli Arap nüfusun topraklarını kaybedip vatansız kalmalarıydı ki bu zorunlu göç olgusu daha sonra çok daha büyük sorunların kapısını aralayacaktı.