İdeolojik ve Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık

İslamcılık ve İslam

Uzmanların belirttiklerine göre, bilhassa siyasi ve toplumsal kriz dönemlerinde bazı arayışların ortaya çıktığı ya da zaten var olan arayışların yoğunluk kazandığı görülür. “İslamcılık da İslam dünyasının krizlerle boğuştuğu, “en uzun asır” diye anılan 19. yüzyılda karşımıza çıkan, muhtelif hatta birbirine zıt İslamcıların ‘İslâm nizamı’ kuramında birleştikleri böyle bir arayışın sonucudur. Böyle zamanlarda basitçe şöyle düşünülmüştür: İslâm’ın başlangıcında her şey yoluna konmuştu. Sonra muhtelif nedenlerle İslam’da olmayan bazı yenilikler (bida‘ = bid‘atler) ortaya çıktı ve toplumuyla siyasetçileriyle Müslümanlar bozuldu. Öyleyse her şeyin yeniden düzelmesi için ‘Müslümanlar’ o ‘ilk asr’a dönmelidir; bunun kestirme yolu da siyaseti/devleti ele geçirmektir.

Ama aynı tarihi iki defa yaşayamayız. Heraklitos’un dediği gibi “Aynı suda iki kere yıkanılmaz.” Buna karşılık Asr-ı Saadet’in ruhunu ve anlamını kendi bulunduğumuz yer ve zamanın şartlarından bakarak kavrayabilir ve onları kendi gerçekliğimizle buluşturabiliriz. Mümkün ve din bakımından gerekli olanın bu olduğuna inanıyorum.

İslâm, Müslümanların inandığı ve yaşadığı ilkeler, değerler dünyasıdır. Bir insan ya da topluluk kriz zamanlarında yaşasa veya siyasal alanlarda çalışsa bile, dinî ve ahlâkî vecibelerini de dünyevi işlerini de Allah’ın razı olacağı şekilde yapmaya gayret eder. Buna rağmen böyleleri bir İslâmcılık iddiası taşımazlar. Bir başka insan veya topluluk da dinî ve dünyevi işlerini Allah’ın razı olacağı şekilde yapma konusunda içsel bir kaygı ve sorumluluk hissetmeyebilir; ama diğerlerini bastıracak kadar İslâmcı görünür. Birincilerin aksine bu ikincilerin tutumları siyasal ortama göre farklılıklar gösterebilmektedir.

İslâm’ı içtenlikle yaşamak ve yaşatmak için çalışmak İslâmcılık değildir; Müslümanlık’tır. İslâm’a ve Müslümana haksızlık yapılmasına karşı çıkmak, diğer dinlere ve mensuplarına zarar vermeden Müslümanların sorunlarına çareler aramak da İslâmcılık değildir; bu hem Müslümanlığın hem insanlığın gereğidir. İslâmcılık davası olmayan bir Müslüman da sorunlarımızla dini anlama ve yaşama biçimimiz arasında bir ilişki bulunduğunu düşünür. Ama o, İslâmcılar gibi toptancı ve çoğu zaman baskı ve şiddete dayalı bir düzeltme girişimi yerine, her bir bireyin kendi dindarlığını gözden geçirmesini ve sorunların çözümüne katkı sağlayacak şekilde kendini düzeltmesini ve geliştirmesini önemser; asıl ve kalıcı çareyi burada görür.

Öte yandan birçok İslâmcı da değerli bilgi ve fikirler üretebilmiş; yüksek bir dinî hayata sahip olabilmiştir. Ne var ki İslâmcılık bir ideolojidir; bütün ideolojiler gibi müsamahasız, ayrıştırıcı, ötekileştiricidir ve ısrarlı bir siyasal üstünlük ve hâkimiyet tutkusu taşır.

Ayrıca tecrübelerim bana, hâkim kılınmak istenen ‘İslâm nizamı’ ve onu uygulayacak ‘İslâm devleti’nin biri daha çok teoriyle, diğeri uygulamayla ilgili iki sorununun olduğunu düşündürüyor:

1. İslâm’ın ilk asrının ikinci yarısından itibaren (Hz. Peygamber ve Dört Halife döneminden sonra) hiçbir zaman tek İslam yorumu olmamıştır; Ehli sünnet – ehli bid‘at, ehl-i hak – ehl-i dalalet, daha somut olarak Sünnî İslam – Şiî İslam gibi ayrıştırmalar erken zamanlarda başlamıştır ve halen devam etmektedir. Bu olgu bütün dinlerin tarihinde vardır. Çünkü dinî metinler sabittir; yorumları ise zaman, coğrafya, kültür, ihtiyaç, siyaset gibi farklı unsurlara kişisel ve grupsal yorumlara bağlı olarak sürekli değişir. Müslüman dünya bu olguyu bugüne kadar tam olarak kavramış değildir. Ünlü hadis âlimi İbn Hacer el-Askalânî (ö. 852/1449) şu önemli tespiti yapmıştı:

“(Bid‘at [yenilik] karşıtlarına göre) bid‘at ya tekfiri veya fasıklığı gerektirir (Yani onlara göre bid‘atçi ya kâfir veya ağır günahkârdır)… “Bütün gruplar karşıtlarının bid‘atçi olduğunu iddia etmekte, bazen karşıtlarını kâfir olmakla suçlayacak kadar ileri gitmektedirler. Bu iddialar mutlak surette kabul edilecek olsaydı bütün grupların kesinlikle kâfir sayılmaları gerekirdi.[1]

Bu satırlar, bir değerlendirmeye göre Batı’da yeniliklerin başlangıç zamanı olan 15. yüzyılın saygın Müslüman âlimlerinden İbn Hacer el-Askalânî’nin yaşadığı devirde Müslüman ulemanın ve zihinlerini onların şekillendirdiği Müslüman toplumların içinde bulunduğu halin ibretlik özetidir.

2. Belirtilen teorik dinî ayrışmaların sonucu olarak İslâm’ın tarihinde erken dönemlerden itibaren birbirini ‘dalalet’le (İslâm’dan sapmakla) suçlayan farklı siyasal hareketler, hatta devletler ortaya çıkmıştır. Zamanımızdaki ‘İslâm devletleri’ de dinî yorum ve siyasal ideoloji bakımından büyük farklılıklar sergiliyorlar. İslâm dünyasındaki çatışmaların gerisinde, siyasal İslamcıların dinî yorum ve ideolojik farklılıklar üzerinden siyaset yapma tarzının bulunduğunu görüyoruz. Söz gelimi İran Anayasası’nın birinci maddesi İran devletinin “İslam Cumhuriyeti” olduğunu yazar. Suudi Arabistan Temel Yasası’nın (en-Nizâmu’l-Esâsî li’l-Hukm) birinci maddesinde de hükümlerin kaynağının “Kur’an-ıKerim ve İslam Peygamberi Muhammed’in Sünneti” olduğu belirtilir. Buna rağmen bu iki devletin birbirinden nefret etmelerinin temelinde karşıt siyasal İslamcılık vardır. 2016 sonunda yapılan İran desteli Halep katliamı Şiî İslâmcılığın, el-Kaide, DAİŞ vb. Selefî örgütlerin yıllarca sergiledikleri terör hareketleri Sünnî İslâmcılığın, 15/16 Temmuz 2016’da FETÖ’nün kalkıştığı kanlı darbe teşebbüsü ise postmodern İslâmcılığın sonuçlarıdır.

 

Siyasal İslamcıların yanlışları

Entelektüel İslamcılar yahut İslamcı ulema, ideolojik kalıplar içinde düşünüp davrandıkları için kendilerini sosyal ve siyasi problemlerin çözümünde son söz sahibi bilir ve sorgulanmaktan hoşlanmazlar. Yine de diğer okuyucular için belirteyim ki, bence onlar siyasal oluşumları doğru enforme edip etmedikleri konusunda kendilerini sorgulamalıdırlar. Çünkü din ile siyaset arasında dini siyasete angaje edecek şekilde bir ilişki kurarak, rasyonel alana ait olan siyasetin çözmesi gereken sorunları kutsal alanı oluşturan dine yüklediler; böylece siyasetin yapması doğal olan yanlışların bedeline İslam’ı da ortak ettiler. Elbette din Müslüman toplumların omurgasıdır ve bu omurga daima güçlü tutulmalıdır. Çünkü din, Müslüman insana kendini ve Rabbini tanıtan manevi bir güç ve destektir. Din, doğru okunduğunda, iyi günlerimizde şımarmamızı, kötü günlerimizde yıkılmamızı önleyen eşsiz bir nimet ve rahmettir. Din, öldükten sonra bile varlığımızı kaybetmeyeceğimizi öğretip, adalet ve mutluluğa dair ümitlerimizi yaşatır. Ayrıca kültürel, tarihî, sanatsal, edebî, ahlâkî vs. medeniyet değerlerimizin neredeyse tamamını, hatta millet olarak bekamızı büyük ölçüde dinimize borçluyuz. Onun için akıllı bir yönetim dini önemser ve onu yaşama-yaşatma yolunda hizmetler üretir. Fakat bunu farklı inanç gurupları arasında eşitlik, adalet ve hakkaniyet ilkelerine zarar vermeden yapar.

İslam, siyaset için bir araç olarak kullanıldığında –özellikle de insan ilişkilerinin neredeyse bütün alanlarında küreselliğin küreselleşmenin hâkim olduğu çağımızda- belirtilen türden tüm ilkelerde nimet ve rahmet olma özelliğini kaybeder. Onun için Devlet din üzerinden vatandaşlar arasında ayırım kayırım yapamaz. Bunun tersi bir tutum: (a) Devlete zarar verir; çünkü devlet adaletsiz bir devlet olur. (b) Topluma zarar verir; çünkü toplum kesimleri arasında eşitsizlik ve nefret üretir. (c) Dine zarar verir; çünkü mağdur kesimler, siyasetteki yanlışların sebebini dinde aramaya başlarlar.

 

Çağdaşlaşma ile İslamcılık Arasında Sıkışma

Müslüman dünya ile bu dünyanın baştan beri ilişki halinde olduğu Hıristiyan Batı dünyası bakımından din ile siyaset arasındaki ilişkinin tarihi kabaca üç farklı kategoriye ayrılabilir:

a) Her şeyde son sözü (farklı ağırlıklarda da olsa) Batı’da Kilise ve siyasetin, bizde ulema ve siyasetin söylediği geleneksel-muhafazakâr dönem.

b) Buna reaksiyon olarak, gittikçe güç ve yaygınlık kazanan (bazı ülkelerde dinin mabed ve ev dışında görünürlüğünü reddetmeye kadar varan) laiklik/sekülerlik dönemi.

c) Batı’da ve ülkemizde 20. yüzyılın ortalarında başladığı kabul edilen “din ile birlikte çağdaşlaşma” dönemi.

İlk dönem Batı’da Hıristiyanlığın Roma’da resmî din olarak kabul edildiği 4. yüzyılın ikinci yarısında, bizde mezheplerin teşekkül etmeye başladığı 9. yüzyılda başladı.

İkinci dönem –bakış açısına göre- Batı’da 14-15. yüzyılda başlatılır. Bizde ondan takriben üç-dört yüzyıl sonra başlayan çağdaşlaşma (önce “icâb-ı asra intibak”, sonra “muasırlaşma”) din ve dindarlarla ilgili tutumunda daha yumuşaktı. Fakat Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında ve sonraki askerî darbe zamanlarında modernleşme ve laikleşme, Osmanlı dönemindekinin aksine, çok sert oldu; o da geleneksel zihinde yetişmiş geniş halk kitlelerinde güçlü bir karşıtlık doğurdu. Hâlâ yaşanan toplumsal zihniyet ayrışması ve ondan beslenen siyasal husumetler önemli ölçüde bunun sonucudur. Batı toplumlarında çağdaşlaşma konusunda bu kadar derin ve sert bir ayrışmanın görülmemesinin önemli sebeplerinden biri, orada çağdaşlaşmanın ve toplumsal zihin dönüşümünün istikrarlı bir şekilde en az dört yüzyıla yayılmış olmasıdır. Yani onlar gerçekçi ve rasyonel davrandılar; –bizim yaptığımızın tersine- basamakları birer birer çıktılar.

Üçüncü dönem, “din ile birlikte çağdaşlaşma” yönündeki gelişmenin yaşanmakta olduğu dönem olup, bu gelişmenin temelinde -kanaatime göre- insan doğasının hem daha mutlu ve huzurlu yaşama hem de kimlik dinamiklerini koruma güdüsü var. Mutlu ve huzurlu yaşama isteği çağdaşlaşmayı, kimliğini oluşturan dinamikleri koruma güdüsü de kimliksel özelliklerin kaynağı olan dini vazgeçilmez kılmaktadır. Bilimsel ve ekonomik alanlarda gelişmiş bulunan Batı toplumlarında şimdiden bireyselliğin yükseldiği ve kurumsal dinî katılımın gerilediği bir vakıadır. Ve şimdiki halde bu sürecin geri dönüşü yok gibi. Fakat çağdaşlaşmanın bu yeni evresinde, klasik sekülerleşmeden farklı olarak, din de ideoloji halini almakta ve bu yönüyle güçlenmektedir. Bu durum 2000’lerin başından itibaren iyice belirginleşmiştir. Kanaatimce, Batı toplumlarında yükselerek gelişen ırkçı temayüllerin gerisindeki en güçlü dinamik de bu ideolojik dindir. Çağdaş Fransız sosyoloğu Alain Touraine, “Ancak kimliğimizi yitirdiğimizde birlikte yaşayabiliyoruz”[2] derken haklıdır. Tamamına yakını ulus-devlet olan bu ülkelerde Ukraynalı Hıristiyan sığınmacılar çiçeklerle karşılanırken Müslüman sığınmacılara gösterilen şiddetli reaksiyon, yeni Batı çağdaşlığının ideolojik din ile ne kadar iç içe olduğunun açık kanıtıdır. Bu durumda “Bizdeki siyasal İslamcılığa karşılık Batı’da da bir siyasal Hıristiyanlıkçılık yükselmektedir” diyebiliriz. Tevrat’ın Hıristiyanların da kutsal kitabı olduğunu dikkate alırsak, başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin İsrail’e verdiği desteğin arkasındaki sebebin de ideolojik din motifi olduğunu düşünebiliriz. Göç veren Müslüman ülkelerdeki şimdiki utanç verici ağır insani sorunlar devam ettikçe Batı ülkelerindeki bu siyasal Hıristiyanlıkçılık da güçlenecektir.

20. yüzyıl ortalarında Batı’da ve bizde çağdaşlaşmanın yeni versiyonu belirginleşirken 2000’lerin başında ülkemizde bu sürece uygun düşen ilginç bir gelişme yaşandı. Bu gelişme, şimdiki iktidar partisinin kurulması ve ilk seçimde hükümeti oluşturmaydı. Bu kadronun söylemleri ve dinî-kültürel nitelikleri, siyasal ve ideolojik kavgalardan, bunun sebep olduğu ekonomik sıkıntılardan bunalan toplumumuzun büyük çoğunluğu için bir ümit oldu. Her akıl sahibi ve iyi niyetli insanımızın kabul ettiği üzere, bu yeni ekip, iktidarının ilk 10-12 yılında hem ekonomik ve kültürel alanlarda hem özgürlükler vb. demokratik alanlarda hem de dış siyasette toplumun beklentileriyle örtüşen bir çizgi takip etti; bu çizginin sağladığı başarılar ülke içinde ve dışında büyük takdir topladı.

Fakat başarıya ulaşmaktan daha zor olanı, başarıyı taşıyabilmektir. Tecrübeler gösterdi ki, başarıların kibre götürmek gibi bir riski vardır. Hz. Ali’nin Hz. Hüseyin’den torunu Muhammed, “Kibir arttıkça akıl azalır” dermiş.[3] Akıl azaldıkça da yanlışlar artar; yanlışlar arttıkça ülfet dilinin yerini husumet dili alır. Siyasette bu tür olumsuzlukların artması ortalığı puslandıracağından, fırsatçılar ve dalkavuklar bu puslu atmosferde haksız çıkarlar elde ederlerken, iyi niyetli kişiler ve geniş toplum kesimleri zarar görür. Sonuçta bahsettiğimiz kadro bakımından erdemli İslâmî adalet ve ülfet ruhu İslamcı ideoloji’nin ayrıştırıcı-çatışmacı ruhuna dönüşür ve her ideoloji gibi iktidar sahiplerinin adalet-zulüm, helal-haram mantığını ideolojik yakınlar lehine değiştirir. Onun için Aziz Kur’an, “Bir topluluğa duyduğunuz öfke sakın adaletten sapmanıza yol açmasın!” diyerek muhatabını uyarır (Mâide 5/8). İslamcı ideoloji, ideolojik yakınlığı ehliyet, liyakat ve adalete tercih ettirir. Ve sonucu Hz. Peygamber bildiriyor: İşler ehline verilmeyince artık ‘Saat’i bekle![4]

 

Kaynakça

[1] İbn Hacer el-Askalânî, Nüzhetü’n-Naẓar fî Tavḍîhi Nuḫbeti’l-Fiker fî Muṡṭalaḥi Ehli’l-Eŝer (nşr. Abdullah b. Dayfillâh er-Rahîlî), Riyad 1422/2001, s. 127.

[2] Birlikte Yaşayabilecek miyiz?, çev. Olcay Kunal, İstanbul 2005, s. 13.

[3] Gazzâlî, İhyâ, Kahire 1332, III, 339.

[4] Buhârî, el-Câmiʿu’s-Sahîh (nşr. M. Züheyr en-Nâsır), Beyrut 1422 h., I, 21, no. 59.

 

Mustafa Çağrıcı
Mustafa Çağrıcı
1950 yılında Sivas’ın Şarkışla ilçesinde doğdu. 1963 yılında İlkokuldan, 1969’da Sivas İmam-Hatip Lisesi’nden, 1973’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nden (bugünkü M. Ü. İlahiyat Fakültesi) mezun oldu. 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nde Lisansüstü çalışmalarına başlayan Çağrıcı, 1982 yılında M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktor, aynı yıl M.Ü. İlâhiyat Fakültesi'nde Yardımcı Doçent, 1990’da Doçent, 1996'da Profesör oldu. M.Ü. İlâhiyat Fakültesindeki görevi yanında, Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkardığı, 46 cilt olarak tamamlanmış bulunan İslâm Ansiklopedisi’nde “İslâm Düşüncesi ve Ahlâk İlim Heyeti Başkanı”, yazar ve redaktör olarak kesintisiz 32 yıl çalıştı. 2003 yılında başlamak üzere sekiz yıl İstanbul Müftüsü olarak görev yaptı. M.Ü. İlâhiyat Fakültesi’nden emekli olan Çağrıcı, halen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’ndeki hocalığı yanında, Üniversite bünyesindeki Kur’an Araştırma Merkezi’nde (KURAMER) Bilim Kurulu Üyesi ve Yayın Kurulu Başkanı olarak bilimsel faaliyetlerini sürdürmekte, günlük bir gazetede köşe yazarlığı yapmaktadır. Prof. Çağrıcı’nın İslâm felsefesi, ahlâk ve genel olarak İslam ve ilâhiyat konularına ilişkin kitap, makale, bildiri, konferans metni, ansiklopedi maddesi gibi çok sayıda bilimsel çalışmaları bulunmaktadır. Bunlar arasında 4 ciltlik “Muhtasar İhyâu Ulûmi’d-Dîn tercümesi” ve –dört kişilik bir komisyonun hazırladığı- 5 ciltlik bir Kur’an tefsiri de vardır.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

İslam Kültüründe ‘Hürriyet’ Kavramının Anlam Gelişimi

Her ne kadar Türkçedeki ‘özgürlük’, İngilizcedeki ‘freedom’ ve Fransızca’daki ‘liberté’ karşılığı olarak günümüz Arapçasında ‘el-hurriyye’ (hürriyet) kelimesi kullanıyorsa...

İslam Düşünce ve İlim Geleneğinde Ahlakın Serüveni ve Sonuçları

Öncelikle belirteyim ki, Müslüman dünyanın çağdaş uygarlıkta geri kalmışlığının en önemli sebeplerinden birinin bu dünyada kronik hale gelmiş...

Kader–Hür İrade Tartışmalarının Başlamasında Siyasetin Rolü

‘Kadere iman’ ilk defa ne zaman, hangi şartların etkisiyle ve kimler tarafından benimsendi ve sonuçta bütün Sünnî dünyada...

İslam Kültüründe Sünnet–Bid‘at ya da Muhafazakârlık–Yenileşme Gerilimi

Bid‘at kelimesinin Arapçadaki sözlük anlamı “yenilik”tir; İslam kültüründe ‘bid‘at’in karşıtı olarak kullanılan sünnet ise “adet, gelenek” anlamına gelir. Her iki...