Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric Ormsby’nin Ghazali: The Revival of Islam kitabı. Diğeri de Prof. Ahmet Kuru’nun 15 dile çevrilen ve yakında Türkçesini de raflarda göreceğimiz, uluslararası entelektüel çevrelerde çok ses getiren kitabı, Islam, Authoritarianism, and Underdevelopment: A Global and Historical Comparison. Prof. Ormsby’nin daha ziyade entelektüel biyografisini kaleme aldığı Gazâlî, Kuru’nun kitabında ise Müslümanların Batı karşısındaki geri kalmışlık tarihinde oldukça kritik yeri olan 11. yüzyıl ve sonrasındaki devlet-ulema ilişkilerini şekillendiren temel figürlerden biri olarak merkezi bir rolde.

Şüphesiz bu iki kitabın dışında da çok geniş çevrelerde ilgi çeken, yüzyıllardır İslam düşüncesini derinden etkileyen, fevkalade dönüştürücü etkiye sahip bir düşünür Ebu Hamid Gazâlî. Ancak bu kısa yazı vesilesiyle, Gazâlî’nin fikirleri, polemikleri ve tarihsel dönüştürücülüğü üzerine kaleme alınmış binlerce çalışmaya bir ekleme daha yapmak niyetinde değilim. Daha ziyade, Gazâlî’nin ortaya çıktığı coğrafyaya, yakınlık duyduğu çevrelere ve üzerinde etkisi olan bazı isimlere odaklanarak, bir coğrafi arka plan ve etkileşimler ağı çıkartmaya gayret edeceğim.

Kendi zamanının çocuğu: Bir Selçuklu devri devlet uleması prototipi olarak Gazâlî

Gazâlî’nin yaşam öyküsünde evvela ortaya çıktığı zaman daha ziyade dikkatimi çekiyor. 1058’de dünyaya geldi Ebu Hamid ve 1011’de öldü. Bu dönem, İslam tarihinde oldukça ilgi çekici bir dönemin, “Selçuklu Çağı”nın hemen başlangıç ve olgunluk yıllarına denk gelir. İranlı kültür tarihçisi Abdülhuseyn Zerrinkûb’un “iki asırlık çöküş (du karn-ı sükût)” olarak nitelediği dönemin, Sâsânîlerin yıkılışı sonrasında İran’ın Arap fatihlerce kontrol altına alındığı asırların ardından, Horasan merkezli İran devletleri yeniden ortaya çıkmış, 9. ve 10. asırlarda İran’ın kuzeydoğusunda “İranî (ve Fars) devletler” yeniden varlık göstermeye başlamıştı.

Bu İranlı devletler Abbasî otoritesini sarsmış, ancak onlar da daha kuzey ve doğu istikametinden gelen başka taze güçler karşısında egemenliklerini yitirmişti (İbn Haldun’un bedevî-hadârî dikotomisini çağrıştırır şekilde). Bu dönemden itibaren 1979 İran Devrimi’ne kadar bu kadim coğrafyayı Şâfiî (ve bilahare Şii) Türkler doğrudan yönetecekti. Farsların İslamî dönemdeki en kudretli mahalli devletlerinin başında gelen ve Orta Asya’nın İslamlaşmasında büyük rolü olan Sâmânîlerin egemenliği, iki Türk hanedan karşısında kırılıp dağıldı: Mâveraünnehir’i 999’da Karahanlılara kaybettikten sonra, daha batıdaki Horasan topraklarını da Gaznelilere yitirince tarih sahnesinden silindi Sâmânîler.

Sâmânîlerin ardından Gazneliler Horasan’ı kontrol ederse de çok geçmeden bir başka göçebe Türk hanedan, Selçuklular 1040’ta Merv yakınlarında Dandanakan’da Gaznelileri hezimete uğratıp geniş Horasan bölgesini kontrol altına aldı. Bu tarihten itibaren İran’ı baştanbaşa kontrol eden Selçuklular, bu savaş yorgunu bölgeye sıkışıp kalmadı ve batıya yöneldi: Tuğrul Bey 1055’te Bağdat’a girerek İranlı bir başka Fars hanedan Büveyhîlerin idaresine son verdi ve Abbasî halifesi el-Kâim’e kendisini sultan ilan ettirdi. Böylece Bağdat, Samarra ve köle Türk askerlerin koruyucu döneminin ardından bu sefer doğrudan Türk hâkimiyetine girerken, Şii Büveyhîlerin yerine Sünni (Şâfiî) Türkler İslam dünyasının bu ana gövdesine egemen olmaya başladı.

Gazâlî tam da Tuğrul Beyin Bağdat’ı aldığı bu fevkalade kritik dönemde dünyaya geldi. Selçukluların Horasan’dan başlayarak bütün İran’ı kontrol ettiği, bu bölgeyi Orta Asya’nın Türk fatihlerine açtığı yıllarda doğdu Gazâlî. Nitekim ömrü de bu politik hercümerç ortamında ve elbette Selçukluların gölgesi ve himayesi altında şekillenecekti.

Horasan, Tûs… etkileşim ve geçiş coğrafyaları

Gazâlî’nin doğduğu 1050’lerde, uzun zamandır merkezi bir devletin idaresinden yoksun olan İran coğrafyasında, Abbasî başkentine uzak Horasan bölgesi eski Sâsânî politik kültürünün halen etkin olduğu stratejik bir geçiş mevkiindedir [mevâlîye ve İranlılara ırkçı/dışlayıcı yaklaşan Emevîleri yıkan Ebu Müslim’in 750-51’deki isyanı da yine bu bölgeden başlamıştı]. Dünyaya geldiği yer olan Tûs şehri ise Horasan coğrafyasının kalpgâhında yer alır ki Selçukluların Gaznelileri 1040’ta yendiği tarihi Dandanakan’a sadece 180 km mesafede, kadim bir yerleşimdir.

Son Sâsânî şahı Yezdicerd’in Arap fatihlere yenilmesi ve tahtını terkedip kaçması sonrası, 650’de Tûs şehri de İslam hâkimiyetine girmişti. Tûs’u asıl meşhur edense, Şiilerin 8. İmam’ı (ve 12 İmam arasında İran’da medfun tek kişi olan) İmam Ali er-Rıza’nın 818’de Tûs’un Nûkân kasabasında vefat etmesi ve buraya defnedilmesidir. Sebük Tegin’in tahrip ettiği İmam Rıza türbesini, oğlu meşhur Gazneli Mahmud tamir ettirmiş ve saygısını ortaya koymuştu. Gazneli-Selçuklu çatışmalarından büyük ölçüde etkilenen Tûs’un belki de en önemli evlatlarından biri ise, Türk-Fars işbirliğinin en önemli sembolü olan Selçuklu’nun Fars veziri Nizâmülmülk’tür. 1038’de Tuğrul Bey’in şehre girmesiyle kaderi değişen, 1045’te büyük bir deprem yaşayan, 1053’te Oğuz Türklerinin yağmasına uğrayan Tûs şehri, Selçuklu sultanı Melikşah tarafından 1072’de Nizâmülmülk’e iktâ olarak tahsis edilen geniş topraklar arasında yer alır ki bu sırada Gazâlî de henüz 14 yaşında bir Tûs sakini olarak hevesli bir ilim talebesidir.

Nizâmülmülk’ün hemşehrisi Gazâlî’nin de memleketi olan Tûs, bu büyük âlimin ölümünün ardından iki büyük yıkım yaşayacaktı. Harezmşahlara bağlı olduğu dönemde Cengiz Han’ın Moğol ordusuna karşı direndiği için 1220’de şehri ele geçiren Moğol komutan Subidey’in, ardından 1221’de Cengiz’in en küçük oğlu Tuluy’un katliam ve talanına maruz kaldı. Ancak asıl büyük yıkım, Moğolları da geride bırakacak kadar büyük bir talancı olan Timur’un, şehre tayin ettiği valinin müstakil davranması üzerine 1389’da Tûs’u tümüyle cezalandırmasıyla oluştu; 10 bine yakın sakini öldürülen ve tamamen yıkılan Tûs bir daha da belini doğrultamadı. Timur’un küçük oğlu Şâhruh 1405’te Tûs’u yeniden kurmak istese de halk İmam Rıza’nın türbesinin de bulunduğu 25 km kadar yakınındaki Nûkân’da yerleşmeye başladı ve bugünkü Meşhed şehri bu süreçte ortaya çıktı; günümüzde İran’ın Tahran’dan sonraki en büyük birkaç şehrinden biri haline geldi. Farsçayı ve Fars kültürünü dirilten, İran’ı medar-ı iftiharı devasa şair ve edip Firdevsî’nin yanısıra, Moğol döneminin büyük ilim adamlarından Nâsıreddin et-Tûsî de aslen bu şehirdendir.

Gazâlî’nin Nizâmülmülk ve üst düzey Selçuklu / Abbasî yöneticileriyle ilişkileri

Gazâlî’nin, talebelik yıllarında Tûs-Nişâbur ekolünden bazı şöhretli âlim ve mutasavvıfların çevresinde yer alması, bir süre sonra kedisine ikbal kapılarını da açacaktır. Bu açıdan en önemli isimlerin başında meşhur kelâmcı “İmâmü’l-Haremeyn” namıyla bilinen Cüveynî gelir; 1080’de Nişabur’a giderek talebesi olduğu bu büyük âlimin Gazâlî üzerindeki etkisi önemlidir ki Gazâlî’nin ilk ve en önemli hâmisidir. Eş’ârîlik düşmanı vezir Kündürî döneminde dört yıl Hicaz’da adeta sürgün yaşayan Cüveynî’nin talihi, Eş’ârî ve Şâfiî öğretisine adanmış medreseler kurmaya kendini vakfeden Nizâmülmülk’ün büyük vezirlik tahtına oturmasıyla kökten değişir.

Yine Nişabur’dak tahsil yıllarında talebesi olduğu Ebû Ali el-Fârmedî’nin de (büyük Eş’ârî kelâmcı Kuşeyrî’nin talebesidir) hem kişisel tasavvufî serüveni hem de ilerleyen yıllarda kuracağı networkler açısından rolü kritiktir. İnsanlara tepeden bakan ve çoğunlukla saygı göstermeyen Nizâmülmülk’ün bile Fârmedî’ye büyük saygı gösterdiği, dönemin büyük âlimleri Kuşeyrî ve Cüveynî huzuruna girdiğinde yerinden kalkmayan Nizâmülmülk’ün Fârmedî geldiğinde kalkıp onu kendi yerine oturttuğunu, kendisinin de onun karşısında oturduğunu tarihçi İbnü’l-Esîr nakleder.

Cüveynî ve Fârmedî’ye yakınlığı ve her ikisinin de en parlak talebelerinin başında gelmesi, 1085’ten sonra Gazâlî’nin önünde ikbal kapılarını açar; bu yıl içinde şahsen de tanıştığı hemşehrisi ve artık Selçukluların en kudretli adamı haline gelen Nizâmülmülk’ün dikkatini çeker. Gazâlî’nin gıyabında medhini çok duyan Vezirin saray çevresinde altı yıl kadar geçirir ve gözde âlimlerden biri olur. Nitekim hem mensubu olduğu Şâfiî öğretiyi güçlendirmek hem de Mısır’daki İsmailîlerin etkisine karşı Sünni öğretiyi tahkim etmek isteyen Nizâmülmülk, en kritik Nizâmiyye medreselerinden Bağdat’taki okula Temmuz 1091’de Gazâlî’yi müderris olarak görevlendirir. Gazâlî’nin buhranlarla, güç mücadeleleriyle, polemiklerle, cedeller ve zaferlerle geçecek ömrünün en kritik dönemi, böylece 1091’den itibaren Bağdat’ta resmen başlar.

Ancak velinimeti Nizâmülmülk 1092’de İsmailîlerin meşhur bir suikastinde öldürülünce, Gazâlî için farklı bir denge ortaya çıkar. Bağdat’ta birkaç yıl daha kalmaya devam eder, başkentte güç merkezleriyle ilişkileri gayet yakındır ve sadece bir medrese hocası olamayacak kadar siyasetin ortasındadır. Nizâmülmülk’ün hemen ardından birkaç hafta sonra Sultan Melikşah da suikastle öldürülür. Bunun üzerine Abbasî halifesi Muktedir, sultanın eşi Terken Hatun’a, sultanın dört yaşındaki oğlu Mahmud’un tahta çıkarılmasını teklif etti ki bu durumda asıl yönetim Emir Üner’de olacaktı. Nizâmülmülk’ün amansız düşmanı olan Terken Hatun, muhtemelen onun oğlundan gelen bu teklifi reddetti. Tam bu noktada Terken’i ikna etmek için kendisine gönderilen nüfuzlu aracı, Gazâlî’den başkası değildi. Terken Hatun bu kudretli âlimin “Oğlun henüz küçük, şeriata göre onun hükümdar olma ehliyeti yoktur” şeklindeki âmirane sözüne itiraz edemez.

Gazâlî’nin Bağdat’taki bir diğer nüfuzlu hâmisi Halife Muktedi de 1093’te ölünce, Gazâlî bu kez yeni halife Müstazhir Billah’ın (bu halifeye bilahare bir kitabını ithaf edecek kadar yakınlık kuracaktır) tahta çıkış töreninde de “sultanın emirleri, makam sahipleri ve baş kadının” hemen yanında Gazâlî hazır bulunacaktı. Gazâlî’nin bu politik ve prestijli konumu, Bağdat’ta nasıl bir ayrıcalıklı çevre içinde yer aldığının da göstergesidir ki otobiyografisi sayılabilecek eseri el-Munkız’da bunu kendisi de kabul eder ve geride bıraktığını söylediği yıllar arasında bu dönemi de anar. Muhtemelen bir iç muhasebe ve murakabe sonucunda bu itibarlı hayata kesin olarak son verdiği (ömrünü son yıllarında kısa bir süreliğine yeniden dönecektir bu hayata) Kasım 1095’te Bağdat’tan ayrıldı. Artık önünde başka bir yol, bu sefer fıkıh ve kelâmla değil, tasavvuf ve iç muhasebeyle örülecek bir hayat başlayacak, uzun seyahatlerin ardından memleketi Tûs’a geri dönüp 1111’de burada vefat edecek, naaşıysa Tûs’un en meşhur evladı Firdevsî’nin kabrinin yakınına defnedilecekti.

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...