“Onbaşının Karısı” ya da İran’a İngiliz Gözlüğüyle Bakmak

Gerald Seymour (1941), Soğuk Savaş döneminde, 1960’larda gazetecilikle başlayan kariyerinde, zaman içinde önemli bir polisiye gerilim ve casusluk romanları yazarına dönüştü. Uzun yazarlık kariyerinde yayınlanmış onlarca polisiye/casusluk kurgusu arasında İrlanda Kurtuluş Ordusu’ndan (IRA) İtalyan mafyasına, Rus bilgisayar korsanlarından KGB ajanlarına kadar geniş bir yelpazede, istihbarat ve casusların dünyasında dolaşmış bir yazar Seymour. Bu geniş yelpazede önemli yeri olan bölgelerden biri de Ortadoğu; Arap-İsrail ihtilafı ve Filistinli aktivistlerden el-Kaide mensuplarına kadar çok sayıda güncel ve ilgi çekici malzeme de Seymour romanlarında kendine yer buluyor.

Bugünlerde elimde Seymour’un Türkçeye çevrilen iki kitabından “Onbaşının Karısı”[1] var. Yazarın Türkçeye çevrilen diğer kitabıysa “Ölümün Adı Yok” ismiyle basılmıştı.[2]

“Onbaşının Karısı”: Bir İngiliz istihbarat operasyonu

Gerald Seymour, İngiliz gizli servisini ve onun Ortadoğu’daki istihbarat operasyonlarını merkeze aldığı “Onbaşının Karısı” romanında, bu sefer doğrudan İran’a ve İran’da politik elitler arasındaki mücadeleye, sıradan insanlara, toplumsal huzursuzluklara ve İngilizlerin (İsrailliler ve Amerikalılarla birlikte) bu kırılganlıklardan yararlanma çabalarına odaklanıyor.

Kitap acı bir idam sahnesiyle başlıyor. İran’ın tartışmalı ismi, bir dönemin radikal muhafazakâr cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın ikinci kez seçildiğinin açıklandığı 2009 seçimlerindeki protestoların ardından gelen baskı sürecinde tutuklanan bir genç, Şah döneminden beri kötü şöhretiyle biline Evin Hapishanesi’nde asılarak idam edilir. Bu gencin darağacına giderken avcunda tuttuğu fotoğraf ise, sevdiği kadına aittir ki bu kadın aynı zamanda Devrim Muhafızları Ordusu’nun önemli isimlerinden birinin şoförünün eşidir.

Onbaşı rütbesindeki bu şoför, Mehrak, DMO’nun elit dış operasyon birimi olan Kudüs Gücü –2020’de Bağdat’ta ABD’nin öldürdüğü General Kasım Süleymani bu birimin başındaydı- içindeki çok az sayıda üst düzey komutandan birinin (Tuğgeneral Rıza Joyberi) yıllardır en yakınındaki isimdir. Joyberi, yurtdışında yüksek meblağlı banka hesapları olan, Afganistan’dan Türkiye’ye doğru uyuşturucu nakliyatı ve elitler arasında göz yumulan illegal işlerle cebini dolduran bir isim. Irak ve Lübnan’da Kudüs Gücü’nün dış operasyonlarında görev almıştır, ancak özellikle İran nükleer programındaki kilit denetleyici rolü –İran’da nükleer dosya doğrudan DMO’nun denetiminde- nedeniyle İngiliz ve İsrail istihbaratının dikkatini çeker. Nitekim Dubai’deki hesaplarıyla ilgili yurtdışına gönderdiği şoförü, bir kişisel zaafından dolayı İngiliz istihbaratının eline geçince, İran içinde de düşmanlık okları doğrudan generali göstermeye başlar. Dünyanın her yerinde kaidedir zira: Kurtlukta düşeni yemek kanundur!

Mehrak, İncirlik üzerinden kaçırıldığı Viyana’da İngiliz istihbaratınca sorgulanır ve DMO ile ilgili kritik bilgilerin bir kısmını muhataplarına verirken, sorunlu bir evlilik yürüttüğü güzel eşi Feride’nin de Tahran’dan kaçırılarak yanına getirilmesini ister, aksi takdirde daha fazla bilgi vermeyeceğini söyler. İngilizler eski askerlerden kurulu bir ekip ve Farsça bilen bir genç İngiliz’den ekip kurarak, Feride’yi DMO takibinden çıkarıp kaçırmaya koyulur.

Ancak işler yolunda gitmez; şoför Mehrak pişman olur ve Viyana’da yaşlı sorgucularını atlatıp şehirdeki İran sefaretine sığınır, İran’daki kurtarıcılar yolda sorunlar yaşar ve sınıra zar zor gelebilir, General ise mollalar tarafından sorguya alınır ve o da kaçmak için Türkiye sınırına doğru yola koyulur. Feride ve refakatçileri sınırda DMO ile çatışır ve biri hariç hepsi öldürülür. General sınıra kadar rahat gelir, ama Doğubeyazıt’ta ilçedeki Türk jandarma komutanınca İranlılara iade edilir, idam edilmesi kesin gibidir. Mehrak için de benzer bir akıbet kuvvetle muhtemeldir. Ancak Vauxhall Cross’taki İngiliz istihbaratçılar SIS/MI6’te keyiflerini sürmekte, bu başarısız operasyonlardan ve hayatını kaybedenlerden dolayı kimsenin başı ağrımadan yollarına devam etmektedir.

Kitap bu yönüyle, “high politics” olarak adlandırılıp bir nevi kutsanan uluslararası siyasetin makro dengelerinin, alt kademe görevliler ve sıradan insanlar üzerindeki etkilerini ve yol açtığı kayıpları resmetmesi yönüyle dikkat çekici. Ancak aynı şeyi kitabın yazıldığı konjonktür ve sıradan insanların zihinlerinin şekillendirilmesi sürecindeki katkısı için söyleyebilmek mümkün olmasa gerek.

Seymour’un İran’a dair düşündürdükleri ve bir kişisel anı

“Onbaşının Karısı” ilk olarak 2013’te Londra’da yayınlandı. Bu tür kitaplar, bilhassa Soğuk Savaş ve sonrasındaki dönemde, belirli bir konjonktürün çıktısı olarak okunması gereken kurgular. Zira hem Seymour’un uluslararası casusluk romanları literatüründeki yeri, hem de İran-İngiltere ilişkilerinin bu yıllardaki seyri kitabın yazıldığı süreci doğrudan etkilemiş görünüyor. Hatırlanacağı üzere 2010’lu yılların başındaki uluslararası sahnede İran’ın konumu şu şekildeydi:

2009 seçimlerinde Ahmedinejad, DMO ve Besiç’in yoğun desteğiyle ve Ayetullah Hamaney’in koşulsuz arka çıkması sayesinde, muhalif adaylar Mir Hüseyin Musevi ile Mehdi Kerrubi ve Reformcu/Ilımlı kanadın ağır usulsüzlük itirazlarına rağmen ikinci dönem cumhurbaşkanlığına seçilmişti. Ahmedinejad dönemleri DMO komutanlarının İran iç siyasetinin yanında ekonomi ve dış politikada da ağırlıklarını koyarak ön plana çıktıkları bir sürece sahne olmuş, hem Arap Ayaklanmaları yıllarında hem de nükleer / balistik füze programlarının sürdürülmesinde sorumluluğu tamamen üstlenmişlerdi.

Seymour’un DMO üst düzey elitlerini ve bunların kendi aralarındaki güç mücadelelerini, dini liderlikle ilişkilerini ve nükleer dosyadaki rolleriyle yurtdışı operasyonlarını öncelikle işlemesi bu konjonktürde şaşırtıcı değildir. Keza Arap Ayaklanmaları döneminde DMO’nun dış operasyon birimi Kudüs Gücü’nün General Kasım Süleymani önderliğinde İran’ın bölge jeopolitiğindeki konumunu tahkim ettiği bu yıllarda, edebiyat dünyasının ilgisinin Kudüs Gücü’ne ve onun generallerine kayması da anlaşılır bir durum.

Bu dönemin uluslararası sahnede asıl tartışmalı meselesi ise İran nükleer dosyasıdır ki Ahmedinejad döneminde hız kazanan ve askeri aşamaya geçtiğine dair Batı’da endişelerin artığı nükleer faaliyetler, İsrail ve İngiltere/ABD istihbarat servislerinin de yakın takibindedir. Zaman zaman 2010’daki Stuxnet benzeri dijital saldırılar ve nükleer fizikçilere/yetkililere yönelik suikastlarla yavaşlatılmaya çalışılan bu nükleer faaliyetler, kitapta da en önemli ve yakın tehdit olarak zikredilir. Kitaptaki olaylar silsilesinin, Kudüs Gücü’nün tepe isimlerinden bir generalin etrafında kurgulanması da bundan kaynaklanır.

Bu dönemde P5+1 ülkeleriyle İran arasındaki nükleer müzakerelerin tıkanması, 2010 Mayıs’taki uranyum takas metninden itibaren görüşmelerin hızla çıkmaza girmesi ve uzun süren müzakerelerin sonuçsuz kalması da Batı kamuoyunda İran’a yönelik suçlama ve saldırıları arttıran bir unsurdu. Bu tür kitapların ve Oryantalist diskurun, ortalama Batılı okuyucular nezdinde İran, Irak, Suriye, Mısır gibi bölge ülkelerine yönelik algıyı önemli ölçüde şekillendirdiği göz önünde bulundurulunca, Seymour’un kitabı yazarken dikkate aldığı çerçeve biraz daha somutlaşmaktadır.

Ancak bu tarz kitaplarda ele alınan suçlama ve ithamlarla toplumsal sorunların tamamen boşlukta gelişmediğini belirtmek, bu ülkelerdeki mevcut yönetim sorunlarının ve baskı rejimlerinin tamamen hayal ürünü olmadığını da zikretmek gerekir. Örneğin İran’da gerçekten de 2009 Yeşil Hareket protestoları zamanında idam edilen çok sayıda gösterici olmuş ve seçimlerdeki usulsüzlük iddialarıyla sokaklara dökülen bu insanlar “yabancıların ajanlığını yapma, yeryüzünde fesat çıkarma” gibi suçlamalarla ölüme gönderilmişti. DMO mensupları ve üst düzey komutanların bir kısmının gayrimeşru ve illegal işlere karıştıklarına dair suçlamalar da İranlı muhalif çevrelerde sıklıkla işlenmekte olup; Babek Zencani, Reza Zarrab gibi uluslararası skandallara yol açan mali usulsüzlük vakalarında bu illegal bağlantılar ortaya dökülmüş, bundan dolayı İran’da cezalandırılan üst düzey isimler de olmuştu. Dolayısıyla bu tür kurgulardaki suçlama ve ithamları tamamen “Oryantalist saldırı” olarak nitelendirmek fazlasıyla basite indirgemeci ve sorumluluktan kaçış anlamına gelecektir.

“Onbaşının Karısı” 1979 Devrimi sonrası İran’da sıkça karşılaşılan bir büyük toplumsal soruna da dikkat çekiyor: Yabancı servisler tarafından kendi ülkesine karşı kullanılmaya ve stratejik sektörlerde zarar vermeye müsait kişi ve topluluklar. Bu tür devrim ve ağır ideolojik dönüşüm ülkelerinde, tasfiye edilen ve politik/toplumsal düzeyde faaliyet göstermesine izin verilmeyen kesimlerin önündeki alternatifler azdır; ya bir köşede oturup politik/ideolojik faaliyetlerden vazgeçecekler, ya ülkelerini terk edip sürgünde yaşayacaklar ya da bu tür gizli ve ihanet olarak nitelendirilebilecek süreçlerde yabancı servislerle birlikte hareket edeceklerdir.

1980-88 döneminde Irak’la savaşta da, 2000’lerin başında İran nükleer faaliyetlerinin gizli boyutlarının Batı kamuoyuna ifşa edildiği süreçlerde de, 13 Haziran 2025’te İran’a yönelik İsrail-ABD saldırılarında da açıkça görüldüğü üzere, İran’da bu tür dış saldırılarda kullanılabilecek kesimler mevcut. Bu sosyolojik yarılma ve ihanete varabilecek faaliyetlerse, kişisel acı hikâyelerin yanında içerideki baskı ve tahakküme varan uygulamalara gösterilen tepkiyle doğru orantılı ki bu memnuniyetsizlikler, kritik dönemlerde ciddi stratejik zararlara yol açan sonuçlar doğurabiliyor.

Öte yandan Seymour’un bir İngiliz yazar olarak, İngiltere-İran ilişkilerinden etkilenmeden bu kurguyu kaleme aldığını söylemek de zor. Zira kitabın kaleme alındığı ve yayınlandığı 2012-13 yılları Londra-Tahran ilişkilerindeki en büyük krizlerden birinin yaşandığı bir döneme denk geliyor. 1979 Devrimi’nde sonra gerginleşen ve nükleer müzakerelerin yanısıra 2009 seçimleri sonrasındaki gösterilere İngilizlerin verdiği destek nedeniyle krize giren ilişkiler, Tahran’daki İngiliz Büyükelçiliği’nin 29 Kasım 2011’de öfkeli kalabalıklarca basılmasını beraberinde getirmişti.

Sözün burasında İran-İngiltere ilişkilerindeki krizle ilgili kişisel bir anımdan da bahsetmek isterim. Tahran’da görevli olduğum döneme denk gelen bu saldırı günü, Firdevsi Caddesi’nde İstanbul Dörtyolu’nda kampüs komşusu olduğumuz İngiliz sefaretindeki olayları büyükelçilik içinden takip etmiştik. Normalde akşamüstü 18.00-19.00 gibi çıktığımız kampüsten, o gün olaylar sebebiyle çıkamamış, akşam 21.00 civarına kadar hemen 100-200 metre yakınımızda cereyan eden saldırı ve gösterilerin nereye varacağını bekliyorduk. Hem Firdevsi’deki İngiliz kançılaryasının hem de şehrin kuzeyinde yine bizim büyükelçilik rezidansı yakınında, Geytariyye’deki İngiliz sefirinin rezidans arazisinin de saldırıya uğradığı ve öfkeli kalabalıkların her iki kampüse de girdiği haberi gelmişti. Zaten gösterilerin ve gerginliklerin çok olduğu Tahran’ın kuzeyinde, evde hamile eşim ve o sırada henüz bir yaşında olan oğlum yalnız oldukları için, sefaret binasında daha fazla durmak istemedim. Yolların kapalı olduğu söylenmesine rağmen, polisleri ve Besiç milislerini Farsça veya Azerbaycan Türkçesi konuşursam ikna edebileceğimi düşünerek yola çıktım. Ama yol İngiliz büyükelçiliğinin ana nizamiyesinin mecburen önünden geçiyordu, Baharistan’a doğru bir yan yola sapsam da oradan geçmek zorunluydu yine de.

İran’da Dışişleri Bakanlığı’nın yabancı sefaretlere tanıdığı araç plakalandırma sistemi 210’dan başlıyor. İlk sıralarda, İran’ı işgal eden iki eski büyük güçten, Rusya 211, Britanya 212 numarada, Türkiye’nin plakası ise 213. Farsça için de kullanılan Arap alfabesinde 212 ile 213 birbirine çok yakın iki rakamla yazılıyor (۲۱۲ – ۲۱۳). Ama bu yakınlık yola çıkarken aklıma gelmemişti, İngiliz sefaretinin girişindeki öfkeli kalabalık “işte bir İngiliz diplomatik aracı geliyor!” sesini duyduğumda ve bakışlar nefretle bana yöneldiğinde düşünebildim. Muhtemelen içeride herhangi bir İngiliz bulamadıkları için kalabalığın öfkesi bana yönelmişti, neyse ki kapıdaki polisler müdahale etti de aracın kaporta ve lastiklerine savrulan birkaç tekme yumrukla –ve bol miktarda küfürle- öfkeli kalabalığın yanından geçip gidebildim.

Bu saldırı, yine bir Kasım günü, 1979’da basılan ABD Büyükelçiliği olayına benzer bir şekilde ama bu sefer daha kısa süren bir krize sebep oldu. Ahmedinejad’ın 2013 yazında biten görev süresinin ardından cumhurbaşkanlığına seçilen ılımlı kanattan Hasan Ruhani döneminde yeniden yakınlaşma başladı ve 2014 yazında İngiltere Tahran’daki sefaretini açma kararını duyurdu.

Özetle, Seymeour’un bu sürükleyici romanına da ilham veren, İran’ın İngiliz kamuoyunda dış politikanın ana gündem maddesi olduğu bu dönem, kuşkusuz İran’a dair casusluk ve gerilim romanlarının da popüler olmasını netice verdi. Ancak zaman zaman İslamofobik ve Oryantalist ögeler de barındıran bu tür kurguları takip ederken bir okur olarak kuşkusuz, dönemin siyasal gelişmeleriyle teyit edebilecek ve metindeki ithamları genelleştirmeyecek şekilde okumakta fayda var.

Kaynakça

[1] Gerald Seymour, Onbaşının Karısı, (trc. Banu Karakaş), İstanbul: Matbuat Yayın Grubu, 2015

[2] Gerald Seymour, Ölümün Adı Yok, (trc. Emre Hepdeniz), İstanbul: Matbuat Yayın Grubu, 2016

Mehmet Akif Koç
Mehmet Akif Koç
ODTÜ İktisat Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek lisansını "Uluslararası Güvenlik" sahasında, doktorasını Orta Doğu Çalışmaları alanında tamamladı. Orta Doğu tarihi ve jeopolitiği, Türkiye-İran ilişkileri, Orta Doğu’nun uluslararası ekonomi-politiği konularında çalışmalarını sürdüren Koç, çeşitli haber ve analiz platformlarında uluslararası siyaset, dış politika ve strateji üzerine makale ve raporlar yayınlıyor, Modern Ortadoğu Tarihi seminerleri veriyor. Matbuat Yayın Grubu markasıyla sürdürdüğü kültür yayıncılığı faaliyetlerinin yanısıra, Farsça ve İngilizceden 30'un üzerinde eseri Türkçeye kazandırdı. Yayınlanmış eserleri; -Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu (2012) -Hey You! – Irak’taki Amerikan Hapishanelerinden Hatıralar (Said Ebutalib - Farsçadan tercüme) (2018) -Mecazi Pencereler – Modern İran Edebiyatından Barış Şiirleri Antolojisi (2019) -Sesi Görebilmek – Modern İran Şiiri Antolojisi (2019) -Yeniden Merhaba Diyeceğim – Modern İran Edebiyatından Kadın Şairler Antolojisi (2019) -Hacı Ağa – (Sadık Hidayet – Farsçadan tercüme) (2020) -Samed Behrengi Öyküleri (Farsçadan tercüme) (2020)

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

“Lozan Hezimet Mi Zafer Mi?” Tartışmalarına Alternatif Bir Bakış

Türkiye’de özellikle son yıllarda, toplumdaki mevcut politik ve kimlik temelli tartışmalara eklemlenen ilginç bir amatör tarihçilik konusu dikkat...

Filistin Meselesi’nin En Kritik Dönemi: 1948’de Kudüs’te Ne Oldu?

İngiltere II. Dünya Savaşı’ndan galipler safında çıkmışsa da, 1,5 asırdan fazla bir süredir elinde tuttuğu küresel süpergüç statüsünü...

Hakikat arayışçısı bir Iraklı-Yahudi entelektüel: Avi Shlaim ve Üç...

Tüm Arap dünyasının yetiştirdiği en değerli aydın ve entelektüellerden Erward Said, modern klasikler arasına giren kült eseri Entelektüel...

Enver Paşa’nın Moskova Günleri: ABD’li Bir Gazetecinin Tanıklığı

Osmanlı Devleti’nin Avrupa’nın mütegallibesi arasındaki paylaşım sofrasında “ana yemek” olduğu Büyük Savaş mağlubiyetle sonuçlanınca, İttihatçıların, uçsuz bucaksız hayalleri...

Sultan Galiyev: 1917 Bolşevik Devrimi’nin Türk İkonu

1917 Bolşevik Devrimi, şüphesiz tarihin en büyük devrimleri arasında; hatta 1789 Fransız Devrimi’nin ardından en fazla sınır aşan...

“Tanrı’nın Kuraltanımaz Kulları”: Göz önünde ama görünmez dervişler

Tasavvuf, günümüzde çoğunlukla yanlış anlaşılan ve hemen herkesin kendi meşrebine göre kimi zaman hayranlıkla kim zaman kuşkuyla andığı,...

Gazâlî üzerine… Gölgede kalanlar, Türkler, Farslar, İran ve Horasan

Bugünlerde elimde oldukça ilgi çekici iki önemli kitap var. İlki Batı’daki kayda değer İslam düşüncesi uzmanlarından Prof. Eric...

Orta Doğu’ya Hızlı Bir Bakış: 2025 Nisan’dan Sonra ne...

Orta Doğu’daki dengeleri, çatışma ve savaş dinamikleri ekseninde ele alacağım bu yazıda, Filistin, İran, Suriye gibi halihazırdaki ihtilaflı...

Orta Çağ’a Follett’ın Gözünden Bakmak: Bir Katedralin Öyküsü

Uluslararası çok satan romanların müellifi, Galli gazeteci ve yazar Ken Follett (1949), casusluk ve gerilim romanlarının yanında asıl...

Prof. Ahmet Yaşar Ocak ve Popüler Tarihçilik Üzerine

Prof. Ahmet Yaşar Ocak (1945), Selçuklu ve Osmanlı tarihçiliğinde, bilhassa dini ve kültürel hayat üzerine haklı bir uluslararası...

Şam’da “Kürt Baharı” mı?

“PYD/YPG’nin on yıldan fazla bir süredir Kuzeydoğu Suriye’de kurduğu yapının yeni devlete ne şekilde “entegre” edileceği konusu mayınlı...

Amin Maalouf, Işık Bahçeleri ve Iraklı Bir Derviş-peygamber Mani...

Lübnan’ın yetiştirdiği en büyük romancı belki de Amin Maalouf; kazandığı ödüllerle, kaleme aldığı romanlar ve milyonlarca satan kitaplarıyla,...

Emile Zola’dan geriye kalan: “İtham Ediyorum!”

“Germinal” gibi tarihe mâlolmuş sıradışı bir roman kaleme almış olsa da Emile Zola, Fransız öykü ve romanının en...