Geçtiğimiz gün Salò’yu ziyaret etme fırsatı buldum.
Şüphesiz ki, Salò semboliği yüksek bir yer.
1943-1945 yılları arasında Benito Mussolini’nin İtalya’nın kuzeyinde ilân “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti”nin başkentiydi. Can çekişen faşizmin yeni bir “nefes” bulmaya ve vermeye çalıştığı bir düzlemde, Salò tam 600 gün boyunca bir “ideolojik toparlanma” teşebbüsünün merkez üssü oldu.
İtalyan film yönetmeni Pier Paolo Pasolini’nin meşhur “Salò veya Sodom’un 120 Günü” başlıklı eserinin etkisiyle oldukça karanlık ve fakat aynı zamanda da karikatürü okşayıcı radikallikte bir ün kazanan Salò, Garda Gölü’nün sakin kıyılarında bir devrin şiddetli kapanışını mühürledi.
1943 yazında Müttefiklerin İtalya’yı güneyden işgalini müteakip harekete geçen Mussolini-karşıtları (ki, aralarında Ulusal Faşist Konsey’in üyeleri ve Kral III. Vittorio Emanuele de vardı) “Duce”yi hapse attırdılar. Ne var ki Hitler, Mussolini’yi kaderine terk etmeyi reddederek onu bir Komando operasyonuyla kurtardı. Özgürlüğün bedeli ise Almanya’ya “göbekten” bağlı bir yönetimin inşasıydı ki, Salò ev sahipliğindeki İtalyan Sosyal Cumhuriyeti tam da bu görevi ifa etti.
Aslında Salò rejiminin en baştan itibaren hiçbir “ulusal” hedefi yahut perspektifi olmadı. Olamazdı da. İstese de olamazdı zira asgari maddi imkanlardan ve hür iradeden yoksundu.
Maksat ve hatta “dava”, ideolojinin – yani faşizmin – 20 yılı aşkın süredir aşınan duvarlarını-dış cephesini onarmak, fikri varlığını “ne pahasına olursa olsun” daimi kılmaktı. Bir başka deyişle, “buharlaşma” riski görülüyor ve fakat katiyetle kabullenilmiyordu. Öyle ki, Salò tecrübesinin ortalarında, 1944 yılında, Mussolini’nin düştüğü şu not çok manidardır:
“20 yıllık emeğimiz yalnızca birkaç saatte paramparça edildi. İtalya’da faşist kalmadığına inanmak istemiyorum, inanamam. Geçen 20 küsur yıla dönüp baktığımda bugün kendime şu soruları soruyorum: Hepsi bir rüyadan mı ibaretti? Hepsi benim bir sanrım mıydı?”
Şüphesiz ki faşistler hala vardılar ve sayıları hiç de az değildi. Fakat dağınıktılar, moralsizdiler ve en önemlisi halkın, çalışanların umutlarını boşa çıkarmış vaziyette kitlesel-heyecanlı bir destekten mahrumdular.
Gerçekten de İtalyan faşistler iktidara gelir gelmez “istikrar” adına burjuvaziyle, muhafazakarlarla ve büyük sanayicilerle iş birliğine gitmişler, komünistlere karşı harladıkları proletaryan desenlerle bezeli milliyetçiliği (ki, başlangıçta “özü” tam olarak buydu) süresiz olarak ertelemişlerdi.
Fırsat bu fırsattı. Şimdi, hareketin başlangıcından 20 küsur yıl sonra, “ilksel kökler”e dönme vaktiydi ve Salò bunun için adeta biçilmiş kaftandı. Örneğin Mussolini, 18 Eylül 1943’teki radyo hitabında şu cümleleri kuruyordu:
“Kara gömlekliler! İtalya’nın erkekleri ve kadınları! (…) Kurmak arzusunda olduğumuz Devlet, kelimenin tam anlamıyla ‘ulusal’ ve ‘sosyal’ olacaktır. Başka bir ifadeyle, köklerimizin gerçekliğince, Faşist olacaktır!”
Yeni rejimin mimarisinden faşizmin sol kanadı sorumluydu. 1943 yılının kasım ayındaki Verona Kongresi işte bu “yeniden diriliş”in programatiğini belirlemek için toplandı. Kağıt üzerinde başarılı oldu denilebilir. Çünkü ortaya çıkan 18 maddelik “Verona Manifestosu” – ki, ilginçtir, 8’inci maddesi Müslüman ülkelerle-İslam milletiyle dayanışma gerekliliğini vurgular – tamamıyla faşizmin “tarihsel ABC”sini ete kemiğe büründürüyordu.
Manifestoyla öne çıkan/çıkarılan kilit kavram ise “toplumsallaşma” oldu. “Toplumsallaşma”, tüm Salò macerası boyunca resmi propagandanın temel taşı – birinci mücadele eksenine dönüşecekti.
Bu şaşırtıcı sayılmaz zira Mussolini’nin zihninde faşizmin “yitirilmiş” olan dirimselliği, canlılığı ancak “sosyal ilham”la tahkim edilebilirdi. “Taban”a – yani çalışanlara, emekçilere, velhasıl proletaryaya doğru keskin bir viraj yapmak istediği açıktı. Bu sayede “generaller, asiller ve zengin kapitalistler kliği”ne yüklenmek, işgalin vebalini bu kesimlere atmak da kolaylaşıyor ve “iki İtalya” arasındaki ideolojik ayrılığa sınıfsal bir istikamet de veriliyordu.
Toplumsallaşma, kabaca özetlemek gerekirse, iş yerlerindeki üretim-temsil-kazanç üçgeninde bir emek-sermaye mutabakatı sağlamakla ilintiliydi. Aslında çok cesur, önemli bir kırılmayı tetikleyebilirdi bu vesileyle. “Cesur” ve “önemli” diyorum zira benim de şahsen çok belirleyici gördüğüm (üstüne “Emek-Devlet-İşletmeci Teşebbüsü/EDİT” başlığıyla yazı dizisi kaleme aldığım) “kar” meselesine değiniliyor, “karın paylaşımı” levhasında bir dizi pratik adımlar öngörülüyordu.
Fakat “öngörmek”, faşizm özelinde (yine ve yeniden) bir türlü aksiyonlaşamadı. Aksiyonlaşamaması ise üç sebeptendi. Birincisi, Hitler Almanya’sı şirketlerdeki “toplumsallaşma”yı kendi iznine tabi kıldı ve Salò rejimine manevra alanı sağlamadı. İkincisi, sermayedarlar “bu tedbirlerle üretimi sürdürmek zorlaşır” bahanesinin arkasına sığındılar. Üçüncüsü, işçiler faşizmin bu “istenci”ne güven duymadılar ve tekrardan “kandırılacaklarına” kanaat getirdiler.
Nitekim, her ne kadar “toplumsallaşma” bir şekilde yasalaştıysa da somutta yalnızca 70-80 kadar şirkette (o da kendi idaresi altındaki topraklarda sınırlı olmak kaydıyla) tatbik edilebildi.
“Toplumsallaşma”yı Anglosakson âlemine, Sovyet Rusya’ya ve Yahudilere karşı yapılan hücumlar destekliyordu. Savaş İngiliz menşeiliydi. Birleşik Krallık, “dünyanın zenginliğini emen en büyük güç”tü ve “beş öğünün ülkesi”ydi. Sovyetler Birliği, Anglosaksonlara teşne olmak için “7 milyon proleterin canını feda” etmişti. Yahudiler ise “düşman ulus”tular.
Oysa bu noktalarda da faşizm “tutarlılık”tan epey uzaktı ve kendi bünyesindeki çift-başlılığın mustaribiydi.
Bir yanda, doğal olarak Mussolini vardı. Mussolini, kendisini bir “devamlılık figürü” şeklinde görüyor ve gösteriyordu. Farklı eğilimleri “federe etmek”le uğraşıyordu. Bir “konsensüs adamı” sayılırdı. Salò’da doğrudan devlet aygıtıyla ilgili sorumlulukla almışsa da işin “siyasi-ideolojik” kısmına kendisi bakmıyor, bakamıyordu.
İdeoloji ve siyaset, bilfiil Alessandro Pavolini’nin hakimiyetindeydi ki, bu sorumluluğu da kendisine Berlin tevdi etmişti. Pavolini, Mussolini’nin Kültür (propaganda) Bakanlığı’nı yürütmüştü ve mahir bir gazeteciydi. “İdeolojinin ilksel saflığı” konusunda ciddi anlamda takıntı sahibiydi. Dahası hem Hitler’in hem de eski “Kara Gömlekli” kadroların itimadını kazanmayı bilmişti. Tavizsiz, katıydı.
Bu çatallaşmanın pratik açılımları oldu haliyle. Salò’da bir taraf yukarıda tasvir etmeyi denediğim propaganda makinesini tamtakır çalıştırırken, diğer bir taraf da son ana dek gerek Amerikalılarla ve İngilizlerle gerekse de sosyalistler-komünistler kanalıyla Sovyetlerle bir “müşterek anlaşma zemini” aradı.
Tahmin edileceği üzere, Mussolini bir “barış yolu”nu arayan pragmatik “taraf”ın başıydı. Fakat geç kaldığı aşikardı. Üstelik güçsüz ve yalnızdı. Dahası, o zamana kadar yaptığı sayısız yanlışın-hatanın ve zincirleme günahın da esiriydi.
Duce, son bir hamleyle 1944’ün aralık ortasında “her şeyin başladığı” şehre, Milano’ya gitti. Şehrin Lirik Tiyatro binasında toplanan kalabalığa bir hitapta bulundu.
Çaresizliğin son trajik perdesini tek başına oynuyordu adeta. Konuşmasında “Ana vatanın baharının yaklaştığını” müjdeliyor, hayatı harabeye dönmüş İtalyanlara başlarını “dik” tutmalarını öğütlüyordu.
Elbette gerçekler bambaşkaydı. Ve Mussolini de kendi akıbetiyle bunu birkaç ay içinde bizzat öğrenecekti.
Başta da dediğim gibi, Salò, semboliği epey yüksek bir kasaba. Ve faşizmin doğasını “olduğu gibi” – katıksızca, çıplakça gösterdi.
Doğrusu, faşizmin “estetik” ve “mistik” kaygıları, “sosyal” kaygılarının daima önünde olageldi. Bu yönüyle aslında bence bir siyasi davadan ziyade bir çeşit “kültür hareketi” hüviyetiyle davrandı. Bir “halet-i ruhiye” meydana getirdi ancak kendi başına “siyasetleşemedi”. Bir sosyalizm kadar “metodik” yahut bir liberalizm kadar “rasyonel” değildi, olamadı.
Faşizmden geriye nostaljik bir “erotiği” kaldı. Kitleleri her yönden “uyaran”, hipnotize eden ve nihayetinde “vecd” kıvamına getiren “an”daki bir “zamanın ruhu” idi. Geldi ve geçti. Sonradan ve tekrardan dirilememesi de tam bu sebepten dolayı zannımca.
Salò, orijinal faşizmin biçare ihyasına yönelikti. Oysa nasyonal-sosyalizm, diğer faktörlerin yanı sıra, onu çoktan öğütüp-sindirmiş ve kendinin berbat, küçük, üstünkörü bir kopyasına dönüştürmüştü bile. Dolayısıyla “orijinal faşizm” savı da bir yanılsamaydı.
Faşizm, kapitalist düzen ile komünist düzen arasında bir yere oturmak için yola çıkmıştı. Salò son bir pencere olabilirdi belki. Hususen “toplumsallaşma” bahsi bir “kopuş”u zorlayabilirdi.
Ahdini gerçekleştiremedi.
Çünkü muhtemeldir ki; faşizm açısından, sahneden inişi (çıkışı gibi) “estetize” etmek, fikri “sahici” kılmaktan daha önemliydi.