‘Hakikat-Sonrası’nın Ötesinde Ne Var?

Son dönemde sık kullanılan ve git gide popülerleşen hakikat-sonrası (post-truth) kavramını duymayan kalmamıştır. Özellikle popülist rejimlerde iktidarların kullandığı bazı yöntemler bu kapsamda değerlendiriliyor. Hakikatin belli çıkarlara hizmet etmek için eğilip bükülmesi Türkiye’nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede karışımıza çıkıyor. Nesnel gerçekliğin çarpıtılması ve bozulması yoluyla bambaşka bir gerçeklik üretilmesi aslında yeni bir şey değil. Geçmişte de bu yola başvuran ve hakikati manipüle eden iktidarlar olmuştu. Ancak bunun yaygınlaşması ve bir anlamda adının konulması 21. yüzyılda oldu. Aslında burada hakikatin önemini yitirmesi ve ortak bir zemin olmaktan çıkarılması en büyük problem. Bu durum basit günlük ilişkilerde dahi ciddi bir sorun olacakken politikanın aracı hale gelmesi tabloyu daha da vahimleştiriyor. Türkiye bağlamında da tablo maalesef pek iç açıcı değil. Hakikat-sonrası ile açıklanamayacak, onun ötesine geçen bir durum söz konusu.

Gündemi takip eden sıradan bir insan dahi ön yargısız bakabildiğinde hakikatin nasıl tahrip edildiğini görebilir. Mevcut iktidarın özellikle Gezi’den sonra hakikati çarpıtma yöntemlerine sıklıkla başvurduğuna şahit oluyoruz. Gezi zamanında akla ilk olarak Kabataş hadisesi geliyor. Yalan olduğu ilk anda dahi anlaşılabilecek bir hadisenin büyütülüp siyaset malzemesi yapılması ve Gezi protestolarını bağlamından kopararak şeytanlaştırmak için kullanılması hepimizin hafızalarında tazeliğini koruyor. Aslında sadece Kabataş hadisesi değil genel itibariyle Gezi’nin bir nevi kalkışma olarak lanse edilmesi ve iktidar seçmeninde itibarının zedelenmesi için kullanılan yöntem hakikat-sonrası bağlamında değerlendirilebilir. Gezi’ye katılanların ezici çoğunluğu demokratik kaygılarla bu protestoların bir parçası olsa da iktidar bu gerçeği eğip bükerek buradan farklı bir hikaye çıkarmaya çalıştı. Bu çabanın devam ettiğini hepimiz biliyoruz. Nitekim Gezi davası kapsamında haksız yere tutuklanan ve yıllardır cezaevinde olan pek çok insan da yine bu yaklaşımla kriminalize edilmeye çalışılıyor. İktidarın bu söylemleri ne yazık ki halk nezdinde de belli oranda karşılık bulduğu için Gezi konusunda toplumda bölünmüş bir gerçeklik olduğu söylenebilir. Halkın bir kısmı Gezi’yi demokrasi mücadelesi olarak kabul edip ‘Gezi onurumuzdur’ derken başka bir kesimi Gezi’yi iktidarı devirmeye çalışan bir kalkışma olarak görüyor. Bu durum hakikatin ortak bir zemin olmaktan çıkarıldığı anlamına geliyor.

Gezi, hakikat-sonrası bağlamında bir nevi mihenk taşı olsa da 2013’ten sonra bu yaklaşım artarak ve kapsamını genişleterek sürdürüldü. Toplumda kutuplaşmanın artmasıyla paralel olarak gerçeği yansıtmayan hakikatler(!) bir kesim tarafından mutlak doğru olarak kabul edilmeye devam etti. Ancak iş bununla kalmadı. Başta da belirttiğim üzere hakikat-sonrasının da ötesine geçen bir noktaya geldik. Gerçeğin eğilip bükülmesinden öte gerçeğin tam zıddının hakikat olarak sunulduğu noktadayız. Örneğin, Adalet Bakanı başta olmak üzere hükümet yetkilileri günaşırı Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğunu ve yargının bağımsız hareket ettiğini söylüyor. Oysa hukukun üstünlüğüne ilişkin uluslararası endekslere bakıldığında Türkiye’nin neredeyse son sıralarda olduğu görülüyor. En prestijli ve kapsamlı hukukun üstünlüğü endeksi Dünya Adalet Projesi (World Justice Project) tarafından yapılıyor ve bu endekse göre Türkiye 142 ülke arasında 117. Sırada. Dünya Bankası (World Bank) ve V-Dem (The Varieties of Democracy) endekslerinde de benzer durumdayız. Aşağıda görüleceği üzere V-Dem’in hazırladığı endekse göre Türkiye’de hukukun üstünlüğü konusunda 1900lü yılların başındaki seviye ile neredeyse aynı. Yani darbe ve savaş dönemlerinin de gerisine düşülmüş neredeyse.

Veriler bu şekilde olsa da bu endeksler taraflı olmakla suçlanıp reddediliyor ve Türkiye’de yargının bağımsız olduğu tekrar tekrar ifade ediliyor. Ancak ulusal veriler de benzer bir tablo ortaya koyuyor. Ülke içinde halkın yargıya güvenini ölçen anket ve araştırmalara bakıldığında yargıya güven oranın oldukça düşük olduğunu görüyoruz. Asal Araştırma’nın 2025 yılı anketinde Türkiye’de adaletin olduğunu düşünenlerin oranı %21’dir. Aynı kurumun 2024 yılında kurumlara olan güveni ölçtüğü araştırmada “Türkiye’de en güvendiğiniz kurum aşağılardan hangisidir?” sorusuna verilen cevaplara bakıldığında yargı ve mahkemelerin sondan 3. sırada olduğu (son 2 sırada medya ve politikacılar bulunmakta) ve katılımcıların sadece %1.4’ü güvendiği kurum olarak yargı kurumlarını belirttiği görülüyor. Toplum Çalışmaları Enstitüsü’nün 2024’te yaptığı araştırmada da aynı sonuç çıkmış ve en güvenilmeyen 3. kurum olarak yargı kurumları tespit edilmiş. SODEV’in 2019’da yaptığı araştırmada sorulan “Sizce Türkiye’de makam/mevki sahibi biri ile sıradan vatandaş mahkemelik olsa eşit koşullarda yargılanırlar mı?” sorusuna evet diyenlerin oranı yalnızca %17’dir. Bu araştırmaları çoğaltmak mümkün. Sonuç olarak hem ulusal hem de uluslararası veriler Türkiye’de yargının bağımsız olmadığını ve hukukun üstünlüğü bağlamında çok ciddi sorunlar olduğunu gösteriyor. Peki, yetkililer her Allah’ın günü çıkıp aksini nasıl söyleyebiliyor? Bu sorunun cevabını ben de çok merak ediyorum.

Yazının başında söylediğim gibi, gerçeği eğip bükmek hakikat-sonrası, tamam. Ya gerçeğin tam zıddının hakikat olarak sunulmaya çalışılması? Bunu nasıl tanımlayacağız? Üstelik toplumda saygın kabul edilen pozisyonlarda olan insanların bunu yapmasını nasıl açıklayacağız? Örneğin, 18 Mart’ta Şişli Belediyesi’ne atanan kayyumun öğrencilere burs ve ulaşım desteği verilmediği açıklaması yapması, İstanbul valisinin de bu açıklamayı paylaşması gündem oldu. Öğrenciler hesap dökümlerini paylaşarak kayyum atanmadan öncesinde burs aldıklarını basit bir ekran görüntüsü ile ispatladı ve nesnel gerçekliği ortaya koydu. Kayyum ve valinin bu açıklamayı yaparken öğrencilere burs ve ulaşım desteği verildiğini bilmeme ihtimalleri var mı? Sanmıyorum. Ama yine de hakikatin tam olarak zıddı olan bu açıklamayı yapabiliyorlar. Bunları münferit birer olay olarak değerlendirerek dezenformasyon deyip geçmek yeterli değil. Çünkü bu ve benzeri örnekler gayet sistematik bir biçimde yıllardır alternatif bir gerçeklik oluşturmak için kullanılıyor. Bunu hakikat-sonrası değil hakikat-zıddı olarak adlandırılabiliriz belki. Aslında hiper-normalizasyon, ters-yüz edilmiş/tersine çevrilmiş gerçeklik (reverse reality) gibi bazı kavramlar bu ve benzeri durumları anlatmak için kullanılıyor. Nesnel gerçekliğin ters yüz edilmesi ve mevcut olmayan alternatif bir hakikatin topluma kabul ettirilmesi sadece bugün için değil geleceğimiz açısından da ciddi bir tehlike arz ediyor. Çünkü insanları birleştirerek toplum haline getiren en önemli şeylerden biri olan hakikat, bir anlamda devre dışı bırakılıyor. Aynı gerçeklikte buluşamayan insanların birbirlerine güvenerek bir toplum oluşturabilmesi imkansız hale geliyor.

Türkiye’de yaşananlar nesnel gerçekliğin tam zıddının hakikat olarak ortaya koyulması ve hakikatin ortak bir zemin olmaktan çıkarılmasının da ötesine geçiyor: Topluma kutuplaşma, nefret ve öfke yerleştirilmesi. Tohumlarının ekilmesi demiyorum, çünkü o merhaleyi çoktan geçtik. İktidar mahfilleri öyle bir anlatı oluşturuyor ki bütün dünyanın kıskandığı şahane bir ülkede yaşıyoruz ama muhalifler sırf vatan haini ve din düşmanı oldukları için iktidarı eleştiriyor ve gitmelerini istiyor. Bu söylem çeşitli şekillerde ve araçlarla iktidar seçmenine boca ediliyor. İktidarı desteklemeyenler kötü niyetli, ahlaksız ve özünden nefret eden bir kitle olarak resmediliyor. Bununla sadece kutuplaştırma aracılığıyla kendi saflarını sıklaştırmak değil aynı zamanda karşı tarafa yönelik politikaların da meşrulaştırılması hedefleniyor. Böylesi gaflet ve dalalet içinde olan muhaliflere karşı devletin her yaptığı mubah hale geliyor. Bu da iktidarın daha hoyrat hareket etmesinin önünü açabiliyor. Yine de tüm çabalara rağmen bu alternatif gerçekliğe inananların toplumun çoğunluğunu oluşturmadığını biliyoruz. Nitekim 19 Mart sonrasındaki sürece ilişkin anketlerde de halkın yarıdan fazlasının iktidarın anlatısını benimsemediği görülüyor. Ancak yine de hatırı sayılır sayıda insan iktidarın her söylediğini satın alma potansiyeline sahip. Bu da açıkçası geleceğimiz adına ürkütücü. Umarım toplumun yapısını bozan bu araçlar bir an önce terk edilir ve en azından nesnel gerçeklikler üzerinde uzlaşabildiğimiz günlere ulaşırız.

Zeynep Ardıç
Zeynep Ardıçhttps://www.ekopolitik.org.tr/
Zeynep Ardıç, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun olmuştur. Avukatlık stajını Ankara Barosu’nda yapmıştır. Yüksek lisans eğitimini Warwick Üniversitesi'ndeki “Uluslararası Kalkınma Hukuku ve İnsan Hakları” programında tamamlayıp doktora derecesini Sussex Üniversitesi'nden almıştır. Halen İstanbul Medeniyet Üniversitesi Hukuk Fakültesi bünyesinde öğretim görevlisi Dr. olarak çalışmaktadır. Araştırma alanları arasında geçiş dönemi adaleti, zorunlu göç ve sosyal adalet başta olmak üzere insan hakları, demokrasi ve kalkınma yer almaktadır.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

BEYAZ FİL SENDROMU: Yolsuzluk ve Yoksulluk Üzerine

Beyaz fil sendromu ya da teorisi Güneydoğu Asya’daki eski krallıklardaki bir gelenekten yola çıkarak oluşturulmuş bir kavram. Bölgede...