Çeviri: İslam Özkan
Arap dünyasında, kendilerini hem entelektüel elitlere hem de geniş halk kitlelerine “aydın” olarak sunanların sayısı arttı. Ancak bu kişilerin gerek sözlü ve yazılı söylemlerine, gerekse gerçek hayattaki davranış ve yaklaşımlarına dikkatle bakıldığında onları, -eğer “aydınlanma” kavramını olumlu anlamda kullanıyorsak- bu çizginin dışına çıkarmamız gerekir. Çünkü hakiki aydınlanma; özgürlük, adalet ve yeterlilik ekseninde ilerleyen bir uyanış hareketidir.
Arap dünyasında, insanların düşüncelerini, duygularını ve yaşam koşullarını geliştirmek için azimle ve sabırla çalışanlar da yok değil. Fakat bu kişilerin sesi genellikle ideolojik çatışmalar, çıkarların mücadelesi, keskin siyasal kutuplaşma ve yozlaşmış inanç tartışmaları arasında kaybolmaktadır. Ortaya koydukları içerikler ne kadar derinlikli ve bütünlüklü olursa olsun, bugünkü kültür ortamımızda bastırılır. Özellikle yüzeysel yaklaşımlar, gösteri ve şov anlayışı, reklam kokan sunumlar ve boş laf yığını arasında kaybolur.
Bugün en yüksek ve gürültülü sesi çıkanlar ise “tek gözlü”, “şaşı”, ve “kör” olmak üzere üç tür sözde aydındır. Buna rağmen onlar, zihinleri özgürleştirdiklerini, mevcut düzeni sorguladıklarını ve hayatı geriye götüren yapılara karşı devrimci bir tutum içerisinde olduklarını iddia ederler. Oysa bu çabalarının sonuçları, çoğu zaman toplumu yerinde saydırmaktan öteye geçmez.
Bu kişiler, dinî otoritelerin yaptığı baskıyı eleştirir ama siyasi otoritelerin uyguladığı baskıları görmezden gelir. Hatta bazı durumlarda, siyasi otoriteyle iş birliğine girerek dini otoritelere karşı koruma ister. Bu tür bir aydın, çoğu zaman dinî baskıya karşı mücadele ettiğini sanırken, aslında siyasi otoritenin bir aracı hâline gelir. Çünkü siyasi otoriteler, toplumları dinden korkutarak özgürlük taleplerini bastırmak için dini geri kalmışlıkla özdeşleştirir; ya da ihtiyaç duyduklarında dini kendi lehlerine kullanırlar. Aynı siyasi otorite, bir yandan halkına kendini “dinî baskıya karşı duran” bir figür olarak sunarken, diğer yandan kendi tekçi dinî söylemini üretir ya da “ilahi meşruiyetle” hükmettiğini iddia eder.
Bu tür aydın farkında olmasa bile, siyasi otoritenin hizmetine girmiştir. Çünkü dini baskı, aslında siyasi baskının bir tezahürüdür. Politik iktidar; Yahudilik, Hristiyanlık, İslam ve başka tüm inançlarda, dinin asli amaçlarını çarpıtarak onu kendi çıkarına hizmet edecek bir ideolojiye dönüştürmüştür.
Eğer bu aydın gerçekten içten bir şekilde, baskıcı dinî yapılarla mücadele ettiğini düşünüyorsa bile, siyasi baskı ortadan kalkmadıkça hiçbir sonuca ulaşamayacaktır. Ama eğer bu kişi samimi değilse ve sadece kendini tanıtmak, zenginleşmek ya da sosyal statü kazanmak istiyorsa, halk onu er ya da geç tanıyacaktır. Sonunda söyledikleri ve yaptıkları boşa gidecek, hiçbir anlam ifade etmeyecektir.
Bu kişi bütün enerjisini sadece dine ve dini değerlere saldırmaya harcar ve meseleyi karşılaştırmalı bir çerçevede ele almaz. Oysa bu yapılabilseydi, eleştirdiği metinler, söylemler ve tecrübeler; başka inançlarla kıyaslandığında belki daha iyi durumda olurdu. Bu durumda en doğru tutum, bu dini yıkmak değil, onu söylem ve pratik olarak düzeltmeye çalışmak olurdu. Aksi takdirde toplum, manevi yönünü, ahlaki değerlerini ve faydalı yapısını kaybeder ve yönsüzleşir.
Bu şaşı aydın, Hz. İsa’nın şu sözü üzerinde düşünmelidir:
* “Neden kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği fark etmiyorsun? İki yüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar, sonra kardeşinin gözündeki çöpü çıkarırsın.”
* Hz. Muhammed de şöyle demiştir:
“Kişi, kardeşinin gözündeki kıymığı görür ama kendi gözündeki koca kütüğü fark etmez.”
Eğer bir dinin mensubu, başka bir dine eleştiri yöneltiyorsa, onun dostları ve diğer dinlere inanan aydınlar da kendi kutsal metinleri ve dini deneyimleri hakkında benzer özeleştiriler getirmelidir. Aksi takdirde bu tür tek yönlü eleştiriler, toplumsal gerginlik yaratır.
Her halükârda, herkesin dinin kendisiyle, o dine mensup olanların tarihsel deneyimlerini birbirinden ayırması gerekir. Çünkü çoğu zaman bu deneyimler, dini metinlerin ürünü değil, dünyevi çıkarların ürünüdür: iktidar, servet ve sosyal statü arayışı gibi.
Gerçek bir aydın için önemli olan, tüm insanların farkındalığını artırmaktır. Hangi dine inanırlarsa inansınlar, dini baskıların nasıl farklı inançlarda benzer şekillerde ortaya çıktığını göstermelidir. Aynı zamanda bu metinlerin nasıl yanlış yorumlandığını ve dünyevi amaçlar uğruna saptırıldığını da ortaya koymalıdır.
Bu kişi ise kendini bir fanusa hapseder. Toplumun gerçek ihtiyaçlarıyla hiçbir ilgisi olmayan, sadece geçim sağlamak için fikir üretir. Dinin toplumdaki yerini ve sahip olduğu maneviyat, ahlak ve iyilik gibi değerleri umursamaz. Dini tamamen hayatın dışına iten deneyimlerin toplumsal zararlarını hiç dikkate almaz. Oysa dinin tamamen yok sayıldığı tecrübeler insanlığa çok şey kaybettirmiştir.
Bugün Batı’da bile bu yaklaşım gözden geçirilmektedir. İnsanların büyük çoğunluğu, dine değil, din adına yapılan baskıya, hurafeye ve bağnazlığa karşıdır. Hatta Tanrı’ya ve dine sırtını çevirenlerin bile, zamanla kendilerine yeni bir inanç sistemi veya “seküler din” inşa ettikleri gözlemlenmektedir.
Gerçek bir aydınlanma; halkın özgürlük, adalet, onur, yeterlilik, liyakat ve denge arzusundan ayrı yürütülemez. Aynı şekilde bilimsel düşüncenin rehberliğinde, dini kavramlar ve toplumsal gelenekler karşılaştırmalı şekilde değerlendirilmelidir. Öznel olanla nesnel olan arasındaki fark gözetilmelidir. İşte bunu yapan ve ısrarla sürdüren kişi, gerçek bir “görür aydın”dır. Bu kişi, sahte aydınların gürültüsü arasında bile yoluna devam eder.
Dr. Ammar Ali Hassan – Siyaset Sosyoloğu
Yazının orijinaline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: