Muhammet Bin Zahir: Sayın Dr. Haldun Nebvani, felsefe ile edebiyat arasındaki ilişki gibi önemli bir konuyu tartışmak üzere bu röportajda size hoş geldiniz diyorum. Edebi türler, felsefi ifadelerin bir aracı olmanın yanı sıra felsefi kavramları basitleştirip aktarmada bir araç olarak kabul edilebilir mi?
Haldun Nebvani: Bu soruya yanıt vermek için önce “felsefi ifade” kavramının anlamını sorgulamalıyız. Tek bir felsefi ifade biçimi var mıdır? Başka bir deyişle, felsefeyi diğer disiplinlerden ayıran tek bir felsefi dil mevcut mudur? Başlangıç olarak, felsefenin dilinin kanıtlayıcı, akılcı ve argümantatif olduğunu, tartışma (diyalektik), neden-sonuç ilişkileri ve mantık kurallarına dayandığını söyleyebiliriz. Bu, Aristotelesçi okulun felsefenin diline dair hâlâ baskın olan anlayışıdır. Bu anlayış, felsefenin bir kimlik kazandığını ve bu kimliğin belirli sınırlarla tanımlandığını ima eder. Yani, bu sınırların dışına çıkan her şey felsefi dil olmaktan çıkar ya da bir sapma olarak görülür. Bu nedenle, felsefe hocalarının çoğu, edebi ifade araçlarının felsefeye zorla dahil edildiğini ve felsefenin dilini bozduğunu düşünür. Bu yüzden belagat, şiir ve hayal gücünü felsefenin sınırlarının dışına atmaya çalışmışlardır. Aristoteles’in akıl ve Organon adlı eserine dayalı bu anlayış, felsefi söylemi akıl, kanıt ve mantıkla ilişkilendirmiş; bu da rasyonel argümanlar, tartışma ve pragmatik diyalogları içerir. Felsefe tarihi, Sokrates’ten Habermas’a kadar bu dilin örnekleriyle doludur.
Ancak, diğer yandan, bu sınırlar felsefi söylemi tekelleştirir mi? Şüphesiz, pek çok özgün felsefi metin, bu kalıplara karşı çıkmış, hatta bazen bu kalıpları yıkmıştır. Sokrates öncesinde şiir, felsefi ifade için mükemmel bir araçtı. Platon, şiiri felsefeden dışlasa da sık sık Homeros’un şiirlerine ve teatral anlatım tekniklerine başvurmuştur. Herakleitos bir şairdi ve oluş felsefesini şiirsel bir şekilde ifade etti. Hatta Parmenides bile varlığın durağanlığına dair oldukça soğuk olarak algılanabilecek fikrini bir şiir formunda sundu.
Sokrates, sofistlerin belagatine derinden karşıydı, ancak kendisi de bir bakıma onların içindeydi. Onlardan yalnızca ironi tarzıyla, akıl, argüman ve kanıt kullanımında ayrılıyordu, ama yine de son derece belagatliydi. Platon ile Sokrates arasındaki karmaşık ilişkinin ötesine geçersek, Platon’un Sokrates’in diyaloglarını teatral bir üslupla yazdığını görürüz. Platon’un mektuplar dışındaki tüm eserleri, teatral diyaloglardır ve belagatli yazının koşullarını yerine getirir: karakterlerin canlandırılması, diyalogların geçtiği sahne dekoru, hatta ses ve ışık efektleri metin olarak yazılmıştır. Platon’un diyaloglarında mitolojiye, Homeros’un şiirlerine ya da Aristofanes gibi diğer Yunan şair ve oyun yazarlarına göndermeler bulmak zordur. Şiir, Platon’un metinlerinde yalnızca bir alıntı olarak değil, felsefi bir dil olarak da farklı oranlarda yer alır. Örneğin Phaedrus’ung gençlik diyalogları, , daha belagatli, güzel ve hafifken, yaşlılık diyalogları daha ağırdır. Örneğin, “Sokrates’in Savunması” trajedisi gibi Phaedrus diyaloğu da son derece şiirsel, hafif ve zariftir.
Peki, Aristoteles’ten beri felsefenin tek geçerli dili olarak kabul edilen metafizik akıl diline tamamen karşı çıkan Nietzsche’nin dili ne olacak? Nietzsche, özellikle akademik görevlerinden istifa edip felsefi tefekkür ve yazıya odaklandığında, bu geleneğin dışına çıktı. Özellikle “Zamansız Düşünceler” üçlemesinden sonra, “İnsanca Pek İnsanca” eserinden başlayarak “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te şiirsel doruğuna ulaştı. Bazı akademisyenler, Nietzsche’nin Aristotelesçi felsefe dilinden saparak, felsefenin sabit rayları gibi görülen dil kurallarını terk ettiği için filozof olmadığını savundu. Örneğin, Yusuf Kerem, Nietzsche’yi yalnızca “filozoflar arasına zorla sokulmuş doğal bir filozof” olarak gördü. Ancak Nietzsche’nin dili, Sokrates öncesi felsefi dilin bir yeniden canlandırılmasıydı. Ondan sonra, belagatli ve şiirsel ifade, kendi savunucularına sahip bir okul haline geldi.
Felsefi metindeki edebi unsurları ortaya çıkarmada en iyi çalışan kişi, Jacques Derrida ve onun Amerikalı yapıbozumcu takipçileri, özellikle Jonathan Culler olmuştur.
Muhammet Bin Zahir: Bazı edebi eserler, açıkça felsefi bir niyetle yazılmamış olsalar bile felsefi olarak kabul edilebilir mi?
Haldun Nebvani: Şüphesiz, yapıbozumculuk bu alanda önemli katkılar sağlamıştır. Derrida, felsefi ve akılcı olanın içindeki edebi ve belagatli unsurları açığa çıkararak birçok felsefi metni edebi eleştiriye tabi tutarken, Jonathan Culler edebi metinlerdeki felsefi unsurları ortaya çıkarmaya davet etmiştir.
Ancak bu yapıbozumcu kazıların ötesinde, sorunuza olumlu yanıt verebiliriz: Evet, bazı edebi eserler, doğrudan bunu hedeflemese de felsefe ve psikoloji üzerinde büyük etkiler yaratmıştır. Sophokles, “Kral Oidipus” tragedyasını yazarken yalnızca bir Yunan tragedyası ve muhteşem bir tiyatro metni yazıyordu; bu metnin felsefi ve psikolojik analizlere yol açacağını düşünmemişti. Aynı şekilde, Shakespeare “Hamlet”i yazarken felsefi bir metin değil, trajik bir tiyatro eseri yazıyordu, ancak bu eser, gücünü ve özgünlüğünü filozofların zihinlerine dayattı. Homeros’un “İlyada” ve “Odysseia”sından Milan Kundera’nın romanlarına, Sophokles’in tragedyalarından Shakespeare, Dostoyevski, Kafka ve Camus’nün eserlerine kadar birçok metin, filozoflar için bir yorumsal hazine olmuştur.
Muhammet Bin Zahir: Freud ve diğerlerinin Sophokles’in “Kral Oidipus”u ve Dostoyevski’nin “Öteki”sinden teorilerini türettiklerini hatırlıyorum. Bir filozof, edebiyattan nasıl faydalanabilir?
Haldun Nebvani: Freud’un, “Oidipus Kompleksi” gibi fikirlerini geliştirirken Sophokles’in “Kral Oidipus”u, Shakespeare’in “Hamlet”i ve Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”i gibi büyük edebi metinlerden yararlandığından beri, edebiyatçılar da felsefi akımları ve fikirleri öğrenerek roman ve tiyatro eserlerinin yapısını bu fikirler üzerine inşa etmeye başlamışlardır. Bu, edebiyatın mı yoksa felsefenin mi diğerinden daha fazla yararlandığına dair basitleştirilmiş bir tartışmayı doğurmuştur. Şüphesiz, her ikisi de birbirinden büyük ölçüde faydalanır. Freud’un edebiyatı psikanalize nasıl dahil ettiğini konuştuk, ancak bir filozofun edebiyattan yararlanmadan fikir inşa etmesi zordur. Örneğin, Platon, Yunan şair ve oyun yazarlarını sıkça anar. Ortaçağ İslam felsefesinde, İbn Sina, İbn Tufeyl ve Suhreverdi’nin “Hayy ibn Yakzan” hikâyesini kullandığını görürüz. Marx, Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”sunu ve Shakespeare’in birçok oyununu felsefi, ekonomik ve devrimci fikirlerini inşa etmek için kullanmıştır. Filozofların edebiyattan yararlandığına dair örnekler vermek gereksiz derecede açık bir gerçektir. Öte yandan, bazı edebiyatçılar felsefeyi ciddiyetle okur ve filozofların fikirlerini eserlerinde kullanır. Örneğin, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov’un, bir tefeci kadını öldürdükten sonra yaşadığı ezici suçluluk duygusu ile Hegel’in “Fenomenoloji”de kutsal hayatı yok etmenin cezası üzerine formülasyonu arasında bir bağ kurdum. Araştırmalarım, Dostoyevski’nin Hegel’in felsefesini okuduğunu ve bu fikri romanında kullandığını doğruladı. Kafka’nın korku dolu eserleri ile Kierkegaard’ın karamsar felsefesi arasındaki benzerlik de tesadüf değildir; çünkü Kafka, Kierkegaard’ı okumuştu ve her ikisinin eserlerinde baskın bir baba figürünün varlığı-yokluğu teması göze çarpar. Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanı, Aristoteles’in “Poetika”sının Arapça çevirilerinden gelen karmaşık bir kurguya dayanır. Kundera’nın romanlarında ise hafiflik-ağırlık, ölüm-ölümsüzlük ve gülme gibi felsefi kavramlar açıkça görülür.
Muhammet Bin Zahir: Bir edebi eser, bir felsefi sistemi kökten eleştirebilir mi?
Haldun Nebvani: Hem evet hem hayır. Evet, çünkü edebiyat sıklıkla ideolojileri eleştirir; düşünce katılaşarak akışkanlığını yitirdiğinde ideolojiye dönüşür. Örneğin, George Orwell, “Hayvan Çiftliği”nde Stalinist Marksizmi ve Sovyet sistemini eleştirerek çöküşünü öngörmüş, “1984”te ise totaliter “gözetim ve cezalandırma” sistemini hedef almıştır. Evet, çünkü edebiyat, “çağın ruhunu” felsefeden önce ifade eder. Modern edebiyat, modern düşüncenin atomize olmuş, karamsar krizini, ilahi garantinin kaybolduğu bir dünyada erken dönemde yansıtmıştır. Kafka’nın eserleri, modern Batı düşüncesi ve toplumunun dönüşümlerini sembolik bir şekilde ifade etmiştir. Öte yandan edebi bir eser felsefi bir sistemi kökten eleştiremez, bir edebi eser bir felsefi paradigmayı yıkamaz; çünkü bu tür bir değişim, içeriden felsefi bir metinsel yapıbozum gerektirir. Edebiyat, dışarıdan eleştirir, kusurları gösterir ve filozofu sistemindeki sorunlara dikkat etmeye yöneltir, ancak felsefenin dışında kalır.
Muhammet Bin Zahir: Değerli hocam, modernite kavramı üzerinde uzun süredir çalıştınız. Edebiyat, farklı felsefi bağlamlarda özne ve kimlik anlayışımızı yeniden şekillendirmede nasıl bir rol oynar?
Haldun Nebvani: Şüphesiz, edebiyat bu konuda felsefeden önde gider. Modern ve postmodern edebiyat, toplumsal, estetik ve kişisel ilgi alanlarındaki değişimleri ve bireyin başkalarıyla ve dünyayla ilişkisine dair algıların dönüşümünü felsefeden önce ifade etmiştir. Örneğin, “postmodernizm” kavramı, Jean-François Lyotard tarafından felsefi olarak formüle edilmeden önce edebiyat ve edebi eleştiride ortaya çıkmıştır. Edebiyat eleştirmeni Ihab Hassan, “Orpheus’un Parçalanması: Postmodern Edebiyata Doğru” adlı kitabında, Batı romanından yola çıkarak sembol ve öznenin yeniden şekillenmesini ve kimliğin parçalanmasını öngörmüştür. Hassan, modernite ile postmodernite arasındaki kavramların değişimini listeler: amaç yerine oyun, kapalı metin yerine açık metin, hiyerarşi yerine anarşi, mantık yerine belagat, tamamlanmış eser yerine açık süreç, yaratım yerine anti-yaratım, bütünlük yerine yapıbozum, sentez yerine anti-sentez, varlık yerine yokluk, merkez yerine dağınıklık, tür yerine metin ve metinlerarasılık, derinlik yerine yüzey, kök yerine rizom,[1] yorum ve aşırı yorum yerine yorumu reddetmenin, büyük anlatılar yerine küçük anlatılar, semptom yerine arzu, paradigma yerine değişken, paranoya yerine şizofreni, köken ve neden yerine fark ve iz, kutsal baba yerine hayalet vb. Bu listede, Deleuze’ün “rizom” ve “haz” gibi kavramlarının yanı sıra Derrida’nın “yokluk”, “oyun”, “yapıbozum” ve “fark” gibi terimlerinin postmodern edebiyat üzerindeki etkisi açıkça görülür. Edebiyatın felsefeye etkisi kadar, felsefe de edebi eleştiriyi etkilemiş ve bu karşılıklı etkileşim, Lyotard’ın postmodernizmin felsefi tezlerini oluşturmasında temel oluşturmuştur.
Muhammet Bin Zahir: Bazı filozof ve düşünürlerin fikirlerini şiir, roman, hikâye veya tiyatro metni gibi sanatsal formlarda ifade etme eğiliminin nedeni nedir? Bu soruyu sorarken aklımda El-Arabi, El-Habbabi, Belkeziz’in romanları, Taha Abdurrahman’ın şiirleri, daha öncesinde El-Ma’arri’nin “Risaletü’l-Gufran”ı, İbn Tufeyl’in “Hayy ibn Yakzan”ı, Suhreverdi’nin “Cebrail’in Kanat Sesleri” ve diğerleri var. Avrupa bağlamında ise Diderot’dan günümüze kadar pek çok örnek mevcut.
Haldun Nebvani: Pek çok filozof, felsefi fikirlerini edebi ve belagatli bir dille ifade etmiştir. Örneğin, Platon’un kendisi felsefeyi teatralleştirmiş, diyaloglarını bir tiyatro sahnesi gibi kurgulamış, karakterlerin ve atmosferin tasvirini yaparak diyaloglarını medeniyetin kahramanları gibi sunmuştur. İbn Tufeyl’in “Hayy ibn Yakzan”ı, felsefi romanın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilebilir. Örnekler saymakla bitmez, ancak Sartre, felsefi fikirlerini tiyatro, roman ve edebi makaleler aracılığıyla ifade eden en önemli filozoflardan biridir. Ancak tüm bu örnekler, edebi olan ile felsefi arasında bir tür aynasal ilişki veya karşıtlık barındırır, bu da Faslı filozof Abdüsselam Binabdülali’nin edebiyat eleştirmeni Abdülfettah Kilito ile yaptığı bir söyleşide dikkat çektiği bir noktadır.
Muhammet Bin Zahir: Dostoyevski, Goethe, Shakespeare ve Kundera gibi isimlerin eserleri, edebi türler altında sınıflandırılsa bile felsefi eserler olarak kabul edilebilir mi?
Haldun Nebvani: Evet, filozof olmayan, hatta filozoflar topluluğuna ait olduğunu iddia etmeyen bazı edebiyatçılar, felsefi derinlikte eserler üretmiş ve bu eserler filozoflar için önemli ilham kaynakları ve eleştirel yeniden değerlendirmeler sağlamıştır. Homeros ve Hesiodos’un destansı şiirleriyle başlayabiliriz, ancak Sophokles’in tragedyaları Freud’un “Oidipus Kompleksi” teorisini, Shakespeare’in “Hamlet”i Derrida’nın “hayaletimsi varlık” fikrini esinlendirmiştir. Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler”i derin felsefi sorularla doludur ve Nietzsche gibi pek çok filozofu etkilemiştir. Çağdaş bağlamda, Kafka ve Camus’nün eserleri de felsefe ve filozoflar üzerinde büyük bir etki yaratmıştır.
Muhammet Bin Zahir: Her filozofun bir şairi olduğu söylenir; yani filozof, şairde kendi dünya görüşünü bulur ve onu yansıtır. Felsefe ve edebiyat ilişkisi bağlamında, Platon’un şiire bakışı ve Heidegger’in yaklaşımı hakkındaki görüşünüz nedir?
Haldun Nebvani: Hayır, her filozofun bir şair olduğunu düşünmüyorum, aksi takdirde felsefe tarihindeki bu karmaşık ve gizemli ilişkiyi anlamak için bu kadar çaba sarf etmezdik. Daha önce belirttiğim gibi, Sokrates öncesi dönemde felsefe şiir aracılığıyla taşınıyordu; bu, Heidegger ve ondan önce Nietzsche tarafından beğenilen bir durumdur. Ancak Sokrates’in sofistlerle belagat ve akıl önceliği konusundaki mücadelesi, resmi ve akademik olarak Sokratesçi okulun zaferiyle sonuçlanmış ve belagat, aklın karşıtı veya zıddı olarak dışlanmıştır. Çoğu filozofun ne edebi bir üslubu ne de edebiyata ilgisi vardır; bu bir eksiklik değil, felsefenin çeşitliliği, zenginliği ve kendi tabularıyla kutsallarıdır. Pek çok filozof, şiiri aklın bir eksikliği olarak görür; bu, özellikle bizim kültürümüzde, şiirin baskın olduğu bir ortamda, felsefi yazıya aşırı ve abartılı bir şekilde şiir dayatıldığında haklı bir görüş gibi görünebilir. Bu durumda metin, ne tutarlı bir felsefi metin ne de yaratıcı bir şiir olarak barok bir hale gelir.
Platon’un şiire karşı bilinen tutumu, “Cumhuriyet” diyalogunda şairleri ideal devletinden kovmasıyla ilgili bir mitten ibarettir. Bu diyalogu yeniden okursak, Platon’un şiiri tamamen dışlamadığını, ancak ona çok dar koşullar ve sınırlar koyduğunu görürüz. Platon, gerçeği taklit eden ve yansıtan şiire karşı çıkar ve bunun Cumhuriyet’inde yeri olmadığını düşünür. Homeros’un bazı “mitlerini” toplumsal düzen için tehlikeli ve ruhu bozucu bulur, şairlerden yalnızca iyiliği anlatmalarını ve kötülükten bahsetmekten kaçınmalarını ister. Son olarak, şiirin akıl dışılığını eleştirir. Ancak Platon’un şiire karşı tutumunu yalnızca “Cumhuriyet”teki bu dar ve muhalif görüşle sınırlamak haksızlık olur. Diğer diyaloglarında, özellikle “Phaedrus” veya “Yasalar”da, şiir güçlü bir şekilde yer alır ve eleştirdiği Homeros’u fikirlerini desteklemek için sıkça anar.
Heidegger’in şiire (genel olarak edebiyata değil, yalnızca şiire) yaklaşımı ise Platon’un “Cumhuriyet”teki tutumundan tamamen farklıdır. Platon aklı belagatten daha üstün tutarken, Heidegger şiiri, gerçeği ifade etmede felsefeden önde görür. Heidegger’e göre şiir, felsefeyi yönlendirir ve onun önündedir. “Hölderlin ve Şiirin Özü” makalesinde, insanın bu dünyada şairin içinde yaşadığını söyler. Heidegger için şiir, varlığın (Dasein) varoluşa açılmasıdır ve şiir aracılığıyla varlık kendini açığa vurur. Heidegger, dili varlığın evi olarak görür ve şiiri, dilin en özgün söylemi olarak kabul eder. Şair ve düşünür, dilin evinin bekçileridir, yani varlığın bekçileridir. Platon dili, gerçeğin eksik bir taklidi olarak görürken, Heidegger şiiri dünyanın bir taklidi değil, onun açığa vurulması olarak görür. Bu yüzden Hölderlin’i romantik bir lirik şair değil, bir kâhin ve geleceği öngören bilge olarak tanımlar.
Muhammet bin Zahir: Felsefe ile edebiyat arasındaki ilişkiyi çalışırken, bu iki alan arasındaki ayrımı hep düşündüm. Ta ki sizin “Edebiyat Felsefidir” metninizi okuyana kadar. Bu kavramı tanımlarken, bunun herhangi bir türe sınıflandırılamayan bir yazı türü olduğunu söylediniz. Bu, çağın düşünür üzerinde kurduğu bir otoritenin bir tarzı olarak görülemez mi?
Haldun Nebvani: Derrida, felsefi olanla ile edebi olan arasında kesin, sabit ve katı sınırlar koymanın saçmalığını eleştiren metinlerini teorileştirirken, bu iki alanın zıt veya metafizik olarak karşıt ikilikler olmadığını göstermeye çalıştı. Derrida, felsefi ile edebi arasında basit bir Hegelyen sentez yapmayı değil, özgün “bulaşma” (la contamination) veya bulaşma mantığı fikriyle bu ilişkiyi ele aldı. Bu fikre göre, her bir alan yalnızca varlığını diğerine borçlu olmakla kalmaz, aynı zamanda baştan beri onun tarafından işgal edilmiştir. Derrida, felsefe ile edebiyatın aynı köklerden beslendiğini, çocukluktan gelen ortak bir köke sahip olduğunu vurgular. Edebi olan, felsefi olanın zıddı değil, onun kaderidir; başlangıcı ve amacıdır, onun tarafından işgal edilmiştir ve tersi de geçerlidir. Ne kadar bu ikisini ayırmaya çalışsak, biri diğerine daha çok tutunur ve onda gizlenir. Bu, farklılıkların oyunu, edebiyat ile felsefenin karmaşık bir ilişkiler ağı içinde iç içe geçtiği bir stratejidir; bu aynı zamanda bastırma ve gizleme mantığıdır. Bastırılan şey yok edilmez, yalnızca gizlenir ve içinde saklanır. Böylece, ayrıldığı ve farklılaştığı düşünülen felsefe ile edebiyat, birbirine bilinçsizce bağlıdır, ancak bu bağ gizli bir şekilde etkilidir. Her ikisi de aynı canlı dokudan, metnin hücrelerinden oluşur, ister felsefi ister edebi olsun.
Derrida, uzmanlıkların ve aidiyetlerin bekçileri tarafından, belagati mantığa üstün tuttuğu ve felsefi eserleri edebi eserler gibi ele aldığı için sıkça suçlandı. Ancak bu yapıbozumcu açılım, Derrida’nın bazı felsefi metinleri edebi bir okuma ve metinsel eleştiri kapısından yaklaşmasını sağladı.
Sorunuza yanıtımı, edebiyat ile felsefe arasındaki ilişkiyi, şimdi, geçmişte ve belki gelecekte, gizli ve samimi bir birlikte yaşama ilişkisi olarak özetleyebilirim.
Çevirinin orijinaline erişmek için tıklayınız.
Kaynakça
[1] Rizom, felsefi ve teorik bağlamda, özellikle Gilles Deleuze ve Félix Guattari tarafından geliştirilen bir kavramdır ve ilk kez onların 1976 tarihli Mille Plateaux (Bin Yayla) adlı eserlerinde detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Ancak, rizom terimi biyolojiden ödünç alınmış bir metafordur ve felsefi anlamda farklı bir anlam kazanmıştır. Deleuze ve Guattari, rizomu, hiyerarşik ve merkezi olmayan bir düşünce, organizasyon ve anlam üretim modeli olarak tanımlar. Rizom, geleneksel “ağaç” metaforuna (dikey, hiyerarşik, tek köklü) karşı bir alternatif olarak önerilir.