Bir toplum, kendi aynasında iki yüz görüyorsa; biri geçmişin hayaleti, diğeri geleceğin hayal kırıklığıdır.Türkiye’nin modernleşme serüveni, görünürde sekülerleşmenin kodlarıyla örülmüş bir dönüşüm izlenimi verse de, bu yüzeyin altında kültürel dindarlığın ağır bir tortu gibi birikmiş, sinsi bir süreklilikle varlığını sürdürdüğü bir tarihsel derinlik taşır. Burada yaşanan, iki ayrı dünyanın birbirini yıkması değil; birbirine sızması, birbirinin dilini ve biçimini ödünç alarak varlığını yeniden kurmasıdır. Modernleşme, geleneksel inanç yapılarını ortadan kaldırmamış, onları görünüşte seküler bir estetik içinde eritmiş; sekülerleşme, kutsalı tamamen yok etmek yerine, onu yeni, daha karmaşık ve daha görünmez biçimlerde üretmiştir. Böylece Türkiye’de din, salt bir metafizik inanç olmaktan çıkmış; kimliklerin, aidiyetlerin, toplumsal statülerin görünmez mimarı hâline gelmiştir.
Birey, modern hukukun soyut yurttaşı ile kültürel dindarlığın somut cemaat üyesi arasında bölünmüştür. Her adımında, iki zıt çağrının gerilimini bedeninde taşır. Bilimsel düşüncenin, bireysel özgürlüğün, rasyonel hukuk düzeninin görünürdeki egemenliğine rağmen; kolektif hafızanın, geleneksel aidiyet reflekslerinin ve kültürel sürekliliğin görünmez ağı, bireyin seçimlerinde, korkularında ve arzularında derinden işlemeye devam eder. Modernlik, bireye özgürlük vaat ederken, hafıza onu geçmişin zincirlerine gizlice bağlar. Bu bağ, ne kolayca koparılabilir ne de açıkça reddedilebilir bir nitelik taşır; çünkü kutsal artık yalnızca bir inanç biçimi değil, bireyin var oluşsal kimliğinin derin dokusuna işlenmiştir.
Talcott Parsons’ın (2020) toplumsal sistem kuramında işaret ettiği üzere, modernleşme bireysel davranışlarda bir rasyonelleşme zorunluluğu doğurur. Fakat Türkiye bağlamında rasyonelleşme, irrasyonel kolektif reflekslerin gölgesinde biçimlenmiş; modern kurumlar görünürde sekülerleşmişken, derinlerinde kültürel dindarlığın izlerini taşımaya devam etmiştir. Bir birey, bir sabah seküler bir ofiste çalışıp, akşam geleneksel cemaat kodlarına uygun sosyal pratiklere katılabilir; böylece modernlik ve geleneksellik, birbirini inkâr etmekten çok, birbirinin boşluklarında var olur. Devlet mekanizması da aynı gerilimi taşır: Hukuk seküler normlara dayanır, ancak kültürel kodlar siyasal kararları ve toplumsal hassasiyetleri görünmez biçimde yönlendirir. Din, normatif bir düzenleyici olmaktan çıkmış; toplumsal bilinçaltının derin ritmi hâline gelmiştir.
Türkiye’nin sekülerleşme süreci, Batı’daki klasik modellerle bire bir örtüşmez. Max Weber’in (2022) “dünyanın büyüsüzleşmesi” kavramı burada eksik bir büyüsüzleşme olarak gerçekleşmiştir. Kutsalın çözülmesi değil, yalnızca mekân değiştirmesi söz konusudur: Tanrı, doğrudan tapınaklardan çekilmiş; fakat ulusun, kimliğin, ailenin ve aidiyetin görünmeyen mimarisine sızmıştır. İnanç, artık görünür bir metafizik bağlılık olmaktan çıkmış; bireysel varoluşu düzenleyen, kimlik performanslarını yöneten, aidiyetleri şekillendiren bir kültürel kod hâline gelmiştir. Ritüeller, Tanrı ile birey arasındaki içsel bir ilişkinin değil, toplumsal görünürlük ve sosyal kabulün göstergeleri olmuştur.
Bu dönüşüm, bireysel kimliklerde yalnızca bir yüzeysellik yaratmaz; daha derin bir kırılmaya, daha kalıcı bir kimlik yarılmasına yol açar. Birey, modern hayatın nesnel gerekleri ile kolektif hafızanın duygusal çağrıları arasında sürekli bölünür. Modernlik bireye bireysel özerklik vaat ederken, kolektif hafıza bireyin geçmişe, kökene, sürekliliğe duyduğu derin ihtiyacı canlı tutar. Böylece birey, her seçiminde bir aidiyet kaybı yaşar; her aidiyetinde ise bir özgürlükten feragat etmek zorunda kalır. Bu salınım, yalnızca bireysel bir ruh hâli değil; toplumsal bir varoluş biçimidir.
Toplum düzeyinde ise bu çifte gerçeklik, görünüşte sekülerleşmiş bir modernlik ile derinlerde süren kültürel dindarlık arasında dinamik bir melezlik üretir. Bu melezlik, bazen zengin bir çoğulculuk yaratır; bazen de keskin kültürel çatışmalara, kimlik savaşlarına ve siyasal kutuplaşmalara zemin hazırlar. Türkiye’nin siyasal krizleri, yalnızca ideolojik ayrışmaların değil, bu derin kimlik yarılmasının bir tezahürüdür. Modern devlet seküler bir görünüm arz ederken, kültürel refleksler sessizce toplumsal hayatı biçimlendirmeyi sürdürür. Sekülerleşme ve kültürel dindarlık, birbirine karşıt iki güç değil; birbirinin içinde sürekli biçim değiştiren, birbirinin sınırlarında yaşayan iki ruh hâline dönüşür.
Modernleşme süreci, kutsalı tasfiye etmek yerine, onu yeni kodlar altında yeniden üretir. Sosyal medya gibi dijital görünürlük alanlarında dini pratiklerin sergilenmesi, kültürel dindarlığın nasıl modernleşmiş görünümlerle yaşadığını gösterir. İnanç, artık içsel bir sessizlik değil; kamusal bir performans, görünürlük ekonomisinin bir parçası olmuştur. Birey, inancını yaşamakla kalmaz; onu gösterir, sunar, onaylatır. Böylece kutsal, bir iç bağlılık olmaktan çıkıp; kimlik, statü ve tanınma alanlarında dolaşan bir imgeye dönüşür.
Bütün bu dinamikler, Türkiye’de modernleşmenin bir kopuş değil; çatallı bir dönüşüm olduğunu gösterir. Türkiye, doğrusal bir modernleşme çizgisi izlememiş; dairesel, kırılgan ve çok katmanlı bir geçiş içinde kendi var oluşunu kurmaya çalışmıştır. Ne tam anlamıyla sekülerleşmiş, ne de saf bir geleneksellikte sabitlenmiştir. Modernleşme ve kültürel dindarlık, birbirini dönüştürerek, birbirine sızarak ve birbirini yeniden üreterek, Türkiye’nin sosyolojik dokusunu örmüştür.
Bu nedenle Türkiye’nin sosyolojik gerçekliği, yüzeyde sekülerleşmiş bir ilerleme anlatısına sahip olsa da, derin yapısında büyüsü bozulmamış bir kutsalın sessiz ama inatçı direnişini barındırır. Birey, kimliğini modern özgürlük mitosları ile kültürel kökenlerin çağrısı arasında örmeye çalışır; toplum ise geçmişin yükü ile geleceğin belirsizliği arasında salınan bir kolektif hafıza alanına dönüşür. Her yeni adım, eski bir yankının gölgesinde atılır; her modern proje, görünmez bir geçmiş yükünü sırtında taşır.
Türkiye’de kimlik, sürekli bir yarılmanın, aidiyet sürekli bir eksilmenin, modernlik sürekli bir kaygının eşiğinde yaşanır. Ve böylece, modernliğin vaat ettiği özgür birey idealine rağmen, birey her adımda daha derin bir kökensel eksiklik duygusuyla karşılaşır.
Kaynakça
Parsons, T. (2020). Toplumsal Sistem (Çev. Ahmet Kocaman). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Weber, M. (2022). Meslek Olarak Bilim (Çev. Ahmet Koca). İstanbul: İletişim Yayınları.