Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat çekiyor: 1923 Lozan Antlaşması dünya çapında bir zafer miydi, yoksa fevkalade başarısız bir hezimet miydi? Tartışmalar çoğunlukla tarihçiler tarafından değil de, tarih meraklıları ve zıt kutuplardaki belirli mahallelere mensup ideoloji yüklü ve peşin fikirli kimselerce yürütüldüğü için çoğunlukla hakikat kaygısı güdülmeden yürütülüyor.
Daha ziyade güncel kimlik tartışmalar ve politik/ideolojik yarılmada karşı tarafa bir taş daha fazla atabilmek amacıyla üretilen yüzeysel ve tek boyutlu söylemler üzerinden yürütülen bu tartışmaların en büyük kaybedeniyse, hemen her zaman olduğu gibi hakikatin kendisi. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması üzerine görümeler ve onay işlemleri 23 Ağustos 1923’te, yani imzalandıktan hemen bir ay sonra Türk tarafınca tamamlandı. Müttefiklerin onay süreçleri ise 1924’e sarkacak ve hatta bir süre sürüncemede bırakılacaktı.
Dolayısıyla içinde bulunduğumuz günlerde, bir asırdan fazla süredir yürürlükte olan Lozan’ın imza ve onay sürecinin yıldönümündeyiz. Ben de, bu konu üzerine değerli bir belgesel de hazırlamış olan Taha Akyol’un, bugünlerde yeniden okuduğum ve ilk baskısı 2014’te yapılan Bilinmeyen Lozan kitabındaki[1] temel izlek noktaları ve argümanlarından hareketle, kendi perspektifimden nesnel bir Lozan değerlendirmesi yapmaya gayret edeceğim.
Lozan’a hangi şartlarda gidildi, iç ve dış konjonktür nasıldı?
En geniş sınırlarına ulaştığı 17. yüzyılın sonu itibariyle –tâbi devlet ve prensliklerle birlikte- 14-15 milyon km2’ye erişen bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı Devleti, 1876’da 6,5 milyon km2 yüzölçümüne sahipken, II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği 1909’da 5 milyon km2 ile temsil ediliyordu. Ancak en güçlü dönemindeki hâkimiyetin yaklaşık beşte birine kadar düşen bu coğrafyayı dahi elde tutmak çok zor görünüyordu artık. Balkan Savaşları ve akabinde gelen Birinci Dünya Savaşı sonucunda sadece dokuz senede bu daralmış ülkenin dahi %90’ı kaybedilecek, meş’um Sevr Antlaşması’yla Türklere bırakılan alan sadece 480 bin km2’lik, sınırlı bir Karadeniz sahili haricinde denize çıkışı dahi oldukça problemli ve savunulması mümkün olmayan bir iç Anadolu ülkesi olacaktı.
Bir asır sonra üzerinde pervasızca haksız spekülasyonlar yapılıyor, lakin Lozan’a giden yolda birkaç önemli dönüm noktası ve süreç sözkonusuydu:
-Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş, Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Anlaşması’yla tamamen işgal edilmiş haldeydi. Bu perişan ülkenin, başkenti dâhil dört bir yanı İngiliz, Fransız, İtalyan, Ermeni, Yunan/Rum işgali altındaydı ve çökmüş bir devlet, felç olmuş bir toplum, dağıtılan ancak zaten yenilmiş ve ayakta duramayan bir ordu sözkonusuydu. 1919’un başındaki vaziyet fevkalade iç karartıcı olup, tam bir çöküş haline işaret ediyordu.
-İstanbul’daki Osmanlı sarayı ve devlet formasyonundan geriye pek bir şey kalmamış, iktidar taşrada otoritesini kaybetmişti. İstanbul’da işgal idaresi karşısında tümüyle devre dışı kalan Osmanlı idaresi, Anadolu ve İstanbul içindeki işgal karşıtı milliyetçi harekete diş biliyor, direniş olmazsa İngiliz-Fransız güçlerinin bir süre sonra kendiliklerinden bırakıp gideceğine bel bağlıyordu. İstanbul ve Anadolu’da olası bir direnişin işgali derinleştireceği kanaati saray çevrelerinde yaygındı. Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin saray çevreleri açısından mantığı da –büyük oranda- direnişi etkisizleştirmek ve olası ileri işgal adımlarını bu sayede engelleme hüsnükuruntusuydu.
-Yunanlar Mayıs 1919’da İzmir ve Ege’de işgale başlayınca, Mondros’un Türk vatanı için ne kadar ciddi bir kriz yaratabileceği anlaşıldı ve o andan sonra da hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmadı. Anadolu’da henüz teslim olmamış Osmanlı ordu birlikleri ile Kuva-yı Milliye yapılanmaları işgale karşı koyacak şekilde yapılandırıldı. Kongreler sürecinin ardından Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Meclis, Kurtuluş Savaşı olarak bilinen süreci başlattı. Ağustos 1921’deki Sakarya Muharebesi’ne kadar vaziyet parlak değildi ve Yunanların sürekli bir ilerleyişi, hatta Ankara önlerine kadar işgali genişletme keyfiyetleri mevzubahisti.
-Doğu’da Ermenilere karşı başarılar ve Aralık 1920’de imzalanan Gümrü Anlaşması’nın ardından, Sakarya Savaşı’nda kazanılan galibiyetle birlikte, Fransızlar da Ekim 1921’de Ankara Hükümeti’ni tanıyarak Anadolu’daki işgali sona erdirdi. Fransızların, savaşta müttefik oldukları İngilizlerin karşı çıkmasına rağmen Ankara Hükümetiyle barış yaparak Suriye sınırını belirlemesi Lozan öncesi önemliydi, ancak bu avantaj ve Fransız-İngiliz çıkar çatışması Lozan’da yeterince kullanılamadı.
-Lozan öncesi Türk tarafının (Osmanlı değil; zira İstanbul’un, izlediği teslimiyetçi politikalar sonucu sahada ve masada herhangi bir ehemmiyeti kalmamıştı) en önemli avantajı, Yunanları Eylül 1922’de İzmir’e kadar kovalayarak memleketten kovması ve işgali bitirmesiydi. Ankara’nın eli artık güçlüydü, savaşta hezimete uğrayan Osmanlı Devleti yerine, Anadolu’daki işgali bir şekilde sonra erdiren Türk ordusu vardı şimdi. Bunun en büyük yansıması da Yunanların masaya oturtulmadığı Mudanya görüşmelerinde İngiliz ve Fransızlarla Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi oldu. İzmir’i alan ordu, ileri bir harekâtla Çanakkale, İstanbul ve Trakya’daki işgali de bitirmeye kararlı olduğunu düşmanlarına sahada ve masada net olarak bildirdi.
-Lozan’a gidilirken üzerinde durulması gereken bir husus da içerideki siyasi konjonktür olup, genel itibariyle sancılı ama umut vadeden bir çerçeve çizmekteydi. İstanbul’daki teslimiyet yanlısı saray ve hükümet neredeyse bütünüyle işlevsiz hale gelmiş, Ankara’daki Meclis başarılar kazandıkça da silinip gitmeye yaklaşmıştı. Mudanya Mütarekesi’nden iki hafta sonra İngiltere-Fransa-İtalya üçlüsü “doğudaki savaşa son vermek amacıyla” Türkiye’yi 13 Kasım’da Lozan’a davet etti. Ancak Müttefikler hem İstanbul hem de Ankara’yı birlikte davet etmiş, ikilik çıkarmaya oynamışlardı. Ankara’daki Meclis’in çıkardığı 1921 Anayasası’na göre İstanbul hükümeti zaten gayrimeşruydu. Bu davet vesile edildi ve hükümsüz hale gelmiş olan saltanat 1 Kasım 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın inisiyatif kullanıp sert müdahalesiyle kaldırıldı. Ancak Meclis içinde Kemal Paşa’nın şahsına karşı sert bir muhalefet vardı ve sonraki yıllarda idamlara, cinayetlere, tasfiyelere, kavgalara yol açacak bir politik çatışma hızla mayalanıyordu.
Peki Lozan zafer mi hezimet mi?
İsmet Paşa ile Rıza Nur ve Hasan Saka’dan oluşan delege heyeti Lozan’a işte bu şartlar altında gitti. Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu dağılmış, bizzat başkenti bile işgal altında (işgal beş seneye yakın sürecekti), Anadolu’nun hemen her yeri işgal edilmiş veya edilmek üzere, diz çöktürülüp bedel ödetilmeye çalışılan yıllar yaşanmaktadır. Ekim 1918’deki Mondros’un ardından, Ağustos 1920’deki Sevr rezaleti Müttefiklerin aşağılık niyetlerini tamamen ortaya koymaktadır.
TBMM tarafından onaylanmasının 102. yıldönümünde Lozan’a biraz daha sağlıklı bakabilmek açısından, aşağıdaki genel tahlil çerçevesini öneriyorum. Kanaatimce bu çerçeve hem “zafer mi hezimet mi?” tartışmalarına soğukkanlı bir yanıt teşkil edecek, hem de tarihsel vakaların hangi metodolojik perspektifle ele alınmasının daha makul olabileceğine dair fikir verecektir.
Öncelikle bu meseleye imkânlar ve sahadaki somut gerçeklikler muvacehesinde bakmak zorundayız: Osmanlı Devleti’nin yüzölçümü, 1600’lerin sonunda 14 milyon km² civarındaydı, bugünkü Türkiye topraklarının yaklaşık yirmi katı olan bu coğrafyayı yönetebilmek için güçlü bir devlet olmak yetmiyordu. Kendi döneminin süpergücü Roma İmparatorluğu’nun en geniş sınırlarının 6 milyon km2 olduğunu hatırlarsak, bu büyüklüğün ne anlam ifade ettiği daha somut olaral anlaşılabilir. Osmanlı Devleti, en geniş sınırlarına ulaştığı 16. ve 17. yüzyıllarda bilinen dünya dengeleri açısından bir süpergüçtü. Ancak bu süpergüç pozisyonunu koruyabilmek, iç ve dış saiklerin zorlamasıyla artık mümkün olmadığında bu topraklar da hızla kaybedilecek, imparatorluğun gerileme ve çöküşü ise yaklaşık iki asır sürecekti.
Günümüzde daha ziyade politik eğilimlerin ittirmesiyle adeta bir “asr-ı saadet” dönemi olarak kodlanan ll. Abdülhamid 1876’da tahta çıktığında devletin yüzölçümü 6.5 milyon km² idi. Üzerinde pek fazla durulmaz; 1.5 milyon km² onun zamanında kaybedildi ve 1909’da ülke toprakları 5 milyon km²’ye indi. Abdülhamid’i tahttan indiren İttihatçılar devrinde ise savaşlar hızlanırken, ordu da devlet de iyice zayıflamış haldeydi; 1918’e kadarki dokuz sene içinde, 5 milyon km²’lik ülke de İttihatçıların yanlışları/hataları ve savaşlar nedeniyle 480 bin km²’ye kadar düştü.
Bu noktada imparatorluk da devlet de adeta yok oldu; eğer Vahdettin döneminde İngilizlere tam teslimiyetçi saray yönetiminden bağımsız bir milli mücadele süreci bir devlet projesi olarak ortaya çıkmasaydı, 1920’lerde manda idaresi altındaki Irak, Suriye, Mısır gibi bir yapı ortaya çıkacak, Türkiye’nin bağımsızlığı en az 25-30 sene daha hayal olacaktı. Ortaya çıkacak yeni Osmanlı/Türkiye ise ufak bir Orta Anadolu-Orta Karadeniz devletiyle yetinmek zorunda kalacaktı.
Burada hassaten vurgulamak gerekir; birilerinin sandığı ve propaganda ettiği gibi, Adalar, Kıbrıs, Suriye, Irak, Balkanlar vs Lozan’da pazarlık masasında kaybedilmiş değildi. Daha önceki yarım asır boyunca sürekli savaşılmış ve o topraklar zaten yitirilmişti. Yani o topraklar Türklerin elinde değildi masaya oturulduğunda ve pazarlıkla geri alınacak durumda değildi Türk tarafı açısından. Bunun sebebi kimsenin savaşlardaki ihaneti veya savaşmak istememesi değildi; bilakis ordu yıllarca her cephede savaştı ama gücü yetmedi, netice de bu toprakların tamamı kaybedildi.
Bu tehlikeli varlık-yokluk düzleminde 1920’lerin başında oldukça kritik bir denge ortaya çıktı: Türk ordusu Milli Mücadele’de Yunan işgalini kıramasa, Sakarya ve Büyük Taarruz’da zafer kazanmış şekilde Ekim 1922’de Mudanya’da muahede masasında İngilizlerle Fransızların karşısına oturamasa, Kasım 1922’de Lozan’a cebinde Mudanya zaferiyle gidemese bambaşka bir zemin ortaya çıkacaktı. Lozan’daki İngiliz heyetinin başkanı ve Dışişleri Bakanı Curzon’un da ima etmenin de ötesinde açıkça vurguladığı üzere, Almanlara Versay’da yaptıklarını yapacak ve tam bir diz çöktürmeyi kovalayacak, 1920’deki Sevr’i dayatıp Türklerin elinde kalmış olan her şeyi alacaklardı. Üstelik bunu engelleyecek bir güç de ortada yoktu.
Yine açıkça vurgulamak gerekir ki; Lozan’da 1920 Sevr Antlaşması metnindeki o 480 bin km² toprağa, Milli Mücadele zaferi sayesinde 256 bin km² daha eklenip 736 bin km²’ye çıkarıldı, ancak bu sayede Ege, Marmara ve Akdeniz’e çıkılabildi. 1936’da Montrö’de Boğazlar üzerinde tam hâkimiyet kuruldu, 1939’da Hatay’ı da anavatana katıp 783 bin km²’ye ulaşıldı ve bugünkü sınırlar bu şekilde ortaya çıkabildi. Yoksa Türkler Lozan’a gittiklerinde, ellerinde ve hâkimiyetleri altındaki devasa toprakları bir kumar masasında peye sürmüş de baskılara dayanamayıp düşmana vermek zorunda kalmış değillerdi. Kendi tarihine yönelik bu küçümseyici ve pejoratif bakışı son derece sorunlu bulduğumu ifade etmeliyim.
Peki o halde Lozan bir zafer mi? Genel itibariyle “zafer” olarak kutsallaştırılacak ve sorgusuz sualsiz “her adımı muhakkak doğruydu” denilebilecek bir metin ve süreç değil, ancak teknik açıdan başarılı bir müzakere yürütüldüğü ve imkanlar ölçüsünde al-ver sürecinde odaklanılan öncelikli hususlar itibariyle netice alındığı söylenebilir. Sahada savaşılmış ve masada da onurunu koruyup askeri, ekonomik ve adli işgali bitirmek mümkün olabilmişti. Zaten Ankara’nın önceliği “sınırları savunulabilir, ancak tam bağımsız bir devletti.” Bu noktada sınırları belirleyip savunmak ve Misak-ı Milli’ye mümkün olduğunda yakınlaşabilmek öncelik olarak belirlenmişti.
Ankara’nın gücü olsa Lozan’da daha fazlasını da alabilirdi (Boğazlar, Musul, Hatay vs) ama gücü yetersizdi, içeride aşılması gereken zafiyet noktaları vardı ve evet, o dönem devletin gücü sadece Yunanistan’a yetebiliyordu o şartlarda. İngilizlerle savaşacak gücü yoktu ki bu çok açık, Çanakkale ve Boğazlar’a yönelik hamasi söylemin de İngilizlerle çatışmadan kaçınılacak şekilde bir güç gösterisinden ibaret olduğu dönemin iç rapor ve yazışmalarından anlaşılıyor. Hele “Musul mu Boğazlar mı?” ikilemi müzakerelerde Türk heyetini sıkıştırınca, tercih net bir şekilde Boğazlar ve İstanbul’dan yana yapılıyor.
Mustafa Kemal Paşa ve ordu liderliği İngilizlerle savaşıp eldeki kazanımları da riske atmayı tercih etmedi ki bu gayet anlaşılabilir bir durum. Nitekim harplerle ve mağlubiyetlerle dolu geçmiş yıllar savaşın kuru hamasetle kazanılmadığını; İngiltere ile savaşmak için somut ve materyal imkânlar bulunmadığı gibi, uluslararası desteğin de olmadığını gösteriyor. Lozan analizlerinde bu hususlar umumiyetle yok sayılır.
Lozan’a yöneltilen eleştiriler genellikle şu anki güç dengeleri ve kapasiteyle geçmişe bakılarak ve anakronik yaklaşılarak yapılıyor. 1924’ten sonra Türkiye’de ortaya çıkan iç siyasi dengeleri (tasfiyeler, politik kamplaşmalar vs) beğenmemek ayrı bir durum ve buradaki eleştiriler farklı bir düzlemde değerlendirilmeli, bu da son derece normal. Lakin 1924’ten sonra yaşananlara duyulan hınçla Lozan’a saldırılmasını metodolojik açıdan da siyasi açıdan da sorunlu buluyorum.
Netice itibariyle, Lozan zafer değil kuşkusuz, ama hezimet olduğunu iddia edenlerin artniyetleri ve anakronizmleri de gerçekleri perdeliyor. Açıktır ki Lozan’da yeni devletin gücü daha fazlasına yetmedi, elindeki imkânlarla en iyisini yapmaya çalıştı. Müzakerelerde teknik bazı hatalar ve kaçırılan çeşitli fırsatlar var (bilhassa Musul’daki toprak pazarlığı ve petrol paylaşımı konusunda ve Boğazlar’daki haklar hususunda) ama bunların nihayetinde neticeyi etkileyecek kadar büyük bir dengesizlik yaratmadığı söylenebilir. Savaş sonrası mağlup devletlerle imzalanan tüm antlaşmaların birkaç yıl içinde hükümsüz kalmasına mukabil, Lozan Antlaşması’nın bu sene 102. yıldönümünde olmamız ve Türkiye’nin kuruluş senedi olarak görülmesi de bu sürecin kurduğu dengenin genel itibariyle hakkaniyetli ve sürdürülebilir olduğunu ortaya koyuyor.
Kaynakça
[1] Taha Akyol (2014), Bilinmeyen Lozan, İstanbul: Doğan Kitap.