Sağ Siyasetin Osmanlı Fantezisi Üzerine

Giriş: Bir nostalji ve ürettiği sorular, sorunlar

Siyasal sistemimizde ideolojik yelpazenin sağında yer alan siyaset erbabı tarafından sık sık tekrarlanan bir Osmanlı öykünmesi veya nostaljisi var. Bu kavram tam neye karşılık geliyor pek belli değil. Osmanlı bir etnik grup, ırk, millet değil, devlet yönetiminde söz sahibi olmuş bir aile, hanedanın adı; tıpkı Fransa’da Bourbon, Çin’de Ming, İran’da Kajar gibi bir hanedan, ama aynı zamanda adını devlete ve imparatorluğa da vermiş. Üstelik 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nu modernleştirmek ve çeşitli  milliyetçilik eleştiri hatta saldırılarına karşı kullanılmak üzere bir Osmanlılık kimliği geliştirilmeye çalışılmış olmakla birlikte, bunun toplumda bir karşılığı olmadığı için daha o devirde böyle bir aidiyetin de geliştirilememiş olduğunu Üç Tarzı Siyaset kitabında Yusuf Akçura anlatmıştır.  Rusya’dan kaçan veya kovulan bir Türk milliyetçisi olarak Yusuf Akçura, orada edindiği milliyetçilik zihniyetinin içeriğinden hareketle, kan bağına bağlı olmayan hiçbir kimliğin geleceği olmadığını da kitabında hararetle savunmuştur. Buna rağmen sağcı siyasetçilerin Osmanlı ve Osmanlılık tutkusu, tam da içeriği belli olmaksızın 20. yüzyıl boyunca sürmüş ve hala da sürmektedir.

Osmanlı kavramı ile bahse konu olan siyasal yönetim, siyasal sistem, hükümet veya iktidar ise, bu atfın içeriği daha kesin hatlarıyla ve belirgin olarak tanımlanabilir. Eğer Osmanlı’dan kastedilen toplum, toplumsal yaşantı, kültür ise bunu da daha kesin hatları ve belirgin içeriği ile tanımlamak mümkün olabilmektedir. Osmanlı’nın ekonomisi, ekonomik hayatı ve kurumları kastediliyorsa, bu da daha açık bir biçimde ve belirgin olarak tanımlanabilecek içeriktedir. Ancak bunların hiçbiri tercih edilmeksizin bir Osmanlı öyküsü veya tahayyülüne, adeta gerçek olup olmadığı çok şüpheli olan bir asr-ı saadete öykünülmekteymiş izlenimi ortaya çıkmaktadır. Burada bir nostaljik duyguya atıfta bulunulsa da, bunun tam ne olduğu pek de açık bir biçimde anlatılamamaktadır. Bu asr-ı saadet ne zaman mevcut olmuştur? On dört, onbeş veya on altıncı yüzyılda mı? Daha sonra mı? Bu asr-ı saadet diye tanımlanan toplum, ekonomi ve siyasal hayatın özellikleri nelerdir? Bunların ortaya çıkmasına neden olan etkenler, hem imparatorluk içinde, hem de dünya veya Osmanlı’nın komşusu olduğu bölgelerde nelerdi? Bunların hiçbiri sağcı siyasetçiler ve düşünürler tarafından pek de ortaya konmamış gibi duruyor, ama bunun bir altın çağ olduğu, hasretle ve özlemle nostaljisinin yapıldığı görülüyor. Burada bu soruları çok kısaca açmaya, anlamaya ve içerikleri ile nostalji arasındaki bağı sorgulamaya gayret edeceğim.

Osmanlı altın çağı (medeniyeti) ama nasıl?

Zaman zaman neo – Osmanlıcılık (neo-Ottomanism) olarak da ifade edilen, sağcı siyaset erbabının Osmanlı nostaljisinde mevcut olan eğer bir siyasal sistem ve devlet yönetim ise, bugün uygulamakta olduğumuz neo-patrimonyal sultanizm rejimi ve yönetim biçemi (üslubu) hiç de yüz küsur yıl önce yürürlükte olan (1876 – 1909) İkinci Abdülhamit saltanatı ve hükümetinden farklı görünmüyor. Onun için bugünkü siyasal rejim ve hükümetine aslında neo-Hamidiyen (yeni Hamitçilik) rejimi de diyebiliriz[1]. Hem ilk Hamidiyen rejim hem de ikincisi görünürde anayasası ve anayasal yapıları olan, hükümet kuvvetlerinin anayasalarında birbirinden ayrı olduğu ve ayrı ayrı kurgulandığı, ancak her türlü siyasal kararın tek bir siyasal otoritenin şahsi takridiyle alındığı bir geleneksel patrimonyal siyasal yönetimin çağdaşlaşmış biçimi; onun için adına neo-patrimonyal deniyor. Uygulamada alınan siyasal kararların, karar alma süreç veya izlekleri (vetireleri), anayasa ve yasalara uymadığı, her zaman bilimsel bilgi ve uygulamalarla da uyumlu olmadığı için, anayasa, yasa, kural, yapı ve varsa kurumlar devre dışında kalmış durumdalar; bir anayasa  takiyyesi (constitutional hypocrisy) yaşanıyor[2]. Kamu bürokrasisi çağdaş bir modern devlete görüntü / yapı itibarıyla benzese de, işleyişi itibarıyla patrimonyal geleneksel yapıda, siyasal otoritenin karar almasına bağlı olarak, doğal olarak bilimsel liyakat, profesyonel etik veya hukuka göre çalışmıyor; Max Weber’in yasal – ussal meşru otoritesinin tam tersi bir görüntü sergiliyor. Yasama organı orijinal Hamidiyen rejimde Osmanlı – Rus Harbindeki (1877 – 1878) hezimetin soruşturmasına yeltendiği için, padişah Abdülhamit tarafından, anayasanın ilgili maddesine dayanılarak geçici olarak, 30 sene tatil edilmişti. Şimdiki neo – Hamidiyen rejimdeyse, yasama tam tatil edilmiş değilse de, yasama süreçleri ve yetkileri ciddi biçimde yürütme vesayeti altında ve yozlaşmış durumda[3]. Sanki hükümet şekli olarak bir Osmanlı nostaljisi gerçekleşmiş gibi duruyor; hiç olmazsa kısmen. Ancak, bunun 7-8 yıllık işleyişine baktığımızda neticeleri hiç de asr-ı saadet olarak sunulan bir sosyo-ekonomik refah toplumuna benzemiyor.

Osmanlı imparatorluğu denilince akla ekonomik uygulamalar pek gelmiyor. Osmanlı 1922’de çökünceye kadar bir tarım ekonomisi ve kırsal toplum egemenliğinde. Sanayi Devrimi’nden hemen hemen hiç etkilenmemiş durumda. Bazı bölgelerinde pamuk, tütün gibi gelir amaçlı modern tarım işletmeciliği 19. yüzyılda başlamış olsa bile, ekonomisinin büyük kısmı tarımsal üretimde ilk çağlardan beri kullanılan teknikleri kullanıyor. Tarımda toprak sahipliği çok sorunlu bir miras hukuku ile çok sayıda küçük çiftlik ve az sayıda çok büyük toprak sahipliğinde ve sarayın mülkiyetinde olan müthiş büyük topraklar, mir’i arazi ki, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde hemen hemen Türkiye’nin yüz ölçümünün %70’ine karşılık gelen bir toprak büyüklüğüne tekabül ediyordu. Bir lokma, bir hırka anlayışına dayalı bir ekonomik davranış tüketimi artırmadığı gibi üretimi de teşvik etmediğinden Osmanlı İmparatorluğu ekonomik olarak gelişemedi[4]. Onsekizinci yüzyıldan itibaren dünyada etkili olan Sanayi Devrimi etkisiyle Avrupa’da başlayan ve gelişen sanayide de, okyanuslar ötesi ticarette de Osmanlı İmparatorluğu’nun yeri olmadı Bir kara devleti olarak kalan Osmanlı İmparatorluğu modernleşen Britanya, Fransa, Avustırya, Rusya gibi İmparatorluklarla girdiği savaşları Sanayi Devrimi sonrasında kaybederek büyük toprak kayıplarınna uğramaya başladı. Ordu’nun gücünü ve etkililiğini artırmak için yapılan reformlar 18. yüzyılda başarısız oldu. Yeniçeri’nin 1826’da ortadan kaldırılması ve kurulan yeni ordu ile çağdaş bir savaş gücü oluşturulmaya çalışılsa da, 19. yüzyıl boyunca pek bir başarı sağlanamadı. İmparatorluğun karşılaştığı yeni meydan okumalar, özellikle Balkanlar ve bilahare Orta Doğu’da çeşitli milliyetçilik akımları oldu. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu hem dışarıdan hem de içeriden gelen maydan okumalara etkili yanıt vermekte zorlanırken, toprak kayıpları devam etti. Büyük ölçüde sabit kalan tarımsal teknolojiyle ancak toprak miktarı artarsa üretim ve devlet geliri artabilen Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kaybettikçe sosyo-ekonomik refahı da küçüldü. Bir lokma, bir hırka zihniyeti ile bu küçülme hem kabul gördü hem de artan ölçüde etkili oldu. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıncaya kadar da bu süreç devam etti[5].

Avrupa İmparatorluklarında olduğu gibi bir küresel ticaret ve üretime yönelen sanayi ve ticaret erbabı yeni bir sınıf (burjuvazi) olarak ortaya çıkıp güçlenemediği gibi, ona dayanan bir savunma sanayii ve ordu gücü de kurulamadı. İmparatorluğun patrimonyal devlet yapısını korumaya çalışan ve siyasetin üstünlüğünü esas kılan sistem ortaya sarayın merkezinde yer aldığı askeri ve dini kurumlar ve yönetim mekanizması olarak sürdü. Şerif Mardin’in merkez diye adlandırdığı bu yapı, toplumdan oldukça soyutlanmış, kendi kültürü, zihniyet dünyası ve uygulamaları, eğitim kurumları, edebiyatı (sanat müziği ve şiir), yemek çeşitleri ve mutfağı ile toplumun geri kalanının tek düze ve türdeş olmayan (heterodoks) kültürü ve yaşantısından folk dini, eğitimi, meslekleri, edebiyatı (halk musikisi, folklor, ozanlar ve şiirleri), yemek çeşit ve alışkanlıklarıyla ayrıştı.  Kültürel bakımdan türdeş ve siyasal iktidarı elinde tutan bir merkez ve onun karşısında heterojen bir kültür ortamında yaşayan farklı din ve mezhepler, tarikatlar, cemaatlerden oluşan kenardan ibaret iki temel katmandan oluşan bir toplumsal tabakalaşma olarak Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’daki İmparatorluklardan giderek farklılaştı[6].  Merkezle Kenar arasındaki ayrışma ve çatışma Cumhuriyet Türkiye’sinde de sürdü ve özellikle demokratikleşme, sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte büyük değişikliğe uğrayarak 1990’lardan itibaren yok olmaya başladı[7]. Onun yerini eğitimi, becerisi, mesleği ve kazanç karşılığı çalıştığı hiçbir işi olmayan %35 – 40 civarında büyük çoğunluğu kent yoksulu olan bir toplumsal tabaka ile, çeşitli düzeyde eğitimi, becerisi, mesleği ve işi, hatta kariyeri olan %60 – 65 civarında ve büyük çoğunluğu kentli olan bir kitle olarak bir diğer toplumsal tabakadan oluşan bir sınıfsal yapı aldı. Tabii, bunlardan ikincisi ayrıca kendi içinde kol emeği ile çalışan mavi yakalı işçi, masa başında bürolarda çalışan beyaz yakalı işçi olarak ayrıştığı gibi, kendi küçük veya orta çaplı işyeri sahibi olanlardan, büyük sanayi ve hizmet işletmelerine kadar çeşitlenen alanlarda çalışan işveren ve teknisyenlerden oluşan bir çeşitlilik içerdi. Ülke tarım ekonomisinden sanayi ve hizmetlere doğru değişen bir ekonomik yapıda kapitalist bir piyasa ekonomisine doğru evrildi. Bu büyük metamorfoz içeriğindeki değişim Osmanlı tarım toplumu ve ekonomisi ile uzaktan yakından ilişkisi kalmayan bir kentli ve sanayileşen, hizmet kesimi ağırlıklı yeni bir toplum ve ekonomiye dönüştü. Şimdi sormamız gereken soru bu yeni sosyo-ekonomik gerçek karşısında Osmanlı veya neo-Osmanlı öykünmesi ne anlama geliyor?

Yeni Osmanlıcılar tüketimi durdurmayı, hizmet kesimini tasfiye etmeyi, sanayileşmekten vaz geçmeyi, bir lokma, bir hırka zihniyetine geri dönmeyi mi öneriyorlar? Bunu önermiyorlarsa, o zaman Osmanlı’nın hangi toplumsal veya ekonomik uygulamasına, nasıl ve hangi gerekçeyle geri dönmeyi öneriyorlar? Osmanlı toplumsal ve ekonomik yapısı tamamen yok olduğuna göre buna geri dönmek değil, olsa olsa ancak onu bambaşka koşullar ve ortamda yeniden yaratmak söz konusu olabilir.

Osmanlı İmparatorluğu bir imparatorluklar çağında var olmuş bir sosyo – ekonomik ve politik sistemdi. Osmanlı gibi, Habsburg, Romanoff, Hohenzollern, Belçika, Hollanda, Portekiz, İspanyol, Çin ve nihayet üzerinde güneş batmayan en büyük imparatorluk olan Britanya İmparatorluğu çökmüş ve yok olmuştur. Osmanlı için olduğu gibi Rusya’da da Romanoff’ların Çarlık uygulamasına nostalji ile yaklaşan, zaman zaman Britanya’da da İmparatorluğa özlem belirten siyaset erbabı ortaya çıkmakla birlikte, bunlardan sadece Rusya bu emelini 1917 yılındaki devrim öncesindeki Rusya Çarlığı’nı yeniden kurmak gibi bir söylemle eyleme geçirmişe benziyor. Bunun sonucunda ortaya savaş ve komşularının topraklarını zorla işgal uygulaması hayata geçmiş bulunuyor. Ukrayna ile olan savaş bunun en önemli sonuçlarından birisidir. Bunu gören Finalndiya ve İsveç yine Rus saldırısı ve işgali tehdidi algıladıklarından, hızla NATO ittifakına katılmışlardır. Baltık devletleri ve Polonya da sadece NATO’ya katılmakla kalmamış, savunma güçlerini artırma çabaları içine girmişlerdir. Bu gelişmeler sonucunda NATO ve Avrupa Rusya’yı temel tehdit olarak görerek Ukrayna’ya büyük askeri yardımda ve Rusya’ya da büyük mali yaptırımlarda bulunmuşlar, Rusya’nın Avrupa bankalarındaki 300 milyar dolarlık fonunu dondurmuşlardır. Rusya’nın asker ve askeri mühimmat kaybının büyük olduğu ve bu yüzden İran ve Kuzey Kore gibi ülkelerden askeri yardım ve mühimmat teminine yöneldiği görülmektedir. Bu süreçten çıkarabileceğimiz ders yok olmuş imparatorluklara nostaljiyle yaklaşıp onları yeniden kurmak istenirse, ancak toprak istila ederek, savaşarak can ve mal kaybı ve büyük ekonomik zorlukları göze almak gerekecektir. Üstelik Rusya’nın büyük doğal kaynakları vardır ve bunları satarak zorlansa da savaşı finanse edebilmektedir. Rusya’nın bu girişimini şimdilik pek bir  başarı olarak görmek zordur. Ülkemizdeki sağcı siyaset erbabı Rusya’nın bu Çarlık Rusyasını yeniden inşa girişimini başarı olarak mı görmektedir? Bu politika Rusya’yı revizyonist, irredentist, savaş ve katliama yol açan bir neticeye götürmektedir. Ülkemizin sağcı siyaset erbabı bu neticeyi başarı olarak mı değerlendirecektir? Barış ve hukuktan ayrılmanın ve bitmeyen bir topraklarını büyütme (emperyalist revizyon) ve savaşın ülkemize ne yararı olacağı düşünülmektedir? Buna hangi kaynaklarla, nasıl bir ekonomik programla teşebbüs edilebilecektir? Sadece bir içeriği tam da belli olmayan nostalji ile hareket eden siyaset erbabı hiç de hesaba katmadıkları neticelerle karşılaşmaları halinde ne yapacaklardır?

Osmanlı İmparatorluğu’nun eski toprakları ki, bu topraklar tarih boyunca değişmiştir; onun için hangi tarihin esas alınacağı ayrı bir sorundur ve bu topraklar üzerinde yaşayan toplumlarda bir Osmanlı İmparatorluğu’na geri dönüş, Türkiye’nin liderlik edeceği bir yeni sisyasal sistem arzusu olduğunu gösteren pek bir kanıt da bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Padişah’ının cihad çağrılarına tüm Müslüman teb’a destek vermemiş; hatta bir kısmı, özellikle Filistinliler İngilizlerle anlaşarak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan  bağımsızlıkları için savaşmışlardır.  Özellikle Orta Doğu’da güçlü bir Arap milliyetçiliği hatta pan-Arap milliyetçiliği damarı vardır. Bu topraklarda Osmanlı İmparatorluğu’na ülkemizdeki sağcı siyaset erbabı gibi nostalji ile yaklaşan kaç kişi bulunmaktadır? Üstelik bir askeri harekat söz konusu olduğunda, aşiret ve kabilelerden oluşan Arap toplumlarında bu harekata karşı çıkacak çok sayıda aşiret olacaktır. Onların nasıl pasifize edileceği sorunu başlı başına bir konudur.

Sonuç: Osmanlı nostaljisi ve siyasal fantezi

Öyle anlaşılmaktadır ki Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden diriltmek gibi bir fikir pek de ayrıntılı olarak düşünülmüş bir kuramsal çerçeveye oturmamaktadır. Burada sorduğumuz sorular yanıtını bildiklerimizden çok daha fazlaymış gibi duruyor. Onun için burada tam bir siyasal fantezi ile karşı karşıya olduğumuz görülüyor.

Öncelikle belirtmek gerekirse, siyasal sistemler bir çevre içinde onun içerdiği bir siyasal, toplumsal ve ekonomik bağlamda (context) mevcut olurlar. 15 veya 16. yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun var olduğu ortamın niteliği bugünkü Sanayi Devrimi neticesinde gelişen teknolojik iletişim, ulaşım, sanayi ve kültürel ortamla uzaktan yakından ilişkili değildir. Böyle bir ortamda o zamanın değerleriyle Osmanlı’yı yeniden inşaya bugünün toplumu, ekonomisi ve siyaseti, hatta uluslararası ilişkileri ve güçleri ne ölçüde destek verecek, hoşgörü ile yaklaşacaktır? Bu amaçla girişilecek olan yeni savaşlar savunma sanayilerinin çıkarına da olsa, tüm ekonomik güçlerin çıkarına mıdır? Türkiye’nin Kıbrıs konusunda bile desteğini alamadığı Orta Asya ve Orta Doğu devletleri bu kez Balkanlar – Kafkaslar – Orta Doğu’yu içeren bir yeni siyasal sistemin kurulması için yapılacak askeri harekatlara destek verecek midir?

Bu çağ yapay zeka (artificial intelligence), yükseltilmiş zeka (augmented intelligence) ve robotla sanayi ve hizmet üretimi çağıdır. Bu çağda devletlerin topraklarını büyütmek, komşu devletlere savaş açmak ve işgal etmek gibi uygulamalarına hem o komşulardan hem de uluslararası güçlerden tepkiler gelmektedir. Burada atılan taşın ürkütülen kurbağaya değeceğini gösteren hiçbir kanıt yoktur. Üstelik, bu revizyonist emperyal yayılmacılığın bedeli hem çok uzun dönemli hem de çok da ağır olabilecektir. Unutulmamalıdır ki Yugoslavya’nın dağılması esnasında Sırplar 1389’da yenildikleri savaşın hesabını sormak gibi fantastik ve tuhaf bir söylem geliştirmişlerdir. O günkü Sırplar ve Osmanlı orduları bugünkü Sırp ve Türk kimlikleriyle aynı mıydı? O zamanki Balkanlardaki uluslararası ilişkiler ile bugünküler aynı mıydı? O yıllarda yaşanan veba salgınında Avrupa’da büyük bir nüfus yok olmuştu.  Bunun Osmanlı ordularının Avrupa’ya doğru zaferler kazanmasında etkisi olmamış mıdır? Her türlü toplumsal, siyasal ve ekonomik bağlamdan bağımsız ve değişmez içerikte ilişkiler varmışcasına siyasal tasavvurlarda bulunmak, nostalji yanı sıra düşünce ve çözümlemede mantık yanılgısına (fallacy) ve bunların sonucu olarak katliamlara neden olmaktadır. Nitekim, Srebrenitsa’da Sırp etnik milliyetçilerinin yaptığı katliam Adalet Divanı tarafından bir soykırım olarak tescil edilmiştir. Girişilen bu tür mücadelelerde toprak, kaynak ve itibar kaybına uğrama lüksümüz var mıdır? Bu acı olaylar toplumların hafızasından kolay kolay silinmemektedir. Yüzyıllar boyunca bu tür sorgulamalarla karşılaşmamıza neden olacak olaylardan toplum olarak ne yarar umabiliriz?

Bu tür içeriği berlirsiz nostaljiler yerine sosyo-ekonomik refahı artırmak, geliri dengeli dağıtarak mutlu bir toplum yaratmak, bilimde, sanatta, edebiyatta dünyanın dikkat ve hayranlığını çekecek bir hale gelmek, örneğin bir Güney Kore’nin yaptığını yaparak demokrasi ve hukuk devletinde de ileri devletler arasında yer almak çok daha mantıklı ve cazip bir hedef değil midir? Üstelik bu tür girişimler çok daha az kaynak kaybına, göz yaşına ve kana mal olmaktadır; kazançlar ise müthiştir.

 

Kaynakça

[1] Kalaycıoğlu, Ersin (1992), “1960 Sonrası Türk Siyasal Hayatına bir Bakış: Demokrasi, Neo-Patrimonyalizm ve İstikrar” Ünversğte Öğretim Üyeleri Derneği (der.) Tarih ve Demokrasi: Tarık Zafer Tunaya’ya Armağan, (İstanbul: Cem Yayınevi) içinde: 111- 113. Bu yayında 1982 anayasasından sonra gelişen neo-Hamidiyen yönetim biçemi (üslubu) bu makalede ilk kez ele alınmıştır.

Kalaycıoğlu, Ersin (2005). Turkish Dynamics: Bridge Across Troubled Lands (New York: Palgrave Macmillan):  129–137.

Erozan, Boğaç (2023) “Neo- Hamidiyenizmin Kavramsal Serüveni,” Çarkoğlu, Ali, Erdoğan, Emre ve Moral, Mert (der.) Türkiye’de Siyasetin Sınırları: Siyasal Davranış; Kurumlarv e Kültür: Ersin Kalaycıoğlu’na Armağan (İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları) içinde: 155 – 168.

[2] Cheabi, Hecham E. ve Linz, Juan J. (der.) (1998). Sultanistic Regimes, (Baltimore, Maryland: Johns Hopkisn University Press) içinde: 1 – 81.

[3] Gençkaya, Ömer Faruk (2005) The Grand National Asembly of Turkey, (Ankara: TBMM Yayını).

Bakırcı, Fahri (2021). Kuruluşundan Günümüze TBMM’nin Denetim Yetkisinin Sönümlenmesi (Denetimden Kaçış), (Ankara, Lykeion Yayıncılık).

Kalaycıoğlu, Ersin  (2022) “Yasamanın Yüzyıllık Kurumsallaşma Öyküsü: Türkiye Büyük Millet Meclisi”, in Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (der.), Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüzüncü Yıl Armağanı: Hukuk, Siyaset Bilimi ve Tarih, (Istanbul: Tekin Yayınevi) içinde: 313 – 357.

[4] Ülgener, Sabri (1981), İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, (Istanbul: Der Yayınları).

[5] Pamuk, Şevket (2018) Türkiye’nin 200 Yıllık İktisadi Tarihi: Büyüme, Kurumlar ve Bölüşüm, ( İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları): 145 – 159.

[6] Mardin, Şerif (1975) “Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?” in Engin D. Akarlı and Gabriel Ben-Dor (eds.) Political Participation in Turkey: Historical Background and Present Problems, (Istanbul: Boğaziçi University Press): 7-32.

Mardin, Şerif (1969) “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire,” Comparative Studies in Society and History, (Vol. 11, No. 3): 258-281

[7] Kalaycıoğlu, Ersin (2012) “Kulturkampf in Turkey: The Constitutional Referendumnof 12 September 2010.” South European Society and Politics, (Vol. 17, No. 1): 1–22

Kalaycıoğlu, Ersin (2022), Kültürel Kimliklerin Ürettiği Ayrıklar ve Siyaset (İstanbul: Küresel Siyaset Forumu,  TÜSIAD).

Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonomi bölümünden (1973) mezun olduktan sonra Iowa Üniversitesi Siyaset Bilimi programından doktorasını almıştır (1977). Akademik kariyerine İstanbul Üniversitesi’nde başlayan Kalaycıoğlu, bu üniversitenin İktisat Fakültesi’nde 1977-82 arasında doktor asistan olarak, aynı üniversitenin Siyasal Bilimler Fakültesi’nde (1982-84) doçent olarak çalıştı. Iowa ve Minnesota üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan Kalaycıoğlu, 1984-2002 arasında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapmıştır. Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Politikalar Merkezi kıdemli uzmanı ve Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi profesörüdür. Sabancı Üniversitesi’ne katılmadan önce, Kalaycıoğlu 2004-2007 arasında Işık Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmiştir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Amerikan Muhafazakarlığı ve Cumhuriyetçi Parti’nin Metamorfozu

Giriş: Farklı bir Muhafazakarlık Örneği Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) kuruluşundan beri mevcut olan iki düşünce akımından birisi olan...

Türkiye’nin Yeni Yönetimlere Gereksinimi Var mı?

Ülkemizde giderek artan bir merkezileşme, adeta siyasal sistemin bir hiper merkeziyetçi niteliğe bürünmesiyle birlikte süren bir dizi seçilmiş...

Değişen Çağın Siyasal Neticeleri Üzerine…

Giriş: Çağ Yine Değişiyor, Ya Toplum ve Siyaset? 1760’tan itibaren kesin kanıtları ayan beyan belli olan, ama belki de...

Dünya’da Yükselen Otoriterlik Dalgası mı?

Giriş Sanayi Devrimi ve ona takaddüm eden Reformasyon sonrasında bilimsel düşüncenin etkinleşmesi, teknolojide ve onun etkisiyle ekonomi ve toplumda...

Avrupa ve Amerika’da Muhafazakârlık Üzerine

Ülkemizde sık sık telaffuz edilen bir kavram muhafazakârlık. Aslında tam ne anlamda kullanıldığı veya kullananların bu kavramın kökenlerine...