Dünya’da Yükselen Otoriterlik Dalgası mı?

Giriş

Sanayi Devrimi ve ona takaddüm eden Reformasyon sonrasında bilimsel düşüncenin etkinleşmesi, teknolojide ve onun etkisiyle ekonomi ve toplumda meydana gelen büyük değişikliklerin neticesinde feodalizmin çöküşü ve yerine kapitalizmin kurulmasıyla birlikte kentleşme, kentlilik ve sanayi toplumu oluştu ve yaygınlaştı. Bu büyük dönüşümün (transformasyonun) ürettiği kent ve sanayi toplumundaki siyasal hayat da mutlak monarşilerin meşruti (anayasal) monarşilere dönüşmesi veya cumhuriyete doğru değişmesine yol açtı. Bu yeni sistemlerin içinde de yer yer demokrasi ve hukuk devleti uygulamaları ortaya çıktı ve kök saldı. Ancak zaman zaman bu değişim süreçleri karmaşıklaştı ve yalpalayarak küresel demokratikleşme ve otoriterleşme dalgalarına sahne oldu. 

Samuel Huntington‘un The Third Wave (1991) (Üçüncü Dalga) adlı eserinde öne sürdüğü bulgulara göre dünya 19. yüzyılın ilk yarısında başlayan bir demokratikleşme dalgası yaşadı. Ancak bu dalga 20. yüzyılın başlarına kadar sönümlenmeye başlamış ve II. Dünya Savaşı’na kadar dünyada bir ters otoriterleşme dalgası etkili olmuştur. Ancak, savaşın hemen sonrasında, yenilen devletleri içine alan, başta Almanya, İtalya ve Japonya olmak üzere Türkiye’nin de katıldığı bir ikinci demokratikleşme dalgası daha meydana gelmiş, ancak İmparatorlukların çökmesiyle birlikte 1940’lardan itibaren bağımsızlığını kazanan birçok yeni devlet ortaya çıkmış ve bunların çoğunda devrimci tek parti veya askeri darbe hükümetleri kurulurken demokrasi dalgası etkisini 1960’larda kaybetmiştir. Üçüncü bir demokratikleşme dalgası İspanya, Portekiz ve Yunanistan’la Avrupa’da, Brezilya, Şili, Arjantin gibi ülkelerle de Latin Amerika’da 1970’ler ve 1980’ler boyunca başlamış, Türkiye de 1980’lerin ortasına doğru bu son dalgada yer almıştır. 1990’ların başında Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, bu dalganın daha da güçleneceği ve yayılacağı düşünülmeye başlanmıştır. Francis Fukuyama’nın, The End of History and the Last Man adlı çalışmasına göre artık 1990’lardan itibaren dünyada sadece hukukun üstünlüğüyle uyumlu (liberal) bir demokrasinin mevcut olacağı öne sürülmüştür. Oysa aynı yıllarda, Belçika, Hollanda, Fransa, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Avusturya gibi Avrupa ülkelerinde beyaz ırkın ülkelerindeki saflığının, sayıları artmakta olan sığınmacı ve göçmenlere karşı korunmasını savunan ideolojik hareketler ve siyasal partiler ortaya çıkmaya ve güçlenmeye başlamıştır. 2010’lu yıllarda Britanya’da güçlenen Avrupa Birliği (AB) karşıtlığı ve Atlantik Okyanusu’nun karşı kıyısındaki Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yükselen beyaz ırk üstünlüğüne dayalı, Cumhuriyetçi Parti (Republican Party, RP) içinde taraftar bulan, Afrika kökenli Demokrat Başkan Barrack H. Obama’ya ve yönetimine duyulan nefretten etkilenen aşırı-sağ ideolojinin ürettiği seçim kampanyalarıyla birlikte, daha önce mevcut olduğuna dahi pek olanak verilmeyen, Amerikan milliyetçiliği, Birleşik Krallık’ta da İngiliz milliyetçiliği gibi ideolojik akımlar güç ve oy kazanmaya başlamıştır. Çoğunlukçu demokrasinin bu iki önde gelen ülkesinde de sığınmacı, göçmen karşıtlığı ve nefreti üzerinden beyaz ırk üstünlüğünü savunan aşırı sağa kayan muhafazakar seçmen kitleleri belirgin bir hal almıştır. 2016 yılı bu açıdan bir kavşak veya yol ayırımı oldu. İlginç olan, hem bu iki devlette de benzer ideolojilere sahip olan sosyal medyaların, siyasilerin ve iş adamlarının, Rusya’dan da psikolojik savaş uzmanlarından yardım alarak seçim kampanyalarını etkilemeye (manipüle etmeye) yöneldikleri görüldü. Britanya’da Brexit ile AB’den ayrılmak için seçmen desteği üretmek ve ABD’de de RP adayı Donald J. Trump’ın seçilmesini sağlamak için büyük, etkili ve başarılı bir çaba ortaya konuldu.  

Bu gelişmeleri Fransa’da Jean – Marie ve sonra da kızı Marine Le Pen’nin lideri olduğu Ulusal Cephe (Front National, FN), daha sonra Ulusal Birlik (Rassemblement National, RN), İtalya’da neo-faşist ideolojiyle yakın ilişkide bulunan İtalya’nın Kardeşleri (Fratelli d’Italia, FI) Partisi, Avusturya’da yeniden güçlenen Özgürlük Partisi (Freiheitliche Partei Österreichs, FPÖ), Hollanda’da Özgürlük Partisi (Partij voor de Vrijheid, PVV), Belçika’da 2004’te feshedilen Vlaams Blok yerine kurulan Vlaams Belang Flaman milliyetçisi parti ve nihayet 2020’de liderlik kadrosu mahkemece suçlu bulunarak hapsedilen Altın Şafak (Chrysí Avgí) partisinin kapatılmasından sonra 2023 seçimlerinde aynı siyasal ideolojiye yakın üç siyasal partinin Yunan yasama meclisinde temsil edilmeye başlanması takip etti. Şubat 2025’te de Alman seçimlerinde Almanya için Alternatif (Alternative für Deuthschland, AfD) aşırı sağ bir popülist otoriter, sığınmacı, göçmen ve AB karşıtı parti, artık ikinci büyük parti olarak Bundestag’a girdi. 2024 seçimlerinde ABD’nde daha da sağa kayan RP’nin adayı olarak tekrar Donald J. Trump başkan seçilirken, Congress’in her iki kamarasında da Cumhuriyetçilerin az birer farkla da olsa çoğunluğu ele geçirmeleri, demokrasinin üçüncü dalgasının da sönümlendiği ve üçüncü bir otoriterleşme dalgasının doğduğuna işaret ediyor. Bu gelişmenin uluslararası ve ulusal devletlerdeki siyasal, ekonomik ve toplumsal hayat için neticeleri ne olacaktır? 

Aşırı – sağ içerikli Otoriterlik ve Neticeleri Üzerine

Bu otoriterlik dalgası içeriğinde etkili olan birçok öğe olduğunu belirtmemiz gerekir. Önemli ve kolay göze çarpan bir husus Avrupa ve Amerikalıların ülkelerine gelmekte olan sığınmacı ve göçmenlere yönelik olan kuşku, korku, cürüm tehdidi, toplum yapılarını ve kültürlerini aşındırma gibi kaygı ve tutumlardır. Bu korku ve kaygılar siyaset erbabı tarafından kolayca etnik saflığın korunması, beyaz ırk üstünlüğü, yabancı düşmanlığı içerikli ırkçı tepkilere ve kültürel mimlere dayalı olarak istismar edilebilmektedir. İkinci olarak dikkat çeken bu toplumlardaki ana akım siyasal parti ve liderlerinin çoğulcu (pluralist), çok kültürlü, demokratik eşitlik duyarlılığı ile ayrımcılık yapmamak için gösterdikleri özen, özellikle ekonomik zorluklarla veya COVID – 19 salgını gibi toplumsal sorunlarla karşılaşıldığında kendilerini devletin sahibi (staatsvolk) ulusal halk olarak görenlerin engellendiği, dışlandığı, ayrımcılığa uğradığı göçmenlerin kayırıldığı, korunduğu gibi algılara yol açmasıdır. Buna üçüncü olarak, orta sağ ve sol, liberal ve muhafazakar siyasal partilerin özellikle 1980’lerden beri izledikleri küresel serbest piyasacı (liberal) ekonomi politikalarının etkisiyle ekonomik hayatlarının olumsuz etkilendiği algısı da eklenmektedir. Bu cümleden olarak Avrupa’da özellikle AB üyesi olan ülkelerde, AB kurumlarının küresel ekonomiyi savunan uygulamalarının ve getirdikleri, çevre korumacı, yeşil enerji vb. çeşitli program ve düzenlemelerin de bu ekonomik olumsuzluklarda rolü olduğu düşüncesi yerleşmişe benziyor. AB ülkelerinde yükselen bir AB karşıtlığı olgusuna zaman zaman artan bir eğilim olarak rastlanıyor. Dördüncü olarak, solcu siyasal parti ve liderlerin savunduğu eşitlik ve özgürlük ideallerinin etkisi altında LGBTQ+, feminist veya çevreci hareketlerin ürettiği değerler, özellikle dindar ama düşük gelirli ve eğitimli kesimlerde kaygı, öfke ve tehdit algısı uyandırmakta ve ciddi bir karşı tepkiye (reaksiyon) neden olmaktadır. 

 

Bu görünen gelişmeleri su yüzüne çıkartan temel dönüştürücü etkenler ise güçlenen küresel ve bilimsel, teknolojik, siyasal ve ekonomik değişim ve gelişmelerdir. Sanayi Devrimi tüm gücüyle devem etmektedir. Onun etkisi altında teknoloji hızla değişmekte otomasyon, robotlaşma, yapay zeka (artificial intelligence), yükseltilmiş zeka (augmented intelligence) gibi yeni uygulama ve teknolojiler üretimde yer alarak çalışma ortamı ve hayatıyla toplumdaki sosyo-ekonomik ilişkileri değiştirmektedir. Bir çok işyeri otomasyona dayalı robot, yapay veya yükseltilmiş zeka kullanmaya yönelirken insan emeği talebi azalmakta ve üretimin içeriği değiştirmektedir. Sadece işsizlik değil, mesleksizlik de artmakta, ama yeni iş ve meslekler de doğmaktadır. Bu gelişmeler büyük bir teknolojik dönüşüm dönemi yaşadığımıza işaret etmektedir.  Orta yaşlı ve çalışma hayatında halen etkili olabilecek yaşlardaki çok sayıda birey işsiz ve mesleksiz kalmanın zorluğu ve acısını yaşamakta, bu gelişmenin bir sorumlusunu aramakta, kolayca komplo kuramları üreten sosyal medya fenomenlerinin ve trollerinin de, popülist siyaset erbabının da etkilerine kapılmaktadırlar. Saf ve temiz halkın çıkarcı, habis, kurnaz seçkinler eliyle sömürülmekte olduğunu anlatan komplo kuramları eliyle popülist bir siyasal söylem ve hareket örgütlenmekte ve ana akım siyasal partiler ve liderleri, medya ve basın, gazeteciler, akademisyenler ve yazarlar günah keçileri olarak gösterilerek bu kitlelerin kırgınlık ve öfkelerinin onlara yöneltilmesi sağlanmaktadır. Derin toplumsal-kültürel ayrımlar ve onlar üzerinden üretilen düşmanlıklar toplumda bir böl ve yönet siyasetini olağanlaştırırken, toplumsal farklılıklar üzerinden ayrıştırılan toplum, toplum yapısına göre kutuplaştırılmakta veya kültürel topluluklar üzerinden düşmanlaştırılarak çatıştırılmaktadır. 

 

İkinci olarak, gelişen teknolojiler arasında siyaset açısından özellikle önem kazanan bir tanesi de iletişim teknolojisi olmaktadır. Liberal küresel iktisadi gelişmelerden en fazla yarar sağlayan yeni varsıllar trilyon dolarlarla ifade edilen servetler kazanmışlardır. Bu servetleriyle teknoloji firmaları kurmuşlar, satın almışlar ve onları kullanarak milyarlarca mesaj ve video üreterek geniş seçmen kitlelerini belli konularda korku, endişe, öfke ve tepkiye yöneltebilmişler; kendi istedikleri siyasal parti ve liderleri desteklemelerini sağlayacak şekilde yöneltebilmişlerdir. Bunun örneklerini Britanya’daki Brexit süreci ve 2016 ABD Başkanlık seçimlerinden beri daha belirgin olarak görmekteyiz. Bu husustaki uzmanlık ve etkililikleri her yıl artarak devam etmekte, istedikleri parti ve adayları seçtirmek ve iktidarda tutmak için büyük servetleri kolayca harcayabilmektedirler. Bu gelişmeler demokrasi için vahim bir tehdit ortaya çıkartmış bulunmaktadır. Müthiş bir mali güç iletişim teknolojisi araçlarıyla birleştiğinde haber, bilgi ve genel anlamda enformasyon içeriklerinin gerçekle olan ilişkisi değiştirilerek gerçek-ötesi ve gerçek dışı enformasyon üretilip, hızla milyonlarca seçmene yayılabilmekte; çok sayıda yapılan yayın tekrarları sayesinde bu enformasyon içerikleri genel kabul görmekte, kanıksanmakta ve bu güçlerin istediği gibi seçmenler korku, öfke, kırgınlık vesaire duygusal tepkiler verebilecek biçimde yönlendirilebilmektedir. Gerçek olmayan bilgi ve enformasyonla hareket eden seçmenlerin verdiği siyasal kararlar ve oy tercihleri ile demokrasi halkın özgür düşünce ve iradesinin değil, belirli bir mali güce sahip olan bir zümre veya sosyal sınıfın istediği gibi tecelli etmektedir. Burada artık plutokratların (varsıl oligarkların) çıkarına yönetim gerçekleşiyor olmakta, halkın kendi kendisini gerçek bilgi ve enformasyona dayalı olarak özgür iradesiyle yönetiminden, yani demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.  

Üçüncü olarak, önemli olan gelişme liberal ekonomi uygulamalarının, özellikle klasik liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (laissez faire, lessez passer) uygulamalarının başarısının görkemidir. Düzenlemelerin en aza indirgenmiş olduğu serbest piyasa çalışmaları olarak klasik liberal uygulamalar ki bunlara ne hikmetse neo-liberalizm denmektedir, müthiş bir gelir ve servetin üremesine vesile olmuştur. Ancak, bu servet çok küçük bir varsıl grubun elinde birikmiş, çok büyük kitlelerin gelirleri reel anlamda artmamış, hatta başta ABD’nde olmak üzere 1980’lerden itibaren azalmıştır. Bu durumda ekonomilerde gelir dağılımı giderek bozulmuş, geniş kitleler anne – babalarının gençliklerinde sahip olduğu koşullara kendi gençliklerinde sahip olamamanın verdiği kırgınlık, ümitsizlik ve yılgınlık ile siyasal sistemi yöneten demokratik partilerin politikacılarına büyük bir tepki duymaya ve bunu davranışlarıyla da göstermeye başlamışlardır. Popülist otoriter köktenci sağ ve sol partilere bu kitlelerin desteklerinin arttığı ve demokrasiden bir ölçüde soğumalarının söz konusu olduğu öne sürülmüştür (Mounk, Yascha, 2018). 

Sonuç: Demokrasinin ve insan haklarının geleceği tehlikede mi?

Otoriter oylar, hareket ve partiler düzey yükseltmekle birlikte pekişmiş (consolidated) demokrasilerin yerleşik olduğu siyasal sistemlerde otoriter siyasal partilerin tek başlarına veya başlıca koalisyon ortakları olarak iktidara gelmeleri söz konusu olmamaktadır. Bu tür ülkelerde Sanayi Devrimi ve teknolojik değişmelerle ekonomik değişimden kaynaklanan olumsuzluklara tepki olarak otoriter parti ve politikacılara destek artmaktaymış gibi duruyor. Orta sağ ve sol partilerin uzun süreli iktidarlarına karşın seçmenlerin sosyo-ekonomik refah ve güvenliklerinin iyileşemediği algısı bu partilere olan teveccühü azaltarak, bu hususlarda seçmene olanaklar vaad eden aşırı sağ ve sol partilere olan desteği artırmış gibi görünüyor. Ancak, bu partilerin ulusal ve yerel siyasal sistemlerde yetki sahibi olduklarında destek ve oylarının arttığını söylemek de pek mümkün görünmüyor. İktidarın maliyeti vardır; bu maliyet uzun süre iktidarda kalmış olan partiler için daha yüksektir. Popülist, otoriter sağ ve sol partiler iktidarın ortağı olduklarında aynı maliyet onlara da çıkmaktadır (Moral, Mert ve Sedashov, Evgeny A., 2021). Onların şu ana kadarki en büyük başarısı seçmen desteklerinin arttığı siyasal sistemlerde siyasal söylem ve gündemi değiştirmek, göçmen karşıtlığı, beyaz ırk üstünlüğüne desteği artırmak, çevreciler, feminizm ve homoseksüellere karşı tepkilerin yaygınlaşmasını, Avrupa’da AB karşıtı söylem ve edimlerin artmasını sağlamaları olmuştur. 

 

Demokrasilerin pekişmiş olduğu sistemlerde popülist otoriter partilerin başarısı sınırlı kalmakta, Avusturya gibi ülkelerde olduğu gibi birinci siyasal parti olarak seçimlerden çıksalar bile, başbakanlık makamının onlara verilmediğini veya Almanya’da ikinci büyük parti olarak Bundestag’a girmelerine karşın koalisyon hükümetine dahil edilmediklerini görmekteyiz. Orta sağ ve sol partiler etraflarına yangın duvarı misali bir engel örerek aşırı sağcı siyasal partileri iktidardan yalıtmayı öncelemektedirler. Ekonominin durumu, güvenlik, sosyal refah konularında gözle görülür ve olumlu hissedilir gelişmeler olduğunda aşırı partilere olan destek azalmakta, otoriterleşme rizikosu da azalmaktadır. Bu konularda bir bunalım oluşması ve krizin derinleşerek uzaması durumundaysa, sonuç farklı olabilecektir. Ancak, şimdilik böyle bir gelişme burada sayılan örneklerde ortaya çıkmamıştır. 

 

Amerika Birleşik Devletleri pekişmiş demokrasiler içinde bunun önemli bir istisnası görünümündedir. İki partili bir sistem olan ABD’de Cumhuriyetçi Parti’nin daha sağa kayarak aşırı sağ popülist otoriter bir programla seçimlere girmesi ve kazanması ABD için seçimli bir otoriterlik rejimine dönme rizikosunu artırmışa benzemektedir (Levistsky, Steven ve Way, Lucan A., 2025). Başkanlık ve yarı-başkanlık uygulamaları, özellikle çift parti sistemi içeriğinde bir parti sistemine sahipse, kutuplaşma ve ayrışma iki temel partinin daha köktenci sola ve sağa kaymasına neden olabilmekte, o zaman demokrasinin yozlaşarak popülist seçimli otokratik bir rejime dönüşmesi rizikosunu artırmaktadır. Parlamenter ve özellikle çoğulcu parlamenter pekişmiş demokrasilerin bu tür bir rizikosu çok daha azmış gibi görünmektedir. 

 

Pekişmemiş demokrasilerdeyse, melez bir seçimli demokrasi türüne ve bilahare popülist otoriter bir rejime dönüşme rizikosu çok daha yüksektir. Filipinler, Macaristan, Nikaragua, Rusya, Türkiye, Venezula gibi birçok ülkenin Soğuk Savaş sonrası yaşadıkları değişmeler daha önce liberal demokrasi girişimleri içinde olsalar bile bu girişimleri akamete uğratarak otoriterleşmeye doğru yönelmelerine neden olmuşa benzemektedir.

 

Otoriterleşmenin geniş kitleler için sosyo-ekonomik refah ve güvenlik getireceğinin bir kanıtı olmamakla birlikte, özellikle kişiselleşmiş karar almanın yaygınlaştığı, ABD’nde 2025’te gördüğümüz gibi Başkanlık kararlarına dayalı olarak yürütmenin yap-boza, bir ileri bir geri adımlar atılmasına yol açan büyük istikrarsızlık ve ekonomik daralma ürettiği görülmektedir. Liberal demokrasi olarak yönetilen ülkelerin sosyo-ekonomik refahının azaldığını gösteren bir kanıt mevcut değildir (Przeworski ve arkadaşları, 2020). Oysa, otoriter ve totaliter ülkelerde sosyo-ekonomik refah ve özellikle gelir dağılımı bozulmakta, iktisadi kalkınma sekteye uğramaktadır. Demokrasi içinde zaman zaman yükselen popülist otoriterleşme tehdidi, özellikle pekişmiş (consolidated) demokrasilerde, iktidara bu tür partiler gelse bile, sadece koalisyonların küçük ortakları olarak gelebilmekte ve Avusturya örneğinde görüldüğü gibi, koalisyon içinde ılımlılaşmakta ve anayasal çerçevenin pek dışına çıkamamaktadır (König ve Swalve, 2022). Popülist otoriter partilere pekişmiş demokrasilerde iktidarın pek yaramadığı; iktidara gelseler bile kendi propagandalarının bu kez kendi aleyhlerine döndüğüne tanık olunmaktadır (Moral, mert ve Sedashov, Evgeny A., 2021). Aşırı sol popülist partilerin de iktidar ile ilişkileri pek sorunlu olmuşa benzemektedir. İktidara koalisyon içinde de olsa gelebildikleri İspanya veya Yunanistan örneklerinde iktidarda uzun süre kalamadıkları görülmüştür. Demokrasiye tehdit sorunu daha çok Macaristan veya Türkiye’deki gibi pekişmemiş demokrasilerde, popülist aşırı sağ otoriterleşmenin aracı olan siyasal partilerin tek başına büyük çoğunluklarla iktidara gelebildiklerinde yaşanmaktadır (Bugaric, Bojan, 2019; Tepe, Sultan ve Alemdaroğlu, Ayça, 2021). 

 

Sonuç olarak, liberal demokrasinin üçüncü dalgasının sönümlendiği, popülist otokrasi içerikli bir milliyetçi – ırkçı hareketlenmenin en pekişmiş demokrasilerde bile etkili olmaya başladığı bir ortamdayız. Ancak, bundan demokrasileri ciddi olarak etkilenen ülkelerin genellikle parlamenter olmayan başkanlık rejimi içeriğindeki demokrasiler olduğu görülmektedir. Özellikle ABD’nin bu süreçte önemli bir örnek teşkil ettiği görülmektedir. Ancak orada bile yargının, sivil toplum kuruluşlarının ve seçmenin çoğunluğunun bu meydan okuyuşa fazla prim vermediği görülmektedir. 19. yüzyıldan beri liberal demokrasiye saldırıda bulunan etnik milliyetçilik ve devrimci sosyalizm, zaman zaman başarılı olsalar bile, şimdiye kadar her seferinde pekişmiş liberal demokrasi başarıyla bu meydan okumaların üstesinden gelmiştir. Bugün de Batı Avrupa, Kuzey ve Latin Amerika, Doğu Asya’daki pekişmiş demokrasiler için durum hiç de farklıymış gibi durmamaktadır. Ancak, demokrasisi pekişmemiş ve demokrasi yolundan uzağa savrulmuş örnekler için tabii aynı öngörüde bulunmak zordur. 

 

Kaynakça

 

Bugaric, Bojan (2019).  “The two faces of populism: Between authoritarian and

democratic populism,“ German Law Journal, vol.  20: 390–400.

 

Fukuyama, Francis (1996).The End of History and the Last Man (New York, NY: The Free Press).

 

Huntington, Samuel (1991). The Third Wave: Democratization in the Late Twentieth Century, (Norman, Oklohoma: The University of Oklahoma Press).

 

König, Jasmin S. Ve Swalve, Tilko (2023) “Do populist parties in government produce unconstitutional policies? Evidencefrom Austria, 1980–2021,” European Journal of Political Research, vol. 62, no. 3 : 806 – 829.

 

Levitsky, Steven ve Way, Lucan A. (March / April 2025) “The Path to American Authoritarianism: What Comes After Democratic Breakdown,” Foreign Affairs(https://www.foreignaffairs.com/united-states/path-american-authoritarianism-trump?s=EPPAZ005F1&utm_medium=promo_email&utm_source=special_send&utm_campaign=ma25_issue_launch_prospects_a&utm_content=20250226&utm_term=EPPAZ005F1).

 

Moral, Mert ve Shedashov, Evgeny A. (2021) “ The Reversal of Electoral Fortunes: Anti-Elitist Attitudes in the Age of Populism,” (basılmamış Mid-West Political Science Association (MPSA) Konferans bildirisi). 

 

Mounk, Yascha (2018) The People vs. Democracy: Why our Freedom is in Danger and How to Save It (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press). 

 

Przeworski, Adam, Alvarez, Michael E.,  Cheibub, Jose Antonio and Limonghi, Fernando (2000). Democracy and Development: Political Institutions and Well-Being in the World 1950–1990 (Cambridge, New York: Cambridge University Press).

Tepe, Sultan ve Alemdaroğlu, Ayça (2021) “How Authoritarians Win When They Lose,”  Journal of Democracy, vol. 32, no.4: 87 – 101.

Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonomi bölümünden (1973) mezun olduktan sonra Iowa Üniversitesi Siyaset Bilimi programından doktorasını almıştır (1977). Akademik kariyerine İstanbul Üniversitesi’nde başlayan Kalaycıoğlu, bu üniversitenin İktisat Fakültesi’nde 1977-82 arasında doktor asistan olarak, aynı üniversitenin Siyasal Bilimler Fakültesi’nde (1982-84) doçent olarak çalıştı. Iowa ve Minnesota üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan Kalaycıoğlu, 1984-2002 arasında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapmıştır. Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Politikalar Merkezi kıdemli uzmanı ve Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi profesörüdür. Sabancı Üniversitesi’ne katılmadan önce, Kalaycıoğlu 2004-2007 arasında Işık Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmiştir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Değişen Çağın Siyasal Neticeleri Üzerine…

Giriş: Çağ Yine Değişiyor, Ya Toplum ve Siyaset? 1760’tan itibaren kesin kanıtları ayan beyan belli olan, ama belki de...

Avrupa ve Amerika’da Muhafazakârlık Üzerine

Ülkemizde sık sık telaffuz edilen bir kavram muhafazakârlık. Aslında tam ne anlamda kullanıldığı veya kullananların bu kavramın kökenlerine...