Mühürlenmiş Benlik: Milliyetçilikte Özneleşmenin Askıya Alınışı

The White Ribbon (2009) filmi, 20. yüzyılın başlarında Almanya’nın küçük bir kasabasında geçer. Yüzeyde sıradan bir yaşam akışı varmış gibi görünür; fakat bu görünümün ardında, çocukların üzerindeki disiplin, dini baskı ve ulusal kimlik öğretileriyle şekillenen bir “özne inşası” süreci işlemektedir. Film, bu inşayı doğrudan göstermese de, arka planında giderek belirginleşen bir karanlıkla, yaklaşmakta olan faşizmin tohumlarını sezdirir. Henüz adlandırılamayan ama hissedilen bu karanlık, çocuk bedenlerine sessizce işlenir. Çocuklar, daha kim olduklarını sorma imkânı bulamadan, hangi kimliğe hizmet edeceklerinin yükünü taşımaya başlar.

Bu sinematografik anlatı, aslında felsefi düzeyde çok daha derin bir süreci görünür kılar: Öznenin kendilik olanakları henüz ortaya çıkmadan bastırıldığı ve kimlik adı altında sabitlendiği bir varoluşsal kapanmayı. Bu kapanmanın işaret ettiği yapısal bastırmadan hareketle, Heidegger’in (2022) ifadesiyle söylemek gerekirse, filmdeki çocuklar “kendi varlık olanaklarına açık” hale gelmeden, “herkesin dünyasında” eritilirler. Henüz özneleşememiş benlikler, daha oluş sürecine dâhil olamadan, toplumsal rollerle mühürlenir. Bu noktada kimlik, içsel bir keşif değil; dışsal bir buyruğun, erkenden devreye giren bir müdahalesi olarak belirir. Söz konusu müdahale, yalnızca bireylerin toplumsal yerlerini tayin etmekle kalmaz; aynı zamanda onların varoluşsal açıklığını, yani kendileriyle karşılaşma imkânlarını da bastırır. Milliyetçilik ise bu mühürleme işlemini doğal, hatta kaçınılmaz bir yapı gibi sunar. Oysa burada söz konusu olan, öznenin oluş potansiyelinin sistematik biçimde sekteye uğratılmasıdır. Bu engelleniş, öznenin kendine açıklığını çoğaltmaz; aksine, onu kendinden mahrum bırakır ve başka bir şey adına mühürler.

Anlamın bu evresinde, varoluşsal düşünce her zaman şu temel soruyla başlar: “Kimsin?” Ancak bu soru, yalnızca kişisel bir merakla vucut bulmuyor, bir çağrının, hatta bir buyruğun tezahürüdür. “The White Ribbon”daki çocukların sessizliğinde yankılanan da budur: henüz dile gelememiş ama üzerlerine çoktan yazılmış bir kimlik çağrısı. Bu çağrı, özneyi cevap vermekten ziyade, uymaya zorlar. Cevap aramak serbestliğinden çok, cevabı tekrar etmek zorunluluğu devrededir.

Kimlik, bu bağlamda çoğu zaman bir cevaptan çok, dayatılmış bir zorunluluktur. Milliyetçilik, bu zorunluluğu olağanlaştırır; özneye bir kimlik vermektense, ona bu kimliğin ağırlığını taşımayı öğretir. “Kimsin?” sorusu böylece yerini “Nerelisin?”, “Hangi millettensin?” gibi sınıflandırıcı ifadelere bırakır. Ve özne, kendi oluşunu yaşamak yerine; bir coğrafyanın koordinatlarına, belirli bir dilin sınırlarına ve seçilmiş bir hafıza repertuarına sabitlenir. Bu sabitleniş, onu açıklığa değil; kapatılmış bir geçmişin, ideolojik bir anlatının içine hapseder. Ulusal kimlik bu anlamda bir armağan değil, özneyi unutuşun haritasına çivileyen, sessiz ama mutlak bir mühürdür.

Kimlik burada bir keşif çok, bir damgadır. Jean-Luc Nancy’nin (2019) “kendine açıklık” olarak tanımladığı özne, daha varoluşsal açılımına başlamadan sabit bir anlamla mühürlenir. Bu mühürleme işlemi, Sartre’ın (2020) “özden önce gelen varoluş” anlayışını tersine çevirir: artık varoluş özün ardından gelir. Çünkü “kimsin?” sorusu, özgür bir yanıt çağrısı değil, önceden yazılmış bir cevabın tekrar edilmesi haline dönüşür.

Bu noktada Catherine Malabou’nun (2021) “plastisite” kavramı düşünsel bir eşik oluşturur. Plastisite, hem şekil alma hem de şekil bozma kapasitesidir. Öznenin kimliğini, dışsal belirlenimlere rağmen beniden kurma yetisini ifade eder. Ancak filmde görülen, bu plastisitenin askıya alındığı bir travmatik sabitleme hâlidir. Çocuklar şekillendirilebilirlikten çok, şekillenmişliğe mahkûm edilir. Ulusal kimlik, burada özneyi açılabilir bir yapı olarak değil; kapalı, katı, biçimlendirilmiş bir kalıp olarak tasarlar.

Giorgio Agamben’in (2020) “çıplak hayat” kavramı da bu bağlamda açıklayıcıdır. Filmdeki çocuklar, sembolik düzenin içinde görünür olsalar da, özne olarak var olamazlar. Hayattadırlar ama siyasal bir yaşamın öznesi değildirler. Onlar, milliyetçiliğin çıplak bıraktığı, ama aynı zamanda disipline ettiği sessiz bedenlerdir. Kimlik burada onları tanımak için değil; yönetmek, sınırlamak, programlamak içindir.

Peter Sloterdijk’in(2021) “immunolojik topluluk” kavramı ise, milliyetçiliğin özneyle kurduğu ilişkiyi daha da derinleştirir. Milliyetçilik, bir tür bağışıklık sistemi gibi çalışır: dışarıdan geleni tanımlar, sınır çizer, içeride olanı koruma adı altında bir tür kapalı devre sistem yaratır. Bu sistemde özne, bağışıklık hücresi gibi işlev görür; kendi hayatını yaşamaktan çok, sistemin devamı için var olur.

Dolayısıyla Georges Didi-Huberman’ın(2018) imgelerle bellek arasında kurduğu ilişkiyi hatırlamakta fayda var: çocukların sessizliği, sadece bastırılmışlık değil, bastırılanın imgeler üzerinden direnişidir. Filmdeki çocukların yüzleri, bu bastırılmış hafızanın taşıyıcı yüzeyleridir. Konuşmasalar da bakışları, kimliğin onlara dışarıdan kazındığını fısıldar. Bu, görsel bir yara olarak belleğe kazınır. Ve bu yara, ulus adına konuşan dilin susturamadığı yerden sızar.

Ulus kimliği, bu anlamda bir armağan değil, özneyi unutuşun haritasına çivileyen ideolojik bir çerçevedir. Nancy’nin dediği gibi, özne oluşa açıklık değilse, bir kapatılma mekânıdır. Bu çerçevede, milliyetçilik, salt özneleşmenin çıplak doğumuyla meşgul olmaz; kimliğin bir yara gibi belleğe kazındığı, varoluşun kendi imkânlarına kapanarak ritüelleştiği bir sabitleme biçimini örgütler.

 

****

Kaynakça

1-Heidegger, M. (2022). Varlık ve Zaman (K. Durak, Çev.). Agora Kitaplığı.

2-Nancy, J.-L. (2019). Zihin, Beden, Ben (I. Ergüden, Çev.). Sel Yayıncılık.

3Sartre, J.-P. (2020). Varoluşçuluk (A. Bezirci, Çev.). Say Yayınları.

4-Malabou, C. (2021). Geleceği Olmayan Bir Beyin: Felsefe ve Sinirbilim Arasında (B. D. Arda, Çev.). Metis Yayınları.

5-Agamben, G. (2020). Homo Sacer: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (S. Yalçın, Çev.). Monokl Yayınları.

6-Sloterdijk, P. (2021). Kritik Akıl Neden Başarısız Oldu? (A. Kahraman, Çev.). Metis Yayınları.

7-Didi-Huberman, G. (2018). Görsel Bellek: İmgenin Tarih Karşısındaki Direnci (M. Uysal, Çev.). Metis Yayınları.

 

Şahin Eroğlu
Şahin Eroğlu
1992 yılında Bingöl’ün Karlıova ilçesinde doğdu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. Bir dönem Temrin ve Acemi edebiyat dergilerinde editörlük yaptı. Şiirleri ve çevirileri Bireylikler, Eliz, Temrin, Yolcu, Berfin Bahar, Ekin Sanat ve Kirpi gibi edebiyat dergilerinde yayımlandı. Felsefe alanında Hegel, Walter Benjamin, Derrida, Peter Sloterdijk, Heidegger ve Wittgenstein üzerine akademik çalışmalar yaptı; bu çalışmaları çeşitli ulusal ve uluslararası dergilerde yayımlandı. Ayrıca, Karar ve Perspektifte köşe yazıları yayınlandı.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Mesihsiz Kurtuluş: Netanyahu’nun İran Stratejisinin Teolojik Arka Planı

Netanyahu’nun İran’a dönük stratejisini yalnızca askeri hamleler, diplomatik baskılar ya da güvenlik kaygılarıyla sınırlı bir çerçevede değerlendirmek, bu...

Kayıtsızlığın Anatomisi: Gazze ve Dünya Vicdanının Çöküşü

Gazze işgali, fiziksel tahribatlarla açıklanamayacak denli derinleşmiştir. İnsani vicdanın aşındığı, ahlâki çöküşün mekâna kazındığı bir eşiğe dönüşmüştür. Gazze...

Teolojik Ulus, Seküler İmparatorluk: Siyonizm ve Batı Milliyetçiliğinin Ortak...

Modern milliyetçilik, zamanla siyasal ve kültürel sınırları aşarak dünyevi bir inanç sistemine dönüşmüştür; Tanrı’nın yerini millet, kutsal metinlerin...

Türkiye’de Sekülerleşmenin Eksik Büyüsü

Bir toplum, kendi aynasında iki yüz görüyorsa; biri geçmişin hayaleti, diğeri geleceğin hayal kırıklığıdır.Türkiye’nin modernleşme serüveni, görünürde sekülerleşmenin...

Toplumsal Hafızanın Dağılması: 12 Eylül ile 15 Temmuz Arasında...

Bir toplumun zamanla kurduğu ilişki, onun hafıza kapasitesini belirler. Geçmiş yalnızca yaşanmışlıkların toplamı değildir; aynı zamanda hatırlama biçimlerinin,...