Ratib Şabu
Suriyelilerin 2011 Mart’ından beri yaşadığı korkunç sınav, toplumda iki farklı bilinç akımının doğuşuna zemin hazırladı diyebilir miyiz? İlk akım, bu acıların bir daha yaşanmaması için temkinli bir duruş sergiliyor; halkını koruması gereken devletin, halka karşı şiddet uygulayan bir canavara dönüşmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Esad rejimiyle geçen yıllar o kadar acı dolu ki, bu deneyimin, devleti bir grubun topluma karşı kullandığı bir silah değil, herkesin hizmetinde bir kurum olarak yeniden tanımlayan güçlü bir bilinç hareketi yaratması beklenirdi. Bu yol, dar ve zorlu bir kapıdan geçmeyi gerektiriyor; felaketin nedenlerini anlamak, tekrarını önlemek için büyük bir özveri, samimiyet ve çaba istiyor. Ama ülkeye geleceğin kapısını aralamanın da tek yolu bu gibi görünüyor.
İnsanlar genelde kötülüğü somut bir şeye, bir varlığa bağlamaya meyilli. Böylece o şeyi yok ederek kötülükten kurtulduklarını düşünüp rahatlıyorlar.
İkinci akım ise tam tersi bir yöne savruluyor. Suriye’de yaşanan felaketin nedenlerini anlamaya ya da çözmeye kafa yormuyor; onun yerine çekilen acıları belirli bir gruba mal edip, insan doğasının karanlık tarafını bu gruba karşı intikam ateşiyle serbest bırakıyor. Bu akıma kapılanlar, o grubu ortadan kaldırmanın kötülüğü yok etmekle aynı şey olduğuna inanıyor. Bu içgüdüsel tepki, doğduğu trajedinin dilini ve araçlarını olduğu gibi alıyor. Sonuç mu? Trajedi yeniden canlanıyor, intikam ise çoğu zaman asıl suçlu olmayan, kolay hedeflere yöneliyor. Birinci akım bilimle, bilgiyle ilerleyip birikim yaratırken ve yapıcı bir yol açarken, ikinci akım adeta büyücülüğe dayanıyor. Tıpkı bir akıl hastasını içindeki şeytanı çıkarmak için döverek “iyileştirmeye” çalışmak gibi; sonunda sadece acı üstüne acı ekleniyor.
İnsanlar kötülüğün bir bedene bürünebileceğine inanmayı seviyor; o bedeni yok edince arınıp kötülükten kurtulduklarını sanıyorlar. Arap kültüründe bir bilge, “Fakirlik bir adam olsaydı onu öldürürdüm” demiş. Ama o, fakirliğin bir insan olmadığını, karmaşık nedenler ve ilişkiler yumağı olduğunu biliyor. Bunun çözümü için araştırma, bilgi ve sabır lazım. Eğer fakirlik gerçekten bir adam olsaydı, belki o bilge bile kötülükten kurtulmak için cinayeti mazur görebilirdi; ama işin aslı öyle değil.
Suriye’de ise yapıcı ve akılcı olan birinci akım, yıkıcı ve içgüdüsel ikinci akımı frenleyemedi. Esad rejimi düştükten sonraki ilk üç ayda bu ikinci akım sahneye çıktı, akılcı taraf ise hızla geri plana itildi. Bu, ilk günlerde beliren umut dolu kurucu anı yerle bir eden mezhepçi katliamlara yol açtı. Ardından kör bir intikam dalgası geldi; ne felaketin gerçek nedenlerinden ne de önceki trajedinin araçlarından hesap sordu. Bunun yerine masumlar, evlerinde ansızın gelen ölümlerle hedef oldu. Sahildeki katliamlar, Suriye’nin ödediği ağır bedelin köklerini besledi ve yeni bir ayrımcı yönetimin temelini attı; bu yönetim de ileride Suriyelilerin isyan edip aynı baskıyı снова tadacağı bir döngüye gebe.
Böylece Suriye, ne adalete ne de ulusal bir devlete uzanan bir yola giremeden karanlık bir çıkmaza sürüklendi. Toplumun bu kaymayı durduracak araçları yoktu; üstelik yıllarca süren cehennem, bu kaymayı önlemek yerine onu haklı çıkarmak için kullanıldı. Katliamları yöneten silahlı grupların ya da mezhepçi kalabalıkların bilincinde “Suriye” diye bir ortak kavram yoktu. Şaşırtıcı değil ki, sahildeki Suriyelilere karşı girişilen yok etme eylemlerine binlerce Suriyeli olmayan Selefi de katıldı. Bugün Şam’da iktidarı ele geçiren grupların çoğu, sadece kendi kimliklerini zorla herkese dayatmayı “genel” bir hedef sanıyor.
Şimdilerde Suriyeliler arasında dolaşan ses ve görüntü kayıtları, mezhepçilik ve kan kokusuyla dolu. Ortak yaşamı zehirleyen bu kayıtlar, “farklı” olanları ülkeden kovmayı amaçlıyor olabilir; çoğu açıkça “Beğenmiyorsan çık” diyor. Bunlar basit görüşler değil; bugünün güçlülerinin desteklediği bir korkutma ve mezhepçi seferberlik. İlginçtir, bu kayıtları yapanlar (bazıları Suriyeli bile değil) ya da camilerde nefret kusan vaizler, yeni otoritelerden en ufak bir engelle karşılaşmıyor. Bu otoriteler, katliamların ardından sahil halkının yaşadığı korkuya rağmen, onlara “Sizi görüyoruz” diyecek ya da içten bir güven sözü sunacak bir adım atmadı.
Suriye, toplumu koruyacak hiçbir kalkan olmadan, ne adaletin ne de ulusal bir devletin yeşerebileceği bir yola sapmadan kayboldu.
On yıldan fazla “Suriye Devleti’nin zulmüyle geçen yıllardan sonra kimse Suriyelilerin, ilk zalim rejim çöktükten sonra benzer bir zulme razı olacağını, göz yumacağını ya da küçümseyeceğini beklemezdi. Ama öyle oldu. “Devrimci” denen pek çok kişi katliamları coşkuyla karşıladı; ‘domuzlar’dan ölenlerin sayısını keyifle paylaştı, sosyal medyada birbirini kutladı, sanki sahilde daha çok kan dökerek zafer kazanıyormuş gibi. “Aydın” geçinenler ise gevşek vicdanlarla derin analizler sundu; yeni devletin temelindeki bu çatlağı kapatmaya çalışmak yerine onu yok saymayı seçti.
Bu, Suriye’yi sağlam bir ulusal başlangıçtan mahrum bırakıyor. Sahilde olanlara halkın ve yönetimin tepkisi, sadece kanı dökülenlere değil, Sünni İslam ana akımının dışında doğan herkese bir mesajdı. Ama aynı zamanda bu ana akıma da bir uyarı: Yeni devleti kuranlar, Suriyelileri gerçekten tek bir halk olarak görmüyor.
*Bu yazı el Arabi el Cedid gazetesinde yayınlanan makaleden Ekopolitik için Türkçeye tercüme edilmiştir.
Çeviri: İslam Özkan