Satranç ve Devlet Aklı

“Oyun bittiğinde şah da piyon da aynı kutuya konur.”

Alexander Puşkin’e ait olan bu sözü, itiraf edelim Kurtlar Vadisi ile büyüyen bizim jenerasyonun çoğunluğu, ilk kez Mehmet Karahanlı’dan duymuştur.

Uzun zamandır satranç oynuyorum. Satranç videoları izliyorum. Bir otistik gibi, gecenin ikisinde kendimi satranç videoları izlerken buluyorum. Bobby Fisher, Mihail Tal, Garry Kasporov, Magnus Carlsen, Yağız Kaan Erdoğmuş ve Ediz Gürel başta olmak üzere, dünyanın en iyilerini takip etmeye gayret gösteriyorum.

Üstelik artık eskisi gibi satranç kitaplarında boğulmaya da gerek yok. İnternette yarım asır önceki oyunları bile izleme şansına sahibiz. Sabri Can Onay ve Emre Hasgüleç gibi youtuberlar harika işler yapıyorlar. Saydığım usta ve büyük usta mertebesindeki oyuncuların yeri geldiğinde 3 saat süren oyunlarını, 10 dakikada hem anlatıyor hem de analiz ediyorlar. Bunları izlemekle beraber, dostlarımla vakit buldukça bu oyunu oynama fırsatım da oluyor. Bu vesisleyle kıymetli dostum Dr. Can Muhammed Yıldız’ın da öğretme gayreti ve azmini de taktir etmeden geçmeyeyim.

Ancak bu çabama, ve dostlarımın çabalarına rağmen dikkate değer bir gelişim gösterdiğim söylenemez. Mezun olduğum lisede, 16 kişinin katıldığı turnuvada şampiyon olmak dışında elle tutulur bir başarım da yok. Tabi bunun elle tutulacak bir yanı varsa.

Ama satrancın yine de bana çok şey öğrettiği kanaatindeyim. Her şeyden önce rakibi tanımayı öğrendim. Nasıl ki pokerde kirli tırnaklar ve dağınık saç baş, kumarbazın blöf yapmaya meyilli olduğunu gösteriyorsa (Bunu da Ezel dizisinin büyük kumarbazı Ramiz dayı karakterine hayat veren rahmetli Tuncel Kurtiz’den öğrendim), satrançta da hızlı ve ofansif hamleler sabırsızlığa, çok yavaş ve garantici hamleler sürekli teyakkuz halinde olunduğuna işaret ediyor.

Ama konumuz tam olarak bu da değil. Satranç ile devlet aklı/ yönetimi arasında nasıl bir ilişki kurulabilir üzerine biraz kafa yordum son zamanlarda. Satrancın günlük hayata, siyasete, hukuka, ekonomiye, kısacası devlet yönetimine ilişkin bize anlatmak istediği çok şey var aslında. Bu metin özelinde, satranca meraklı okurlarımızın geri bildirimlerini ve mümkünse yapıcı eleştirilerini duymayı çok isterim.

Taktir edersiniz ki hukuk, demokrasi, ekonomi, iç ve dış politika ve askeri strateji gibi unsurlarla irtibat kurulmaksızın ortaya konulacak bir metin, vasat bir satranç oyuncusunun satrancı anlatma yönündeki değersiz bir çabası olarak kalırdı. Dolayısıyla bu metinde satrançtan çok daha fazlasını bulacağınızı ümit ediyorum.

Hazırsanız başlayalım.

Satranç- Devlet Benzerliği

Oyun kurallarını anlatacak değilim tabiki. Ama satranç ile devlet yönetimine yönelik benzerlik kurgusunu anlayabilmek için en azından satrançta hangi taşın, devlet yönetiminde hangi kurumlara tekabül ettiğine ilişkin kurguladığım dünyayı kısaca özetlemek istiyorum. Değerlendirmelerim sübjektif olsa da, herkesin üzerinde fikir birliğine varacağı hususları da barındırdığı kanaatindeyim.

Şah ile başlayalım. Şah, oyunun en değerli ve dolayısıyla vazgeçilmez aktörüdür. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun korunması gerekir. Satrançta her taşın, manevra kabiliyetine göre bir puanı vardır. Piyonun 1, at ve filin 3, kalenin 5, vezirin ise puanı 9 dur. Puanlanamayan tek oyuncu şahtır. Çünkü şah, puanla ölçülemeyecek kadar değerlidir. Şah düşerse, oyun biter.

Kolayca anlaşılacağı üzere şah, devlettir. Nasıl ki şah düştüğünde oyun bitiyorsa, devlet düştüğünde de oyun sona erer.

Satrançta şahtan sonraki en değerli oyuncu, vezirdir. Manevra kabiliyeti çok yüksek olduğu için at ve fil gibi nispeten daha hafif taşların savunmasında da vezirin çok kritik bir rolü vardır. Bu yönüyle veziri; hukuk, adalet ya da daha geniş bir sınıflandırmaya tabi tutarsak demokrasiye benzetebiliriz. Ekonomi, güvenlik, iç ve dış politika ve diğer sair alanlar hukuk güçlü ise güçlüdür. Adaletin tesis edilemediği, hukuka güvenin sağlanamadığı ülkelerde ekonomi kırılgandır, iç güvenlik tehdit altındadır.

Hukuki öngörülebilirliğin mevcut olmadığı ülkeler, sadece yabancı yatırımcının ülkeye gelmeme yahut ülkeyi terketme riskini taşımaz. Aynı zamanda ülkenin iç huzurunu da kaçırır. Cezasızlık algısı, sürekli çıkarılan aflar ve bunların doğal sonucu olan herkesin kendi adaletini sağlama çabası, toplumsal huzursuzluğa, kargaşaya ve hatta derecesine göre kaos ve anarşiye sebebiyet verebilir.

Adaletsizlik, liyakatsizliği de beraberinde getirir. Liyakatsizlik ise bir ülkenin beşeri sermayasine vurulan belki de en büyük darbedir. Hür düşünceye vurulan her darbe, kanaat hürriyetini zapturapt altına alma yönündeki her girişim, diyalektik düşüncenin altını dinamitler. Sansür ve otosansür, bu toplumları yer bitirir.

Böyle toplumlarda, akademinin, bilim ve sanatın gelişmesi de çok mümkün değildir. Bu toplumlarda hasbel kader kendisini yetiştirebilmeyi başaranlar, toplum ve devlet sayesinde değil, içinde yaşadıkları bu toplum ve devlete rağmen bunları başarabilmişlerdir. Güçleri tükenene kadar mücadele eden liyakat ehli, adaletsizliğe ve onun doğal sonucu olan liyakatsizliğe tahammül edemeyecek noktaya ulaştıklarında, kanser olmamak için çözümü ülkeyi terketmekte bulurlar.

Satrançta ve Devlette Fedalar

Bazen bilinçli olarak değerli bir taşınızı feda etmelisiniz. Amaç, rakibin daha değerli materyalini ekarte etmektir. Bazı fedalar vardır satrançta rakip istese de, satranç jargonuyla söyleyecek olursak, bu fedayı “kabul edemez.” Bazı fedalar vardır, rakibiniz gönülsüz dahi olsa bu fedayı kabul etmek ve akabinde daha değerli olan oyuncusundan vazgeçmek zorundadır.

Satrançta olduğu gibi devlet yönetiminde de fedalar vardır. Bazen daha büyük bir hedefe ulaşmak, bazen de daha büyük bir yıkımı önlemek için bazı değerli taşlardan – insanlardan, karar mekanizmalarından, hatta ilke ve kurumlardan– vazgeçilmesi gerekir. Fedayı sadece taş kaybı olarak değil, daha büyük bir stratejinin parçası olarak görmek gerekir.

Satrançta fedalar ikiye ayrılır. İlki, hesaplanmış fedalardır. Oyuncu, karşı tarafın daha değerli bir taşını almak ya da pozisyon üstünlüğü sağlamak için daha az değerli bir taşını isteyerek feda eder. Örneğin bir kaleyi verip veziri almak gibi. Burada amaç nettir: kaz gelecekse tavuk esirgenmez.

İkinci tür feda ise zorunlu fedadır. Oyuncu, çok güçlü bir saldırı karşısında hamle şansı kalmadığında, çok kıymetli bir materyalini feda ederek şahı kurtarır. Bu bir zafer hamlesi değildir, ama matı engelleyen son hamledir. Devlet yönetiminde de bazen sistemin bekası için çok büyük figürlerin, hatta kurumların feda edilmesi gerekir anlayışı hakimdir. Bu noktada ahlaki ya da siyasi bedeller ikincil hâle gelir; asıl mesele devleti ayakta tutmaktır.

Fedalar, sadece kayıplar değil; çoğu zaman daha büyük yıkımları engelleyen stratejik hamlelerdir. Satranç tahtasında olduğu gibi, devlette de her feda bir geri çekilme değil, geleceği yeniden kurma çabası olabilir.

15 Temmuz gecesi Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Zekai Aksakallı’nın koruma astsubayı olan Ömer Halisdemir, komutanının emri üzerine karargahı işgal etmek üzere gelen Özel Kuvvetler komutan yardımcısı Tuğgeneral Semih Terzi’yi öldürmüş ve ardından darbecilerin 30 kurşunuyla şehit düşmüştü.

Satrançta bazı taşlar vardır gücü ve sahip olduğu özellikler nedeniyle görece daha az değere sahiptir. Ancak akıllı ellerde bu zayıf diye addedilen oyuncunuz, tahtanın en değerli oyuncusuna terfi edebilir. Satrancın kurallarına göre, tahtanın öbür ucuna ulaşmayı başarabilen bir piyon, pozisyon gereği hangi taşa terfi etmek istiyorsa o taşa terfi eder. Bu her zaman vezir olmak zorunda da değildir.

Teşbihte hata olmaz. Ömer Halisdemir, pozisyonu ve rütbesi gereği oyunda ağırlığı az olan bir aktördü. Ama doğru ellerin akılcı yönlendirmesi ile ve potansiyelini iyi kullanarak oyunun kaderini lehimize dönüştürecek en kritik hamleyi yapan aktördü de aynı zamanda. Halisdemir’in, şahın var olma mücadelesi verdiği bir kertede, vezire dönüştüğü ve şahını kurtardığı gerçeğini kim reddedebilir?

Feda konusunda değinmek istediğim son bir husus daha var. Bazen de feda kaçınılmaz gibi görünse de, materyalinizi feda etmeden tehlikeyi bertaraf edebilirsiniz. Devletin aynı anda birden fazla krizle karşılaştığı durumlarda, ilk bakışta mantıklı gibi görünen “kontrollü kayıp” (yani biri feda edilerek diğeri kurtarılsın) stratejisi yerine, daha yaratıcı, saldırgan ama çözüm odaklı, üçüncü bir yol bulunabilir. Önce bu durum satrançta nasıl karşımıza çıkıyor onu açıklayalım.

Satrançta en zor pozisyonlardan biri, rakibin tek bir hamleyle sizin iki değerli taşınızı –örneğin kalenizi ve atınızı– aynı anda tehdit ettiği durumdur. Buna çatal atmak denir. (görsele bakınız).

Bu bir çifte saldırıdır. İlk refleks, bu saldırıyı doğrudan savuşturmak, yani saldıran piyonu ortadan kaldırmaktır. Ancak eğer o piyon korunuyorsa onu almak, ondan çok daha kıymetli olan taşınızı kaybetmenize yol açar. Ya da görselde olduğu gibi piyon korunmamasına ragmen bazen de saldırı altındaki taşlarınız, piyonu alabilecek hareket kabiliyetine sahip olmayabilirler. Bu noktada oyuncular genelde daha değerli olan kaleyi kurtarıp, atı feda etmeye razı olur. Ama bu hâlâ bir kayıptır.

Oysa usta bir oyuncu üçüncü bir ihtimali görür. Tehdidi kabullenip, krizden en az zararla çıkmak yerine, oyunun dengesini bozan karşı bir tehdit üretir. Mesela tehdit altındaki kale ile şah çekilir. Bu sayede hem tehdit altındaki bir taşınızın yerini değiştirerek onu kurtarmış hem de şah çektiğiniz için rakibi şahını koruyacak hamle yapmaya zorlamış olursunuz. Böylece aynı anda iki değerli taşınızı tehdit eden rakip, tüm planını bırakıp savunmaya çekilmek zorunda kalır.

Rakip, şahını korumak için bir hamle yaptığında, hamle sırası size gelir ve bu sefer de atınızı daha güvenli bir noktaya aktarırsınız. Özetle, rakibin dengesini sarsan bu hamle sayesinde hem kaleniz hem de atınız kurtulmuş olur. Yani doğru hamleyle iki kayıptan da kaçınılır.

Tıpkı satrançta çifte saldırı hamlesine karşı klasik fedalardan kaçınmak gerekiyorsa, devlet aklının da çifte kriz anlarında yaratıcı ve denge bozucu müdahalelerle oyunu yeniden kurması gerekir. Örneğin, 1962’de ABD, Sovyetler’in Küba’ya yerleştirdiği nükleer füzelerle doğrudan tehdit altındaydı. Askerî bir müdahale, füzeleri yok edebilir ama nükleer savaşı tetikleyebilirdi; sessiz kalmak ise ABD’nin caydırıcılığını ve uluslararası itibarını sarsardı. Başkan Kennedy bu ikilemi klasik yollarla çözmek yerine üçüncü bir yol buldu: deniz ablukası ve diplomatik tehdit kombinasyonu. Küba’yı abluka altına alan ABD, Sovyetleri de diplomatik alanda sıkıştırdı. Bir yandan da gizli görüşmelerle geri adım atmalarını sağladı. Böylece hem füzeler söküldü hem de savaş çıkmadı.

Benzer şekilde, Ak Parti iktidarı 2007’deki 367 krizinde, Anayasa Mahkemesi’nin meclis oturumunu kilitleyen ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını engelleyen kararı karşısında iki çıkışsız seçenekle başbaşaydı: ya adayda ısrar edip krizi daha da derinleştirecek ve 27 Nisan e-muhtırasıyla sürece zaten dahil olmuş olan askerin darbesine maruz kalacaktı ya da toplumda meşruiyet tartışmaları büyüyecekti. Ak Parti’nin tıpkı önceki yönetimler gibi iktidar olup muktedir olamadığına yönelik söylemlerin yaygın olduğu bir dönemde, tek başına iktidar olmasına rağmen ve mevcut anayasaya ve parlamento aritmetiğine göre Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasının önünde hiç bir engel bulunmamasına rağmen, statüko ve veto güçleriyle mücadele edecek gücünün olmadığı algısı hakim olacaktı.

AK Parti hükümeti, önünde duran bu iki seçenek arasında kötünün iyisini tercih etmek yerine, karşı saldırıya geçme kararı aldı. Doğrudan restleşmeye gitmek yahut muktedir olamadığını kabul edip adayını geri çekmek yerine, erken seçim kararı alarak halkı, hakem tayin etme yoluna gitti. Böylece hem siyasal meşruiyet yeniden sağlandı, hem mağduriyet nedeniyle yüzde 34 olan oy oranını 22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan erken seçimlerde yüzde 47’ye çıkarmayı başardı, hem de gerilim seçim sandığıyla yumuşatıldı. Her iki örnekte de, klasik refleksler yerine aslında üçüncü bir yol olan stratejik bir “şah çekme” hamlesi ile, çift taraflı tehditlerin bertaraf edildiğini görüyoruz.

Satranç ve Ön Vuruş Doktrini 

Satrançta bazen karşı tarafın ciddi bir saldırıya hazırlandığını görürsünüz. Rakip, belki piyonlarını merkeze sürmüş, belki kalelerini açık hatlara taşımıştır; saldırı henüz gerçekleşmemiştir ama hazırlıkları ortadadır. Bu noktada, tecrübeli oyuncular rakibin hamlelerini beklemek yerine, onun dengesini bozacak önleyici hamleler yaparlar. Satranç tahtasında bu tür ön vuruşlar; örneğin rakibin merkezdeki baskısını artırmadan önce onun piyon zincirini kırmak ya da tehlike arz eden bir taşını karşı saldırı ile yerinden etmeye çalışmak, rakibin şahını tehdit ederek şahın yer değiştirmesini ve dolayısıyla rok atma hakkını elinden almak gibi stratejilerle ortaya çıkar. Bu tür bir hamle, tehdit ortaya çıktıktan sonra yapılan reaktif bir savunma değil, potansiyel tehdidi henüz doğmadan bertaraf etmeye yönelik proaktif bir saldırıdır.

Uluslararası ilişkilerde “ön vuruş doktrini/ pre-emptive strike” adıyla bilinen bu anlayış, özellikle Irak’ın işgalinde George W. Bush yönetiminin temel argümanı olmuştu. Irak’ın kitlesel imha silahlarına sahip olduğu iddiası, o dönemde henüz gerçekleşmemiş bir saldırıya karşı “meşru müdafaa” gerekçesiyle önleyici saldırının zeminini hazırlamıştı. Aynı yaklaşımı bugün İsrail’in İran’a yönelik operasyonlarında da gözlemliyoruz. İran’ın nükleer kapasite geliştirme çabaları henüz bir saldırıya dönüşmemiş olsa da, bu çabaların “gelecekte tehdit oluşturacağı” varsayımına dayanılarak, İran topraklarının sınırları içerisinde suikastlar ve hava saldırıları, ön vuruş doktrinine dayanılarak gerçekleştiriliyor.

Tabiki bu yaklaşımın, uluslararası hukuku ve meşru müdafa kavramını zedeleyen bir araca dönüştüğü konusunda şüphe yok. Uluslararası hukukun en büyük handikapı da burada. Norm ile gerçeklik arasındaki fark ve uyuşmazlık her geçen gün artmakta.

Benzer şekilde bu doktrinin örneklerini iç siyasette de görmek mümkün. 28 şubat postmodern darbesi, bu anlamda iyi bir örnek teşkil edebilir. Sözde şeriat devletinin kurulmasını engellemek için harekete geçen paşalar, MGK kararlarını hükümete dayatarak, yani ön vuruş doktrinine başvurarak post modern darbe ile hükûmeti istifaya zorlamışlardı.

Aynı şekilde 2008 yılında Ak Parti’nin kapatılmasına yönelik Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca açılan dava, muhalefetin bu davaya dört elle sarılması ve bununla beraber dava iddianamesinin oldukça temelsiz olması, tüm bu hususlar beraber değerlendirildiğinde aslında AK Parti’nin o dönemki siyaseti değil, sahip olduğu gücün ilerde nelere sebebiyet olabileceğine yönelik endişeler veto güçlerini harekete geçirmişti. Ancak ön vuruş doktriniyle Ak Parti’yi palazlanmadan ve dolayısıyla saldırıya geçmeden evvel bitirme çabası sonuç vermedi.

Ak Parti’nin fabrika ayarlarının bozulmasında 2007-2008 yıllarında hukukun ve anayasanın sınırlarını zorlama pahasına yapılan bu hamlelerin payı olduğu gerçeği bir kenarda dursa da, o dönem Ak Parti’nin kapatılması için her yolu meşru görenler, bugünki tablonun ortaya çıkmasındaki rollerini reddetmekte ve ‘’bakın biz bugünleri görüp gereken önlemleri zamanında almaya çalışmıştık’’ diyerek vicdanlarını kendilerince aklamaktalar. Bu mesele önemine binaen ayrı bir metnin konusu. O yüzden, bu aşamada bu örneği vermekle iktifa ediyorum.

Ön vuruş doktrinine yönelik ikinci örnek ise darbe girişiminden. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi, FETÖ’nün devlet içinde uzun yıllar boyunca inşa ettiği gizli yapılanmanın, henüz tamamen deşifre edilmeden harekete geçmesiyle yaşandı. FETÖ’nün, 2016 yılının ağustos ayında Yüksek Askerî Sûra’da yapılacak büyük çaplı tasfiyeyi öğrendiği anda klasik savunmayı değil, ön vuruş stratejisini tercih ederek saldırıya geçmesi, tıpkı satrançta hamleyi beklemek yerine risk alarak oyunu lehine çevirmeye çalışan oyuncunun hamlesinden pek de farklı değil. Ancak bu kez risk büyük, bedel ağırdı.

Boğmaca Matı: FETÖ

‘At olan yerde mat olmaz’ denir satrançta. Bu söz sadece kafiye nedeniyle söylenmiş bir söz değildir. Belki atın, matı engelleyemediği durumlar da söz konusudur ama gerçekten de at çok iyi bir savunma oyuncusudur. Ve bu özelliğini yine rakiplerin üzerinden atlayabilme ve L şeklinde gidebilme özelliğine borçludur. Bu nedenle şiddetli saldırı altında kalan oyuncu, şahını koruyabilmek amacıyla değerli taşlarını şahına yakın konumlandırmak, uzaktalarsa eğer defansa yardıma çağırmak zorundadır. At, iyi bir defans oyuncusudur ama bazen o çok güvendiğiniz at size ihanet edebilir. Nasıl mı?

Yanınızda olduğunu zannettiğiniz at, savunmaya yardım etmediği gibi, bir de üstüne manevra kabiliyetinizi engelleyebilir. İşte bu at, böyle durumlarda Truva atı işlevi görür. Güvenip bel bağladığınız, şahınızı korusun diye şahın dibinden ayırmadığınız at, size değil rakibinize hizmet edebilir. Onun yüzünden şahınızı kımıldatamayacak duruma gelir ve mat olursunuz.

Boğmaca matından bahsediyorum. Bu mat türünde şahınızı kendi elinizle kilitlersiniz. Rakip oyuncu şah çektiğinde, mattan kurtulmanın kural olarak üç yolu vardır. Ya rakibin şah çeken taşını ortadan kaldırırsınız, ya şahınızın önüne taşlarınızla set çekersiniz ya da şahınızı daha güvenli bir kareye hareket ettirir, yani şahın yerini değiştirirsiniz. Boğmaca matında bu üç yolun hiçbirine başvurma imkanınız elinizde kalmadığı için mat olur ve oyunu kaybedersiniz. Bu aşamada daha anlaşılır olması için görsele hızlıca bir göz atalım (At, burada sadece örnek olarak verilmiştir. Diğer taşlarınız da boğmaca matına sebebiyet verebilir.)

Gördüğünüz üzere, rakip (siyah taşlar), atı ile şah çekmiş, beyaz taşlarla oynayan oyuncu hangi hamleyi oynarsa oynasın rakibin atını bertaraf edemiyor ve şahın önüne şahı siper edebilecek bir taş süremiyor. İlk iki ihtimal mümkün olmadığına göre o zaman üçüncü çözüm yoluna- yani şahı daha güvenli kareye taşıma stratejisine- bakalım. Bu da mümkün değil çünkü şahın etrafındaki tüm kareler dolu durumda. Üstelik şahımız rakip tarafından değil, kendi oyuncularımız tarafından kapana kıstırılmış durumda.

Zannediyorum bunun devlet yönetiminde ne anlama geldiğini okurumuz tahmin etmiştir. Bu Truva atının Fetö ve Fetö benzeri oluşumları temsil ettiği konusunda pek şüphe yok. Güvenip yanınızda tuttuğunuz, devletin en hassas kılcallarına kadar ilerlemesine göz yumduğunuz bu yapının, günü geldiğinde rakibin kullanışlı aparatına nasıl dönüştüğünü seyredersiniz.

Peki bu problemin satrançta çözümü var mı ? Elbette. Çözümün adı “hava deliği.”

Boğulmaktan Kurtulmanın Yolu: Hava Deliği

Cerrahlar acımasız olarak tanınır ve bilinirler. Ancak kangren olmuş uzvu keserek hayat kurtarırlar. Nefes alamayan hastanın boğazında delik açarak hastayı hayata döndürürler.

Hem satrançta hem de devlet yönetiminde hava deliğinin önemini anlayabilmemiz için bir görsel daha paylaşmam ve boğmaca matına benzer önemli bir tehlikeyi daha kısaca ele almam gerekiyor.

En iyi savunma saldırıdır anlayışı her zaman geçerli değildir. Satranç bize sadece kendi hamlelerimizi değil rakibin hamlelerini de öngörme zorunluluğu yükler. Var gücünüzle hesapsızca saldırır, savunmaya gereken özeni göstermez ve gardınızı indirirseniz, hiç beklemediğiniz bir anda aldığınız tek bir darbe yıkılmanıza sebebiyet verebilir. Boğmaca matından farklı ama mat olmanıza sebebiyet verme yönü ile çok benzer olan sıradaki görsele bakalım.

Görselden anlaşıldığı üzere oyun başa baş görünüyor. Siyah taşlarla oynayan oyuncunun bir adet piyon fazlası var. Onun dışında tüm taşlar eşit.

Yapay zeka bildiğiniz üzere, oynanmış maçların analizinde yapılan her hamle sonrası hangi oyuncunun kazanma ihtimalinin yüzde kaç olduğunu hesaplıyor. Örneğin iyi bir hamle yaptınız ve rakip bunu karşılayamadıysa sizin maçı kazanma oranınızı yüzde 50’den yüzde 60’a çıkarıyor. Peki sizce bu görseli değerlendiren yapay zeka, bir adet piyon fazlası olan siyah takımın kazanma ihtimalini bu pozisyonda yüzde kaç görüyor?

Yüzde sıfır.  Neden mi? Çünkü şahına nefes aldıracak olan hava deliğini açmayı unutan yahut ihmal eden ve tamamen saldırıya odaklanan siyah takım, az sonra tek bir hamleyle mat olacak ve oyunu kaybedecektir. Normal şartlarda kural olarak şahın önünde duran üç piyon, şahın çakılı kapıkulu askerleridir. Bunları zorda kalmadıkça çok fazla hareket ettirmemek, yani şahın önünü çok fazla açıp şahı savunmasız bırakmamak gerekir.

Ancak en yakınınızda duran ve sizi korumakla görevlendirilen unsurların ihanet edebileceği (boğmaca matı örneğinde olduğu gibi), yahut bu unsurların amaçları ihanet olmasa bile hareket ve manevra kabiliyetinizi kısıtlayabileceği gerçeğini daima akılda tutmanız gerekir. Sadece saldırıya odaklanıp gardınızı indirirseniz, hava deliği açmayı ihmal edip şahınıza nefes alma imkanı bırakmazsanız oyunu kaybedersiniz. Siyah oyuncunun, şahının önünde duvar ören 3 adet piyondan en az birini bir adım ileri götürmesi, yani şahına hava deliği açması ve akabinde saldırı ataklarını başlatması gerekirdi.

Holdinglere, bankalara, TV kanallarına, tirajı milyonları bulan gazete ve dergilere sahip olan, yasama, yürütme, yargı, silahlı kuvvetler, emniyet, istihbarat da dahil olmak üzere devletin istisnasız tüm kurumlarında yapılanma içerisine girmiş olan, ve Yasin Aktay’ın ifade ettiği şekliyle “meğer devlet onlarmış, paralel olan bizmişiz” derecesinde bir vahamet tablosunun ortaya çıkmasına neden olabilen bir örgüt, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni neredeyse nefes alamaz hale getirmişti. Devletin tüm kılcallarına giren bu Truva atının beklenmedik bir anda kendi şahını tehdit etmesi neticesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin boğmaca matıyla oyunu kaybetmesine ramak kalmıştı. Şahı koruması için şaha çok yakın tuttuğumuz at ve piyonların, meğer şaha değil rakibe hizmet ettikleri ortaya çıktı.

Evet, şahı tehlikelere karşı korumak için yalnız bırakmamak önemlidir. Ancak bazen dost sandığınız aktörleri sırf yanınıza fazla yaklaştırdığınız, araya mesafe koymadığınız için, yani şahınıza hava deliği açmadığınız için oyunu kaybedebilirsiniz.

Devlet daima kuşku ile hareket etmeli ve tehlikenin en yakınından bile gelebileceği konusunda hazırlıklı olmalıdır. Burada bir paranoyadan değil akılcı bir öngörüden ve tecrübelerden istifade etmekten bahsediyorum. İç düşman söylemiyle vatandaşı devlete karşı korumak yerine, devleti vatandaşa karşı koruma refleksi gösteren devlet, telafisi mümkün olmayan temel hak ve hürriyetlerin ihlaline göz yumar ve hatta bu ihlalleri teşvik eder. Bunun örneklerini fazlasıyla tecrübe ettik.

Özetle, paranoya devleti derinlere çeker. Hukuk devletinde, devletin derini sığı olmaz. Teyakkuz hali ile paranoya karıştırıldığında, devleti koruma içgüdüsüyle hareket ettiklerini iddia edenler, darbelerle devleti yıkamasalar da yıpratırlar.

Zamanlama

Satranç tahtasının yanında bir de saat vardır. Önemli olan doğru hamleyi bulmak değil, doğru hamleyi kısıtlı bir zaman diliminde bulabilmektir. Bu nedenle oyunu önde götürmenize rağmen eğer zamanı yönetemezseniz kaybedersiniz. Devlet işlerinde de bu böyledir. Devletin aksiyon alması gereken durumlar vardır. Bazen öyle anlar vardır ki zamanlama, aksiyonun kendisinden bile daha değerli olabilir. Çok doğru hamleler, yanlış zamanlama nedeniyle heba olur gider.

Osmanlı’nın 1683’teki Viyana Kuşatması bunun klasik örneğidir. Kuşatma, askeri olarak meşru ve doğru bir strateji idi. Ama zamanlama çok kötüydü. Tarihçiler, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana’ya doğrudan saldırmak yerine, şehrin teslim olmasını beklediğini söylerler. Paşa’nın (i) şehri yağmalamak istememesi, (ii) kenti Osmanlı’nın Avrupa’daki kalıcı üssü olarak görmesi ve (iii) prestijli bir zafer arayışı onu beklemeye yöneltmiştir. Ancak bu bekleyiş, zamanın akışını ihmal eden kötü bir stratejiye dönüşür. Yardım kuvvetleri yetiştiğinde oyun çoktan bitmişti. Doğru hamle vardı; ama o hamle, zamanında oynanmadığı için fetih girişimi, hezimet ile sonuçlanmıştı. Lojistik sorunlar, mevsimsel faktörler ve kuşatmanın uzaması, Avrupa’nın birleşmesine ve Osmanlı’nın tarihsel bir mağlubiyet yaşamasına neden oldu.

Şah tahtanın ortasında yapayalnız ve savunmasızdı. Henüz rok atmaya fırsatı olmamıştı. (Satrançta tek bir kereye mahsus olmak üzere, ve tek bir hamle ile şah ve kalenin yerlerinde değişiklik yapılabilen ender bir hamledir rok.) Rok atamayan oyuncunun şahı, çogu zaman saldırıya açıktır. Ancak şehri kuşatmasına rağmen, şu ya da bu sebeple şehri almayı geciktiren Osmanlı ordusu, rakibin rok atmasına müsade etmiş ve akabinde karşı saldırı altında kalan osmanlı ordusu püskürtülmüştür. Cemil Meriç’in ifadesiyle ‘zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları’ da bu zamanlama hatası ile başlamıştır (Cemil meriç, Bu Ülke, s.98).

Daha güncel bir örnek verelim. Birkaç ay önce başlatılan ikinci Kürt açılımı meselesi. Hamlenin doğru olup olmadığını zaman gösterecek. Üniter devlet anlayışına yönelik herhangi bir taviz verilip verilmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Ama zamanlama açısından çok doğu bir hamle gibi durmakta. İsrail’in İran’a saldırısının hemen arefesinde atılmış bu adım, ateş çemberinin içerisinde kalmış bir ülkenin dışarıda güçlü durabilmesi için önce içerideki olası bölücü faaliyetlerin önüne geçmesi ve birliği sağlaması şeklinde okunabilir bu hamle. Her ne kadar bu hamlenin getiri ve götürülerini görebilmek için zamana ihtiyacımız olsa da, hamlenin içeriğinden bağımsız olarak zamanlaması oldukça isabetli görünüyor.

Sonuç    

Her ne kadar devlet yönetimi ile satranç arasındaki benzerlikleri ortaya koymuş olsam da, önemli farkları da dile getirmem gerekiyor. Satrançta her iki taraf da eşit güce sahip. Bu nedenle rakibin kalesini alabilmek için kendi kalenizi gönül rahatlığıyla verebilirsiniz. Gerçek hayatta ise devletler arasında çoğu zaman asimetrik güç ilişkisi var. Güçlü bir devlet, görece çok daha zayıf rakibine karşı kolay kolay feda yapmak istemez. Bazen rakibinin vezirini bir piyon feda ederek alabilme fırsatı doğmasına rağmen, piyonunu vermeyi göze almayabilir.

İsrail ile Filistin arasındaki olağanüstü güç asimetrisi buna iyi bir örnek. Esir takası sırasında bir İsrail askeri karşılığında (tek bir piyon için) İsrail’in 50 Filistinliyi serbest bırakmayı kabul etmesini bu şekilde yorumlayabiliriz. Yine aynı mantıkla hareket edecek olursak güçsüz bir devlet, rakibin filini kendi vezirini vererek aldığında bunu başarı olarak görebilir.

İkinci bir husus ise, satrancın aksine devletler, tek bir düşmanla/rakiple mücadele etmezler çoğu zaman. Bu nedenle sınırlı kaynaklarını tek bir düşmanı yok etmek için tüketmeyi göze alamazlar. Yıllar önce üst düzey bir silahlı kuvvetler personeli (kuvvetle muhtemel general idi) bir açık oturum programında PKK’nın mücadelesini anlamsız bulduğunu çünkü bir PKK’lıya karşılık 30 asker şehit olmadığı sürece PKK’nın bu savaşı kazanamayacağını ifade etmişti. General, kendince PKK’nın mücadelesini anlamsız bulduğunu ifade etmek maksadıyla bu açıklamayı yapmış olsa da, bunu duyduğumda bunun ne kadar anlamsız bir söylem olduğunu düşündüğümü ve ‘’sanki tek düşmanımız PKK’’ şeklinde tepki verdiğimi hatırlıyorum.

Satrancın aksine düşmanların sınırsız, kaynaklarımızın ise çok sınırlı olduğu gerçeğinin bizi mecburen ulaştırdığı sonuç, bu kadar düşman bolluğu içerisinde düşmanın vezirini bertaraf etme ihtimali söz konusuyken bile, kılı kırk yarmadan tek bir piyonumuzdan bile vazgeçmememiz gerektiğinin bilincinde olmamız gerekir.

Bu yazımda satranç ile devlet yönetimi ilişkisine değindim. Şüphesiz daha detaylı bir çalışma ile burada ayrıntılı ele alma fırsatı bulamadığım devlet yönetimi ve kurumları ile satranç arasındaki ilişkiye yönelik başkaca bir çok husus ele alınabilir. Bu konuda makale ve hatta kitap dahi yazılabilir.

Ama özetle vermek istediğim mesaj; satrancın bize zannettiğimizden çok daha fazla şey anlatıyor olabileceğidir. Bunun üzerine belki de daha fazla düşünmek ve üretmek gerekir.

Evet satranç bize çok şey anlatıyor ama satranç hakkında insanlar ne anlatıyor. Örneğin, kıymetli ulemamız ne diyor?

‘’Satranç, kumardan da beterdir.  Satranç oynayan kişi insanların en yalancısıdır. Satranç oynayan lanetlenmiştir, oynayana bakan da domuz eti yemiş gibidir.’’

Cübbeli ve cübbesiz ulemanın satrancın kumardan bile kötü olduğu yönündeki bu kıymetli içtihadı, ihtimal ki bir çok müminin satrancı terk edip kumara başlamasına vesile olmuştur. Ulemamızın bu son derece değerli yorumlarına kulağını tıkayan Magnus Carlsin’in zannediyorum her maçında en az bir adet cennet fedası yaptığını iddia edebiliriz.

Metni, Ernesto Che Guevara’nın satranç hakkındaki görüşleriyle tamamlayalım.

“Satranç oynayacak zekaya sahip olanlara cennetten arsa [yanmaz kefen] satamazsınız.”

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

“Bu Ülke” Uğruna Feda Edilmiş Gözler: Cemil Meriç

Giriş    Godfather ya da Hababam Sınıfı... Defalarca izlememize rağmen, denk geldikçe yine izleriz. Bazı filmler nasıl ki eskimez...

“Demokrasi Yolunda” Mücadeleye Adanmış Bir Ömür: Ali Fuad Başgil

Giriş:           Bundan 15 sene evvel, Ankara Hukuk’taki tahsilim sırasında, haftalık okumalar yapmak maksadıyla kurmuş olduğumuz Sahaf Sever Kitap...

Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş               İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük...

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...