Vejetaryenliğe Radikal Sağdan Bakmak

21’inci yüzyılda hayvan eti yememeye odaklanan vejetaryenliğin (ve dahi hayvansal ürünlerin hiçbirini – ister gıda isterse giyim, ilaç vb. olsun – tüketmemeye dayanan veganlığın) sol dünya görüşüyle bağdaştırılması alışılageldik bir şablon oldu. Keza “türcü” – yani mutlak anlamda insan-merkezci – yaklaşımların ideolojik açılımlarıyla ilgili de öyle.

Ne var ki bu, somut verilerin ve kaydedilmiş modern tarihin ışığında tutarlı bir bakış açısı değil. Dahası, günümüzde hâlâ sağ – bilhassa da radikal sağ – dinamiğe içkin bir vejetaryen (ve/veya vegan) ve anti-türcü militanlık örnekleri mevcut.

Vejetaryenlik-radikal sağ ilişkisi gündemleştiği ânda akla ilk gelen figür, popüler kültürün de yadsınamaz etkisiyle, Adolf Hitler oluyor.

Bu vasıtayla aslında söz konusu yaşam tarzlarını kendi tekeline almak için mücâdele eden solun bu ilişkiyi “karikatürleştirmek” için kullandığı, hatta “gayrı-meşru” bir temele oturtmaya gayret ettiği aşikâr.

Hâlbuki muhtelif tarihçilere (başta Ian Kershaw) göre Hitler en iyi ihtimalle “part-time” bir vejetaryen sayılırdı. Kimi dönemler et tüketimini azalttığı sabitse de topyekûn ve ideolojik karakterli bir vejetaryenliğinin hâsıl olmadığı biliniyor.

Hitler “adanmış” bir vejetaryen değildi belki ve fakat nasyonal-sosyalist “mistik” (ve elbette propaganda), gerçekten de vejetaryenliği idealize etmiştir. Bu çabalardaki “aslan payı” ise şüphesiz ki uzun müddet rejimin “2 numarası” pozisyonunu cisimleştiren Rudolf Hess’tir.

 

Ezoterik dönüşüm vejetaryenlik

Hess’in vejetaryenliğe – ötesinde de organik ve “biyodinamik” tarıma ilgi beslediği – açık. Öyle ki, Hess, katıldığı dâvetlerde, Rudolf Steiner’in antropozofik ilkelerinden esinlenen biyodinamik tarım ürünlerini (yemeklerini) özel kaplarda yanında getiriyordu.

Hess’in yanı sıra SS şefi Heinrich Himmler’in de ezoterik yönelimleri (ruhu – tıpkı beden gibi – “saflaştırma” arayışları) ve işgâl edilen topraklarda biyodinamik tarımı teşvik etmesi, Tarım Bakanı Richard Walther Darré’nin “Kan ve Toprak” ideolojisi de bahse konu “idealleştirme” sürecinin yapı taşlarındandı.

Velhâsıl dönemin Propaganda Bakanı Joseph Goebbels – resmî düzlemde – vejetaryenliği Hitler’in şahsıyla özdeşleştirmek suretiyle “iç disiplin”, “saflaşma”, “doğa-ulus bütünlüğü” ve “hayvan sevgisi” vb. değerleri ulusal seviyede yankılandırmaya çalıştı.

Propagandanın ötesinde nasyonal-sosyalist rejimin hayvanları ve doğayı koruma noktasında 1930’lar itibarıyla çağın çok üzerinde aktif bir pratik geliştirdiği de serdedilmeli.

Çıkarılan bazı yasalara göre; hayvanlara eziyet etmek yasaklanmış, hayvan deneyleri sıkı düzenlemelere tâbi tutulmuş, nesli tükenmekte olan türlerin korunması kararlaştırılmış ve avcılığa çok katı kurallar konulmuştu.

Ayrıca et tüketiminin sınırlandırılmasına ve sağlıklı-doğal beslenmeye yönelik diyet-yaşam tarzı kampanyaları ulusal bir karaktere büründürülmüştü.

 

Radikal sağın vejetaryen seyahati: Lebensreform ve völkisch hareketleri

Bu bağlamda Werner Kollath ismi mühimdir. Bir bakteriyolog ve gıda uzmanı olan Kollath, aynı zamanda Nazi Partisi mensubuydu. İşlenmiş gıdalara deyim yerindeyse “savaş açan” bu bilim insanı, “temiz beslenme” akımının da (bastırılan, sansür edilen) öncülerindendir.

Daha sonraları – çok ilginçtir – Almanya’da Yeşiller hareketinin de “hücre çekirdeklerinden” addedilecek olan World Union for Protection of Life (“Hayat’ın Korunması İçin Dünya Birliği”) kuruluşuna ilham verenlerin ilk sıralarında yer almıştır.

1950’lerin sonunda ilân edilen kuruluşun eski (reforme) nasyonal-sosyalistlerden müteşekkil olduğu ve bünyesinde 1970’lerden itibaren Yeşiller’in kurucusu olacak olan Baldur Springmann ve sonraları muhafazakâr ekolojist ÖDP (“Ekolojik Demokratik Parti”) üyesi olan  Ursula Haverbeck gibi sîmâları “yetiştirdiği” sır değil.

Elbette bu “olgunlaşma evresi”ne gelene değin pek çok farklı kademe aşıldı. 19’uncu yüzyılda Almanca konuşan havzada (Almanya, Avusturya ve İsviçre) ortaya çıkan Lebensreform (“Yaşam Reformu”) olgusu büyük ölçüde ilk tohumları serpiştirmişti.

Modernitenin ve sanayileşmenin yozlaştırıcı (“yıkıcı” da denilebilir) etkilerine karşı sade, doğal ve sağlıklı bir yaşam formülünü öne çıkaran Lebensreform hareketi hem “örgütlü vejetaryenliğe” ön ayak olmuş hem de irili-ufaklı alternatif “komün” tasavvurlarını tetiklemişti.

Lebensreform’la üç aşağı beş yukarı aynı dönemlerde ise daha farklı bir “doğaya dönüş” kavrayışı – bu defa alabildiğine siyasal bir tarzda – belirdi. O da völkisch hareketiydi.

“Etnik-halkçılık” şeklinde tercüme edebileceğimiz bu kavram kanalıyla Lebensreform’un “bireyci” vasıfları “milliyetçi ve kolektif(çi)” bir şematikle ikâme edilmiş, “doğa-doğal”dan ziyâde “kır-kırsal” anlayışı benimsenmişti.

Bilindiği üzere orta vâdede völkisch hareketi – tüm benliği ve hususiyetleriyle – “nasyonal-sosyalizm” mecrasına dökülecekti.

 

Savitri Devi: Hitlerci vejetaryenliğin günümüze açılan penceresi

Şüphesiz ki bu “safha”ların tamamı etkin bir işlev görmüştür radikal sağın “vejetaryenlik” idrâkinde. Lâkin bilhassa 1945-sonrası dönemde “yeniden” tanzim ve tahkim edilen bu “ilişki”nin mimârı Savitri Devi olmuştur.

Yunan asıllı bir Fransız vatandaşı olan Savitri Devi ezoterik Hitlerciliğin “rahibesi”, koyu bir pagan ve sıkı bir hayvan hakları koruyucusu ve vejetaryendi. Uzun yıllar Hindistan’da yaşadı ve Hint milliyetçiliğiyle (Hindutva) yakından ilgilendi.

1959’da yayımladığı meşhur The Impeachment of Man (“İnsanın Suçlanması”) adlı başyapıtı (ki henüz Türkçeye çevrilmemiş oluşu büyük bir kayıptır bana göre) – bugün tanınan, pohpohlanan, yere göğe sığdırılamayan kimi “veganlık şampiyonu” sol düşünürlerin çok öncesinde ve ötesinde bir biçimde “türler arası”nı düşünmüş, ortaya koymuştur.

Bu eserinde Devi, semâvî dinleri (ama özellikle de “çıkış noktası” bâbında Yahudiliği) “insan-merkezci” yaklaşımlarından ötürü kıyasıya (ve şiddetle) eleştirirken, kozmolojik bütünlüğe daha duyarlı gördüğü Hinduluğu yer yer över.

Savitri Devi kitabında, “insan gerçekten daha kâbiliyetli, duyarlı, velhâsıl ‘üstün’ bir varlıksa şâyet, o hâlde ‘vejetaryenlik’ onun için biçilmiş kaftandır” çıkarımıyla özetleyebileceğimiz bir düşünsel şematik sunuyor.

Hayvanların – tıpkı insanlar gibi – acıyı da sevgiyi de hisseden varlıklar olduğunu, onlara (ve aslında doğanın bütünlüğüne-birliğine) zarar verecek her fiilin korkunç bir zulüm olduğuna parmak basıyor.

Hatta “hayvan sevgisi”ne ilişkin “yükselmiş ruhlar”dan bahsettiği bölümlerde Mısır’ın “muvahhid” melîki Akhenaton’dan (her ne kadar Devi O’nu farklı bir kategoriye yerleştirse de) Ebu Hûreyre’ye (“Kedilerin Babası”) kadar değişik şahsiyetlerden de sitâyişle bahseder.

Fakat şu da bir gerçek ki, Devi ismi evvelâ Hitlercilikle anılan – kabullenilen bir isim. Hâl böyle olunca da nüfuzu altına aldığı muhit de doğrudan (neo-) faşizan çevreler oluyor.

Öyle zannediyorum ki, Devi’nin semâvî dinlerle olan karşıtlığı (İslâm’a dair de çok mesafeli ve hatta düşmanca, katıca tavır takınmıştır), Hitlerciliğin yeni yorumlarıyla birlikte radikal sağ vejetaryenizmi/veganlığı levhasında çok “güncel” izdüşümlere sahip olmuştur ve olmaktadır.

 

Eskiden miras yeni çelişkiler: Kime karşı vejetaryenlik?

1930’ların nasyonal-sosyalizmi hayvan-doğa hakları/vejetaryenlik hususunu antisemitizmiyle (Yahudi düşmanlığıyla) sert bir “zıddiyet” üzerinden kurgulamıştı.

Buna göre, mesela 1933 yılında Hayvanları Koruma Yasası onanırken diğer yandan da ırkî ayrımcılığı yasallaştıran Nürnberg Yasaları çıkarılıyordu. Yine halk vejetaryenliğe farklı yollarla özendirilirken, Yahudilerin “koşer” kesimi sözüm ona “barbarlık”la eşitlenmiş ve yasaklanmıştı.

2025’lerde ise paralellikler, konjonktürün yeni tasarımlarına uygun olarak, bu defa başta sağ-popülistler olmak üzere Avrupa’nın (ve daha geniş anlamıyla Batı’nın) ulusal-sağ galaksilerinde İslâm düşmanlığına ayna tutan cinsten.

Gerçekten de bugünlerde radikal sağda (yeniden) keşfedilen ve palazlanan vejetaryenliğin-veganlığın dikkat çekici bir “evrimi” mevcut.

Hint-tipi “ruhanî ama pagan” vejetaryenliğin popülerleşmesi ve Hindutva’nın “Batılı yaşam tarzının muhafazası” açısından bir “rol-model” şeklinde benimsenmesi hâdiseleri bir çeşit yeni zıddiyetin teşkil edilmesine olanak tanıdı.

Artık radikal sağda vejetaryenlik-veganlık eskiye nazaran çok daha açık ve komplekssiz tarzda bir “kültür” ve hatta bir “medeniyet” üstünlüğü öğesi şeklinde telakki ediliyor.

1930’ların nasyonal-sosyalizminde bu veçhe bu denli “ayyuka” çıkarılmamıştı. Şimdi durum başka. Dahası, bunlar “Batılı yaşam tarzı”nın birer “doğal ve evrimsel sonucu” olarak takdim ediliyor.

Başka bir deyişle, “çelişki” artık Avrupa’nın (yahut Batı’nın) kalbinde “helâl kesim” (ki radikal sağ jargonda bu, “hayvan boğazlamak” olarak dillendiriliyor) yapan Müslüman göçmen ile hayvanları ve doğayı seven-sayan Avrupa’nın yerlisi ve “beyaz”ı arasında.

2010’larda Almanya’da zuhur eden PEGİDA adlı İslâm düşmanı sokak hareketi, helâl kesimin yasaklanmasını istemişti örneğin.

Keza Fransa’da da aktif olan “Kimlikçi Hareket”in üyeleri “Avrupa’da hayvan hakları” argümanıyla aynı yasağı istediklerini duyurdular. Daha “meşru” oluşumlarda da – ki bunların arasında Fransa’da Marine Le Pen, Almanya’da AfD, Hollanda’da Geert Wilders de var – benzer tedbirlerin uygulanmasına yönelik çağrılar oldu.

Özetlemek gerekirse, radikal sağın vejetaryenizminin/veganlığının jenealojik izlerini tamı tamına iki yüzyıl öncesine değin sürmek mümkün.

Mantık aynı ve değişmese de öznelerde zamanın gereğince dönüşümler yaşanabiliyor.

Radikal sağın vejetaryenlik serüveni – geçmişten ilhamla(!) – bugün Avrupa’nın kültürel manzarasını sil baştan şekillendiriyor.

 

Sinan Baykent
Sinan Baykent
1987 yılında İstanbul’da doğdu. Orta ve Lise öğrenimini Özel Fransız Pierre Loti Lisesi’nde gördü. 2005 yılında “Edebiyat” bölümünden bakaloryasını dereceyle aldı. 2005-2009 yılları arasında İsviçre’nin Cenevre Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler lisans, 2009-2011 yılları arasında ise aynı üniversitenin Siyasal Psikoloji yüksek lisans programlarını tamamladı. 2011 yılından itibaren farklı siyasetçilerin danışmanlığını ve metin yazarlığını yaptı. 2015 yılından bu yana çeşitli ulusal ve uluslararası gazete, dergi ve internet platformlarında makaleler kaleme alıyor. Çalışmaları Avrupa milliyetçiliği, sağ-popülist hareketler ve Arnavut havzası üzerine yoğunlaşıyor. Baykent, Fransızca, İngilizce, İspanyolca ve Arnavutça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Salò’dan Bana Damlayanlar Veya Faşizm’in Son 600 Günü

Geçtiğimiz gün Salò’yu ziyaret etme fırsatı buldum. Şüphesiz ki, Salò semboliği yüksek bir yer. 1943-1945 yılları arasında Benito Mussolini’nin İtalya’nın...

Siyâset Bilimci Stéphane François ile Nazi Okültizmi Üzerine Söyleşi:...

Belçika’nın Mons Üniversitesi’nde siyasal düşünceler tarihi profesörü olan Fransız asıllı siyâset bilimci Stéphane François (d.1973), Avrupa’daki radikal sağ...

Çağın Sisli Dehlizi: Siyasal neo-paganizm*

Genelde Batı’da, hususen de Avrupa’da “pagan” karakterli düşünce, akım, ritüel ve pratiklerin gitgide yükseldiği bir tarihsel evredeyiz. Avrupa örneği...

2025 yılında Roma Selâmı Paradoksu

Roma selâmı, tarihsel olarak Roma İmparatorluğu ile ilişkilendirilen ve 20’nci yüzyılda faşist/nasyonal-sosyalist partiler tarafından benimsenen bir işâret ve...