‘İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ mi? ‘Muasır Medeniyet’ mi?

Türkiye’de siyasete ilişkin yorum yazmaya veda ettikten sonra, o ruh hali içinde Ekopolitik’e yazdığım ‘kültür’ yazılarına da elim varmadı.

Aslında ‘kültür’ siyasetten bağımsız bir konu değil, ama hiç olmazsa güncel politika ötesinde bir konu. O nedenle aslında daha esaslı bir konu. Uzunca bir ara vermiş oldum, bu yazıları izleyen varsa onların affına sığınıyorum ve kaldığım yerden devam ediyorum.

Doğrusunu söylemek gerekirse biraz da geçenlerde aynı haftaya (16- 22 Mayıs) denk düşen iki görüş yazısı ve röportaj, beni derin bir kültürel mevzuyu yazmaya itti. Biri seküler, diğeri İslamcı çevreden iki genç kadın akademisyen ve yazar, ‘medeniyet’ teması üzerine görüş bildiriyor. İsim vermek, konuyu polemik düzlemine taşır, benim yaşımda birine yakışmaz, asıl önemlisi görüşler. Birincisi, özetle, ‘Muasır medeniyet’le tanışmış toplumların kolaylıkla bu kazanımı kaybedebileceği, korumak için mücadele verilmesi gerektiğini söylüyor. Hoppala, çağdaş uygarlık yerine bu eski tabir nereden çıktı? Diğeri, sosyal medya ve dijitalleşme dönemi üzerinden çağdaş medeniyetin, insanı nasıl insan olmaktan çıkardığına işaret ederken bu medeniyetin adını koymak gerektiğini söylüyor. Bu medeniyetin adı ‘Çağdaş Küresel İngiliz-Yahudi Medeniyeti’ diyor. Hoppala, bugünün karmaşık sorunlarının sorumlusu nasıl İngiliz-Yahudi komplosuna bağlanıyor?

‘Muasır medeniyet’ tabiri, kuşkusuz erken Cumhuriyet dönemine ve Mustafa Kemal’e gönderme yapmak için kullanılmış. Doğrusu, bu tabir Mustafa Kemal ve cumhuriyetçi aydınlara mahsus değil, on dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren o dönemin İslamcısı da muhafazakarı da, modern uygarlık için aynı tabiri kullanıyordu.

Aralarındaki fark, modern uygarlığın Batılı kültürel formlar çerçevesinde mi, yoksa kendi kültürümüzü muhafaza ederek mi benimsenmesi gerektiği idi. 2025 yılı itibarıyla, bu tabiri kullanan belli ki, cumhuriyetin modernleşme hamlesinin bir noktada kesintiye uğradığını veya geriye dönüldüğü vurgulamak için bu tabiri kullanmış.

Ona göre, Türkiye ve hatta tüm dünyada yaşanan siyasi otoriterleşme krizinin temel nedeni, modern Batı uygarlığını, daha doğrusu onun kazanımlarını koruyamamış olmak.

Diğer yazar ise, modern ve hatta post-modern dünyanın tüm sorunlarının İngiliz-Yahudi dayatması bir uygarlık anlayışı olduğunu düşünüyor. Ona göre, onca zaman tüm insanlığın kendini bu medeniyete kolayca kaptırmasının nedeni “beşeriyetin çoğunluğu(nun) hayvansı” olması, “Bu medeniyet bu hayvansı insanlara hitap ettiği için yakalıyor”.

Bence ‘asıl sorun da bu’, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği geride kalmış ama bizim genç nesil entelektüelleri hala on dokuzuncu yüzyıl sonu, bilemediniz yirminci yüzyılın başında kullanılan kavramlarla konuşuyor, o dönem dolaşımda olan kavramlar, tartışmalar ve hatta komplo teorilerinin diliyle konuşuyor. Diğer bir deyişle, düşünce ufukları bu.

Aslında, ‘İngiliz-Yahudi medeniyeti’nden söz eden yazar bu tabir ve bakışı kendi icat etmiş değil, nitekim bu konuda felsefeci akademisyen Teoman Duralı’ya gönderme yapıyor. Genç yazar ne yapsın, koskoca bir felsefeci entelektüel bu konuda bir kitap da yazdığına göre, vardır bir bildiği diye düşünüyor. Duralı’nın ‘Çağdaş Küresel Medeniyet/Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi

Medeniyeti’ başlıklı kitabı (Dergah, 2000) ve bu çerçevedeki yorumları İslamcı çevrede çok itibar görmüştü. Ancak, Duralı’nın bu konuda görüşleri, modernleşme olgusunu bir Yahudi işi olarak gören popüler komplocu bakışların ötesinde teorik ve felsefi temel taşımıyordu. Dahası, inanç sahibi bir felsefeciden beklenebileceği gibi, İslam ilahiyatı okuması da son derece sığ idi ve zaten modernizmi İngiliz-Yahudi medeniyeti olarak tanımlamasının teoloji ile hiçbir alakası da olamazdı. Sonuçta, kitabı ve tezleri son derece sığ bir tarih, felsefe ve teoloji okumasının özeti idi. Her zaman felsefeci bir entelektüelin bu noktaya nasıl vardığını merak etmişimdir.

Öncelikle, bir felsefeci olarak, bu konuların bu denli sığ bir yaklaşımla kavranamayacağını düşünmesi gerekirdi. Diğer taraftan, kendini inançlı bir müslüman olarak tanımlamaya başladıktan sonra, bir entelektüel olarak, ciddi bir İslam ilahiyatı okuması yapma gereği duyması gerekirdi.

Oysa, İkinci Dünya Savaşı sonrası, öncelikle Batı düşünce alanında ve Batı dışı dünyada, modernleşme konusunda tartışılmadık konu kalmadı. Batı merkezcilik ve modernizm eleştirilerinin alası, Batılı düşünürler tarafından üretildi. Post-modern düşünce bu temelde gelişti. Doksanlı yılların İslamcıları hiç olmazsa, Batı ve modernleşmeye karşı tepkilerini post-modern eleştirel düşünce referansları çerçevesine yerleştirmeye çalışıyorlardı. Gerçi, onların Batı ve modernleşme eleştirileri de kopyala-yapıştır usulü üzerineydi.

Benzer bir durum, ‘muasır medeniyet’i koruma kaygısına düşen akademisyen için de geçerli. Öncelikle, Batı dünyasında bile, ‘modern Batı’yı evrensel model olarak gören kalmadı veya daha doğrusu bu yaklaşımı ciddiye alan kalmadı. Hala benzer çerçevede düşünenler, iddialarını farklı tabirler ile cilalamak gereği duruyor. Bizimkiler hala, artık suyu çıkmış modernleşme teorilerinin dili ile konuşuyor. Dahası, bırakın ‘muasır medeniyeti’ üzerine geniş literatür bir yana, gelişmiş Batı ülkelerinin içine düşmüş olduğu son demokrasi krizini de görmezden geliyor. Üstelik, künyesinde Britanya’nın en prestijli üniversitelerinden biri olan bir akademisyenden söz ediyoruz, yani dünyada olan bitenden habersiz biride olamaz diye düşünüyorum.

Gerçi, Batı dünyasında söz konusu Batı dışı dünya olunca Oryantalist klişeler hala geçerliliğini koruyabiliyor. Nitekim, söz konusu akademisyen de, belli ki Doğu dünyası söz konusu olduğunda ‘Bon pour l’Orient analizlerler yeter diye düşünmüş olmalı. O nedenle, ‘muasır medeniyet’ten söz eden yazar konuyu açmak için “Orta Doğu’ya bakmakta yarar var” demiş. Keşke hiç bakmasaymış, zira (olabildiğince nazik bir ifade kullanmaya çalışarak) ‘Orta Doğu hakkındaki malumatı kısıtlı’ diyeyim. Sadece, Lübnan’ı 1950 ve 60’larda “Doğu’nun Paris’i olarak bilinen kozmopolit bir vahaydı” diye tanımlaması bile, konuya ne kadar uzak olduğunu gösteriyor.

Öncelikle, o ‘kozmopolit vaha’, sandığı kadar çevresinden izole bir yer değildi, Orta Doğu’da yaşanan tüm gelişmeler bu ülkeye fazlasıyla yansıyordu. Lübnan gerçekten de, farklı etnisite, din ve mezheplerin buluşma noktası gibiydi ama ‘kozmopolit’liğini daha ziyade Soğuk Savaş’ın her milletten casusunun cirit attığı en karanlık noktaların biri ve bölgenin kara para merkezi olmasına borçluydu. Ancak, Orta Doğu söz konusu olunca, genel geçer klişeler yeterli sayılabiliyor. Tam da bu nedenle, yazarın ifadesi ile, “Bu ülkelerin ortak hikayesi şu: Bir zamanlar muasır medeniyetle tanışmış olmak, o medeniyetin kalıcı olduğu anlamına gelmemeli”ymiş. Doğrusu, ben de, özellikle 2003 Irak işgalinden sonra, Orta Doğu’nun modernleşme sürecini göz ardı eden yaklaşımları son derece yanıltıcı buluyorum. Ancak, bu ülkelere ilişkin sorun modernleşmenin ‘kesintiye uğraması’ veya ‘geriye dönüş’, yazarın ifadesi ile ‘muasır medeniyetten sapma’ değil. Dahası, sorunların bir kısmı ‘muasır medeniyet’in kendi içinde var olan çelişkiler. Modern Batı düşüncesi, bu çelişki ve sorunların tartışılması çerçevesinde gelişti. Genç bir akademisyenin tüm bunlardan habersiz gibi, ‘muasır medeniyet’in sadece kazanımları üzerinden tanımlaması çok yadırgatıcı.

Sonuçta, tüm bu meseleler uzun boylu tartışmayı gerektiren konular, bizim konumuz ise, asıl sorunun, her iki cenahta da, bu denli karmaşık ve önemli konulara son derece sığ bir klişeler üzerinden bakılması. Yıl 2025 itibarıyla taraflar hala benzer mevzilerde düşünce üretmeye çalışıyorlar. Ve tabi bu kalıplardan esaslı bir düşünce çıkmıyor, klişeler tekrarlanıyor. Bence en önemli kültürel sorunumuz bu.

Nuray Mert
Nuray Mert
1960 Trabzon doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Tarih Bölümleri’nde lisans eğitimi alan Mert, aynı üniversitenin Tarih Bölümü’nde yüksek lisansını (Prens Sabahaddin ve Terakki Mecmuası), Siyaset Bilimi Bölümü’nde de doktorasını (Erken Cumhuriyet Döneminde Laik Düşünce) tamamladı.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

     ‘Yerliler’ ve Dürrüşehvar Sultan

Bir zamanlar ‘yerlilik’ tabiri çok popülerdi. Hatırladığım kadarı ile, seksenli yıllarda, İslamcı gençler bu isimde bir dergi çıkarmıştı....

‘Eski Ramazanlar’ Beyaz Türk Dünyası’ndan Ramazan Anıları

Beyaz Türkler’den AK Türklere mevzusuna başladık, Ramazan geldi. O halde, konuya Ramazan teması üzerinden devam edeyim diyorum. Herkes...

Beyaz Türkler’den AK Türkler’e

İki binli yılların başlarında ‘Beyaz Türkler’ konusu pek popülerdi. Doğrusu bende bu yıllarda bir ara, İstanbul Life dergisinde,...