Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel & Sürgün, Marjinal, Yabancı’yı şu sözlerle bitirir: “Entelektüel olmanın en çetin yanı, yazdıkların ve yaptığın müdahaleler aracılığıyla vazettiğin şeyi bir kuruma, bir sistemin ya da yöntemin emriyle harekete geçen bir tür robota dönüşüp katılaşmadan temsil etmektir… Fakat bunu başarabilmenin tek yolu, bir entelektüel olarak, elimizden geldiğince iyi ve aktif bir biçimde hakikati temsil etmek ile bir hâminin ya da otoritenin sizi yönlendirmesine pasif bir biçimde izin vermek arasında seçim yapmanın sizin elinizde olduğunu kendinize hatırlatmaktır. Laik entelektüel için o tanrılar hep iflas eder.” Said’in yine bu kitaptaki unutulmaz ölçülerinden biridir şu cümle de: “Bugünün dünyasında, otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmek, aktif ve ahlaklı bir entelektüel hayatın karşısındaki en büyük tehditlerden biridir.”
Türkiye’de sayıları çok azalsa da –bu yönde bir dönem ışık veren bazıları ucuz dünyalıklara tav olup kendilerini inkâr etse de- Batı dünyasında bu tür fikir namusu sahibi gerçek entelektüeller halen daha var ve itaat etmedikleri otoriteler karşısındaki bu onurlu varlıkları gelecek için hepimize umut veriyor. Onlardan biri de kuşkusuz Iraklı-Yahudi tarihçi ve Oxford Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Avi Shlaim.
Bilhassa Arap-İsrail ihtilafına dair sıradışı çıkışlarıyla İsrail’de kamusal tepki oklarını üzerine çeken Shlaim, bugünlerde Türkçeye çevrilen hatıratıyla yine ezber bozmaya ve tüm engellemelere rağmen doğru bildiğini savunmaya devam ediyor. Bu yazıda, hem Shlaim’in kişisel yolculuğu ve Üç Dünya & Bir Arap-Yahudi’nin Anıları kitabından hareketle ilgi çekici geçmişine hem de ezber bozan tarihsel tespitlerine değinerek, gerçek bir “entelektüelin” portresini ortaya koymaya gayret edeceğim.
Bağdat’tan Tel-Aviv’e ve varlıktan yokluğa
1945’te Bağdat’ta başlıyor Avi’nin yolculuğu. Babil sürgününün Dicle’nin iki yakasına attığı Yahudi cemaatinin, yaklaşık 2.500 yıllık Arap-Yahudi kaynaşmasının bir ürünü aslında Irak Yahudileri. Kendi ifadesiyle, Avrupa’daki Yahudi karşıtı pogrom, gettolar, holokost gibi rezilliklerin uğramadığı, Hristiyan ve Yahudi Avrupalıların “burnunu sokmadığı” zamanlardaki bir barış yuvasında başlayan yolculuk, İkinci Dünya Savaşı sonrası atmosferde dış faktörlerle zehirleniyor. İngilizlerin “teselli ikramiyesi” olarak Irak isminde bir ülke kurarak tahta oturttuğu Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Kral Faysal’ın ölümüyle birlikte, Irak’ta Alman etkisi artmakta, Gazi’nin krallığı ve akabinde Reşid Ali Geylânî’nin başbakanlığı dönemlerinde Yahudilere karşı Arap milliyetçisi tepkiler yükselmekte, Siyonizm ile Arap milliyetçisi eğilimler birbirlerine güç vermekte ve nihayetinde 2.500 yıllık barış yavaş yavaş bozulmaktadır.
Shlaim’in babası ve aile çevresi Bağdat’ta oldukça varlıklı ve güçlü konumdadır, biraz da bunun etkisiyle ülkeyi terketmek istemezler. 1948’de kurulan ve dezavantajlı durumdaki demografik açığını kapatmak için dünyanın her tarafından gelecek Yahudi cemaatlere ihtiyaç duyan İsrail, Irak’taki 135 binlik Yahudi cemaatine gözünü diker. Bu dönemde İsrail’in nüfusu 650 bin, savaşlar sonucu kapsadığı Arap-Müslüman nüfusuysa 150 bin civarındaydı. Irak’tan getirilebilecek 120-130 binlik nüfus İsrailli yetkililerin demografi ve işgücü ihtiyacını gidermek için oldukça stratejiktir. Tevrat’tan mülhem kavramlarla, Ezra ve Nehemya adı verilen bu operasyonlarla Irak’tan getirilen 120 binlik nüfusa ilaveten, Yemen’den 45 bin, Türkiye’den 31 bin, İran’dan 21 bin, Mısır’dan 16 bin, Libya’dan 31 bin, Fas’tan 30 bin, Tunus’tan 13 bin Yahudi getirilir ve Ortadoğu’da binlerce yıl barış içinde yaşayan Arap-Yahudi kimliği hedef alınarak, uzun yıllar sürecek bir düşmanlığın tohumları atılır.
Shlaim, “Siyonizmin en büyük zararı Filistin’deki Müslüman Arap nüfusa dokundu, ama bir başka büyük zarar da Ortadoğu’daki Arap-Yahudi ortak kimliğinin yok edilmesi oldu” diyerek, çoğunlukla gözden kaçırılan bu realiteye işaret eder. Hâkim Siyonist anlatıda “aliya / yükseliş” olarak nitelendirilen ve adeta lütuf olarak sunulan bu göç sürecinde Bağdat’taki Yahudilerin isteksiz davranmasına mukabil, Mossad casuslarının Yahudilerin dükkân, ev ve kültür merkezi/sinagoglarını bombalayarak tedhiş ve terör ortamı yarattığını, Iraklı milliyetçilerin ayak takımı arasından devşirilen kişilerle bu bombaların Yahudilere “artık Bağdat’ta istenmiyorsunuz” mesajı verdiğini acı şekilde anar.
Shlaim zorla getirildiklerini, babası ve aile büyüklerinin iflas ettiğini, İsrail’de karşılaştıkları ortamın açıkça düşmanca olduğunu, hem ekonomik olarak büyük zarar gördüklerini hem de okulda, arkadaş çevresi ve sokakta ayrımcılığa tabi tutulduklarını onlarca örnekle izah eder. Shlaim rafine bir tarihçi olarak, bu hatıratta onlarca sayfayı Mossad’ın Bağdat’ta giriştiği bu önemli sabotaja ayırır ve farklı kaynaklar ve belgelerle İsrail’in bu komplosunu ortaya koyar.
Aşkenazilerin, Sefarad ve Mizrahilere ayrımcı bakışı
Henüz 5-6 yaşlarında anaokulu çağında geldiği İsrail’de, tek kelime İbranice bilmeden yabancı bir ortamda yaşadığı zorbalık ve yabancılaşmanın da etkisiyle, sonraki yıllarda daha eleştirel ve anti-Siyonist bir çizgiye kayar. Ancak askerlik çağında savaş ortamının da etkisiyle milliyetçi bir çizgiye savrulduğunu nakleder, toplumdaki farklı kesimlerin devlet ve kamu politikasında değilse de ordu içinde kaynaştığını gözlemler Shlaim. Bu noktada yaptığı önemli bir tespit de İsrail toplumundaki derin yarılmalar ve Siyonizm düzleminde ayrışan topluluklardır.
İsrail’i kuran ana akım, Doğu ve Orta Avrupa’nın Aşkenazi Yahudileridir ki Siyonizm de bu topluluk arasında ortaya çıkıp siyasallaşarak 1917 Balfour Deklarasyonu ve akabinde 1948’de İsrail’in kuruluşunu beraberinde getirmişti. İsraillilerin sadece Araplara ırkçılık yapmakla kalmadığını savunan Shlaim, İsrail’in kurucusu David Ben-Gurion’un kendi halkından “vahşi sürüler” diye söz etmesine de atıfla, Sefaradlara ve bilhassa Arap ülkelerinden gelen Doğulu /Mizrahi Yahudilere uygulanan ayrımcılığı kendi hayatından örneklerle anlatır.
Ancak bu noktada bir ilginç husus da 1977 seçimlerinden beri süratle sağa kayan, milliyetçi/dindar varyantlarıyla İsrail siyasetini domine eden Jabotinsky etkisindeki milliyetçi/ırkçı siyaset ve Şaron/Netanyahu gibi Arap düşmanı siyasetçilerin partisi Likud’un temel destek zemininin de yine bu Mizrahi ve Arap ülkelerinden gelen Yahudilerden oluşmasıdır. Savaş ve güvenlikleştirilmiş toplumlar realitesi, başta kendi dindaşlarınca ayrımcılığa uğrayan, geldiklerinde konuştukları Arapça sebebiyle aşağı ırk olarak görülen bu kesimlerin zaman içinde milliyetçileşip ırkçı yelpazeye savrulmaları açısından da dikkat çekicidir Shlaim’in kişisel tanıklığı.
Londra dönemi ve dönüşümler
Kitapta pedagojik açıdan ilgimi çeken önemli bir husus ise Avi’nin (Abraham/Avraham’ın kısaltması) İsrail’de hem dışlanmışlık hem kendisine yönelik ayrımcı tutum nedeniyle derslere ilgisiz bir çocukken, başarısız bir eğitim hayatı geçirmesi, kendisi ve ablasının merkezi sınavlardaki başarılarının bile “zekâ seviyeleriyle uyumsuz” görülerek araştırmaya tabi tutulması. Buna mukabil annesinin zoruyla ve zar zor gidebildiği, maddi sıkıntılar içinde okuduğu Londra’da hem yaşının olgunlaştığı dönemde sorumluluklarını fark etmesi hem de karşısına çıkan öğretmenlerinin kendisine yakın ilgi gösterip içindeki cevheri ortaya çıkartması süreci.
Bu sayede İsrail tarihçiliğinde devrim yaratan ve Siyonist hâkim anlatıya meydan okuyan Yeni Tarihçiler ekolünün Ilan Pappe, Benny Morris, Shlomo Sand gibi isimleriyle birlikte dünya çapındaki en önemli temsilcilerinden biri, Avi Shaim gibi dev bir tarihçi yetişebildi. Shlaim’in başarısız bir ilköğretim hayatından Oxford Üniversitesi’ne uzanan, Demir Kubbe ve Filistin’i Bölüşmek gibi ezber bozan kitapları yazabildiği süreç de bu şekilde ortaya çıkmış oldu.
Shlaim tarihçiliği ve Doğu Yahudilerinin gözünde Siyonizm
Kitaptaki hâkim renklerden biri Doğu/Mizrahi Yahudilerinin bakış açısına hâkim olan Siyonizm eleştirisi. Başlarda kendi yaşadıkları topraklardan İsrail’in amaçları uğruna zorla koparılmayla özdeşleşen ve teolojik olarak Yahudilikte [Velâyet-i Fakih düşüncesi ortaya çıkmadan önce Şiiliğin ana akım geleneğinde de görüldüğü üzere] bir “Yahudi devleti” kurmanın doğru ve caiz olup olmayacağına ilişkin düşünceyle beslenen Siyonizm karşıtlığı Shlaim ve Doğu-Arap Yahudilerinin kişisel ve zümresel tecrübeleriyle başka bir boyuta ve husumete evrildi.
“Siyonizm, diaspora mirasını reddeden ve Ortadoğu’da bir Yahudi Sparta’sı inşa etmeyi hedefleyen katı bir ideolojiydi.” (s. 221). Bu katı Siyonist ideoloji sadece Filistinli Arapları değil, Arap olmayı hatırlatan her türlü “Doğulu” sembolü ve dilsel/kültürel öğeyi de reddediyor, Ortadoğu ve Arap ülkelerinde oluşmuş melez kimlikleri bilhassa düşmanlaştırıyordu. Shlaim’in şu tespiti de İsrail halkının Siyonizmi içselleştirerek günümüzde ulaştığı katı ve bağnaz seviyeyle ilgili yeterince fikir veriyor: “Filistinliler için İsrail hükümetinin sol, sağ veya merkez olması pek fark etmiyor. Dönemin hükümetinin rengi her ne olursa olsun, İsrail rejimi temelde Filistinlileri bastırmak üzerine inşa edildi. Bu iyice kökleşmiş bir apartheid rejimidir” (s. 304).
***
Kitabın çevirmeni Zahide Tuba Kor ve Türkçe yayıncısı Küre Yayınları’na da bu vesileyle, bir okur ve Ortadoğu araştırmacısı olarak, bu değerli hatıratı temiz ve akıcı bir çeviriyle okuyucuyla buluşturdukları için teşekkürlerimi sunuyorum.
Shlaim’in şahsen tanışıp tanışmadığını ve o kitaptan haberdar olup olmadığını bilmiyorum, ama kendi kişisel öyküsüyle 2021 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Tanzanyalı yazar Abdulrazak Gurnah’ın otobiyografik romanı Kumdan Yürek’teki Londra hayatı arasında büyük benzerlik ve paralellikler dikkatimi çekti. Bilhassa yokluk içinde bir hayattan Londra’ya uzanış, anne-dayı ilişkilerinin şekillendirdiği Britanya’da okuma süreci, yabancılaşma ve okul tecrübeleri, bocalamalar ve sonrasında ayakta durup başarılı olma tecrübesi, babayla sorunlu ilişkiler ve sonunda ona hak vererek anlamaya çalışma, anne-baba ayrılıkları vs gibi çok fazla örtüşen yön dikkatimi çekti Gurnah ile Shlaim’in kişisel öyküleri arasında.