Ülkemizde sık sık telaffuz edilen bir kavram muhafazakârlık. Aslında tam ne anlamda kullanıldığı veya kullananların bu kavramın kökenlerine ve siyasal ideolojideki anlamına sadık kalıp kalmadan kullandığı belli olmayan bir kavram muhafazakârlık. Bu kavramın siyasal hayata girişi, insan toplumlarında siyasetin binlerce yılı bulan geçmişi ile karşılaştırıldığında oldukça yeni olduğu düşünülebilir. Bu kavramı ilk kez sistemli olarak kullanan ve bir fikir olarak düzenli olarak savunan Birleşik Krallık Parlamentosu’na Bristol seçim çevresinden 1774’te seçilmiş olan İrlanda asıllı bir politikacı olan Edmund Burke’tür. Jesse Norman’ın 2013’te yayınladığı kitabın adı olan Edmund Burke1: The First Conservative, Burke’ün muhafazakârlıkla ilişkisinin ne olduğunu da aydınlatıyor.
Burke ve onu izleyenler, Manş Denizi’nin karşı kıyısındaki Fransa’da o sıralarda gelişen olaylar ve ayaklanmalarla başlayan Fransız Devrimine ve onun getirdiği kral, kraliçe ve monarşi düzenine karşı, bilhassa aristokratlar başta olmak üzere, yürütülen kıyım ve yıkım sürecine olan tepkilerini dile getirirken muhafazakârlıkla ilgili fikirlerini de ortaya koydular. Burke, Devrim öncesi düzenin kırsal toplum, tarım ekonomisi ve onların oluşturduğu çıkarlara bağlı olduğunu vurgularken bu düzenin uyuşuk (sluggish), durağan (inert) ve ürkek bir içerikte olduğuna vurgu yapmıştır (Robin, C., 2011: 46). Bu düzene karşı çıkan parasal çıkarların, özellikle gelişen sanayi ve ticari çıkarlarının oluşturduğu çirkin ama dinamik ve güçlü meydan okuma karşısında bu statik, zayıf ama güzel düzenin sürmesi mümkün olamamıştır. Ancak, Devrimin ortaya koyduğu dehşet ve şiddete derin bir tiksintiyle birlikte, aşina olunan kurum ve uygulamaların korunması olarak savunulan muhafazakârlığın içeriğini belirlemiştir.
Fransız Jakobenlerinin aristokratların yönetimindeki eski rejimi yıkmak, insan aklına dayanarak ve usa vurarak üretilen denenmemişi denemek, yenilik, ilerleme gibi fikirlerinin, öncelikle büyük bir kıyım ve tahribata yol açarken insanlığa belirsiz ve tehlikeli bir gelecekten başka bir şey verip veremediğini sorgulamıştır Burke. Belirsizlik (uncertainty) ve karşısında bilinen, aşina olunan, bilindik (familiar) gerçek çatışmasında Burke ve onu izleyenler bilindikten yana durmuştur. Bilindik kurumlar, süreçler, uygulamalar onlarca kuşaktır kullanılan, yerleşik, çalışan, işe yarayan, öngörülebilir sonuçlar doğurmuştur. Onları terk ederek, sadece insan aklına uyarak yapılacak değişikliklerin ürettiği öngörülemez gelecekte gezintiye çıkmak tehlike ve hüsranla dolu olacaktır. Mümkün olsa geçmişin belirginliğine ve kesinliğine dönmeyi öneren muhafazakâr düşünürler bir dizi temel değeri vurgulayan bir yaklaşım sergilemişlerdir. Bu değerleri şöyle sıralayabiliriz: Din, özellikle belirgin bir mezhep kimliği, (Birleşik Krallık için Protestanlık), aile, seçkinler (elites) eliyle ve hayatta doğal olarak gördükleri eşitsizliği ortadan kaldırmaya çalışmak yerine hiyerarşik bir toplum düzeninin disiplini içinde şefkatle yönetim.
Muhafazakârlık adeta bir karşı veya reaksiyoner düşünce akımı olarak doğmuştur; köktenci (radikal) değişim, yenilik, devrim, ilerleme ve sol fikirlere tepki olarak kurulan bir düşünce sistemidir. Burada ifade edilen sadece bir kırsal toplumu, üstelik değişim geçirmeyi beceremeyip yavaşlamış bir sosyo-ekonomik yapıyı ayakta tutmaya çabalamaktan ibaret değildir. Burada yitirilen, kaybolan değerli bir şeyleri yeniden canlandırmak, yeniden değerli kılmak veya kısaca restorasyon söz konusudur. Bunun için devrimci yıkıma karşı çıkılmakta, insanın yetenek ve sınırlamalarını kabul ederek, ona göre bir seçkin–kitle ayırımı yaparak, seçkinlerin yönettiği kitlenin ise izlediği, uyumlu bir davranış içinde yaşadığı bir siyasal sistem önerilmektedir.
Burada önerilen aristokrasinin yönetme yetenek ve becerisini yok etmeden, toplumun değişimini devrimle değil, ufak adımlar, mütevazı deneylerle sürdürürken kitlelerin de belirli bir disiplin içinde seçkinlerin (özellikle aristokrasinin) siyasal önderliğini izlemesi ve bundan çıkar sağlamasıdır. 1790’larda Burke’ün savunduğu daha iyi çalışan bir kırsal toplum ve ekonomi düzeninin korunması (muhafazası) olmamıştır. Ancak, Burke buna karşın köktenci ilerlemecilerin, solcuların, Jakobenlerin önerilerinin de daha iyi, veya en azından daha az tehlikeli, bir sonuç doğurmayacağını savunurken, geçmişin bu yeni dünya ortamında yeniden yapılandırılarak ihyasını (restorasyonunu) önermektedir; yoksa geçmişe olduğu gibi geri dönmeyi değil. Burada Burke ve onu izleyenlerin iki iddiası vardır; kırsal toplum, ekonomi ve siyaset eskiden iyi çalışmış ve insanlığa katkıda bulunan değerler, fikirler ve onların uzantısı olan yapılar, kurumlar, eserler ortaya koymuşlardır. İkinci olarak, eğer aynı değerler esas alınırsa, onlardan yeni dünyada türeyen yeni fikirler, yapılar, eserler ortaya koyulabilir. Bunun için devrimlere, insanlar arasında mevcut ve doğal olan eşitsizlikleri ortadan kaldıracak kıyımlara gerek yoktur. Aynı siyasal ve toplumsal güçler bunları yeni dünyada tekrar ortaya koyabileceklerdir. Savaşta gösterdikleri başarıları, aynı güçler eliyle barışta da piyasaların yönetilmesinde de gösterebilirler. Nitekim bu önerilerden hemen sonra hem Birleşik Krallık’ta hem de Atlantik’in batısında ABD’de de muhafazakârlar klasik liberal iktisadi düşüncenin ve serbest piyasanın katıksız savunucuları olmaya başlamıştır.
Avrupa toplumlarının oluşumunda geçirilen evrelerin etkisiyle orada hayata geçen kırsal toplum kökenli muhafazakârlığın temelinde o tarihi mirasın, dolayısıyla ondan süzülüp gelen kültürün de damgası vardır. Norbert Elias’ın The Civilizing Process adlı kitabında gayet ayrıntılı ve kapsamlı olarak anlattığı gibi, ortaçağ Avrupa’sı merkezi devletin mevcut olmadığı veya güçsüz olduğu, feodal lordluklar (beylikler) ve onların orduları arasında süren toprak kazanma savaşlarının dünyasıydı. Bu süreçte lordların birleşerek kurdukları ittifaklarla, aralarından desteklemeye değer buldukları bir lordu, adeta lordların lordu olarak kral seçtikleri bir süreçle merkezi ordular ve devletler kurulmaya başladı. Ancak siyasal iktidar uzun bir süre lordların ellerinde kaldı veya kralla paylaştılar. Kral onlardan alabildiği vergiler ve askeri yardımlarla ayakta kalabildi veya güçlendi, krallığını büyüterek, zamanla imparatorluklar kurabildi. Bu süreçte bir feodal hukuk, siyasal sistem, ilişkiler ağı gelişti ve yerleşti. Lordlar kendi topraklarında topraksız köylüleri karın tokluğuna çalıştırarak üretim yaptılar; kazançlarıyla kaleler, şatolar, kiliseler inşa ettiler. Kendi tercihlerine göre belirli bir din ve mezhep üyesi oldular. Sanatkârları istihdam ederek müzik parçaları bestelettiler, resim ve heykeller yaptırdılar, edebiyat eserleri, tiyatro eserleri yazdırdılar ve nihayet okullar kurdular ve bilimsel çalışmalara destek oldular. Almanya’daki lordların ve prenslerin desteği olmasa Martin Luther’in Roma Katolik Kilisesine karşı açtığı Reformasyon mücadelesi Protestan mezhebinin kurulmasıyla başarıya ulaşabilir miydi acaba? Dinde Refrom ve Rönesans’ın ortaya çıkmasında da Avrupa feodal toplumu ve siyasal yapısının önemli etkileri oldu. On dokuzuncu yüzyılda muhafazakârlık güçlenip siyasal partiler ve demokrasi çağına adım attığında, kırsal toplum dendiğinde topraksız köylü yaşantısı değil de adeta bir din haline getirdiklerini iddia ettikleri tilki yakalayıp öldürmek için yapılan sürek avları referans haline geldi. Köylülerin bu toplumda lordun çiftliğinde üretimde bulunmak, aile kurup çocuk yetiştirerek lorda yeni emek üretmek dışında pek bir rolleri olmamışa benziyor. Siyaseten oluşan sonuç aynı zamanda güçlü bir adem-i merkeziyetçi anlayış ve uygulama olarak Avrupa’da devam etti.
Avrupa muhafazakârlığından farklı olarak, Birleşik Krallık’ta muhafazakârlık monarşinin emperyal gücünün de etkisiyle, merkeziyetçi bir siyasal yapıda aristokratların ekonomik ve siyasal çıkarlarının savunulması, zamanla Torylerin Parlamentodaki gücü ve on dokuzuncu yüzyılda Muhafazakâr Parti vasıtasıyla merkezi hükümet yapılarında etkili olmalarıyla sürdü. Atlantik Okyanusunun karşı yakasında da güçlü bir muhafazakârlık düşüncesi ve siyaseti ABD’de gelişti.
Amerikan Muhafazakârlığı
Bir cumhuriyet olarak kurulan ABD’de (kurulduğu 1780’lerden itibaren) monarşi ve aristokrasinin olmayışı dolayısıyla Birleşik Krallık’tan ayrılan bir muhafazakâr hareket ortaya çıktı. Bu kez muhafazakârlık geçmiş tarım toplumunun kapitalizm öncesi kurum ve uygulamalarına dayalı olarak savunulmadı. Amerikan muhafazakârlığı hem Fransız ama özellikle yirminci yüzyılda Rus Devrimleri ve Sovyetler Birliği’ne duyulan nefret ve tepkilerden beslendi. Ancak, sadece devrimler, ilerleme (progress) konusundaki şüphe, endişe ve reaksiyonlarla, insan usuna dayanan toplumsal deneylerin belirsizliği yerine aşina olunanın korunmasıyla sınırlı kalmadı. Amerikan muhafazakârları eşitsizliği, özellikle ırk ayrımını ve köleliği, onun siyasal sonuçlarından olan Jim Crow hareketini de benimsediler. Sosyal demokratlar ve onların önerdiği sosyal refah devletine de karşı çıkarak tam bir serbest (liberal) piyasa ekonomisi savunusuna sarıldılar. 1930’lardan itibaren Roosevelt’in liberal Demokrat Parti yönetiminin New Deal politikalarına, onu izleyen Great Society (Büyük Toplum) projesine, bireysel haklar (civil rights), özellikle Afrika kökenlilerle eşitlik için yapılan girişimlere, feminizm, kadın-erkek eşitliği, kadınların kendileri ve vücutları hakkında kendi kararlarını vermesi, özellikle kürtaj hakkı ve homoseksüellere çoğunlukla eşit haklar verilmesi (gay rights) fikir ve uygulamalarına da karşı çıktılar (Robin, C, 2011: 42). Amerikan siyasal hayatında muhafazakârlığı aynı zamanda tanımlayan iktisadi olgulara, devletin ve özellikle federal devletin piyasadan olabildiğince çekilmesi eklenmelidir. Hatta köktenci muhafazakârların devletin tamamen ortadan kaldırılması ve sadece piyasanın toplumsal veya kamusal hayatın merkezini işgal etmesi fikrini savundukları bilinmektedir. Amerikan muhafazakârlığı geçmişe nostaljiden çok sol, sosyalizm, sosyal demokrasi, devrim, eşitlik (azınlıkların çoğunlukla aynı haklara sahip olması) karşıtlığı veya reaksiyonerliği olarak tanımlanabilecek bir düşünce sistemidir. Son yıllarda aristokrasi eliyle olmasa bile, varsıl oldukları için bilgileri, yetenekleri ve emekleri yüzünden toplumda tebarüz etmiş kişiler olarak kabul gören Elon Musk, Vivek Ramaswamy, Mark Zuckerburg gibi sermayedarlar tarafından hükümet edilmesini savunmaktadırlar. Böyle bir uygulamanın artık demokrasi mi, yoksa bir tür liberal veya popülist plütokrasi mi olduğu sorgulanmaktadır (Mounk, Y., 2018: 96-98). Ancak, Atlantik Okyanusunun iki yakasındaki muhafazakârlığın ortak özelliği sol düşünce ve devrimlere duydukları büyük tepki ve nefretmiş gibi durmaktadır. İngiliz düşünür Oakshott’un ifade ettiği gibi, muhafazakârlık bir ideoloji olmaktan çok ilerleme, yenilik ve yeni uygulamalara duyulan büyük şüphe ve tepki veren bir karşı-duruştan (disposition) ibaretmiş gibi durmaktadır (Oakshott, M., 1991: 407-408). Kökeninde yenilik, ani ve yıkıcı değişme (devrim) ve sol fikirlere olan tepki olduğundan, sanki bunlar gücünü yitirirlerse, muhafazakârlığın da seviye ve güç kaybedeceği, hatta yok olabilmesi de mümkünmüş gibi duruyor.
Türkiye’de Muhafazakârlık
Türkiye’de ise kırsal toplum ve ekonomi ağırlığını 1970’lere kadar sürdürmesine karşın, ekonomik olarak da hukuken ve siyaseten de güçlü bir lordlar veya beylikler olgusu Osmanlı İmparatorluğu’nda da Türkiye Cumhuriyeti’nde de egemen olmadı. Zaman zaman ayan güç sahibi olsa da Osmanlı merkezinin gazabından ancak kendi gücü oranında kurtulabildi. Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa askeri harekâtla yok edildi, Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa Osmanlı’yı 1838’de yok etmek üzereyken, Birleşik Krallık’ın müdahalesiyle Osmanlı seksen yıl kadar daha ayakta kaldı. Bazı güçlü aileler kurabildikleri ordularla, Osmanlı topraklarının bir kısmını kendi çiftlikleri haline getirmeyi becerdilerse de, bunların, Avrupa’daki feodalitede olduğu gibi hukuken ve siyaseten kabulleri olmadı. Osmanlı İmparatorluğu, bir geleneksel ortaçağ siyasal sistemi olmakla birlikte, her zaman, en güçsüz olduğunda bile merkeziyetçi olmak iddiasını sürdürdü. Adem-i merkeziyetçilik fikri, II. Abdülhamid’in yeğeni Prens Sabahattin tarafından ileri sürüldüğünde düzene başkaldırı olarak görüldü ve hiçbir zaman uygulanmaya bile teşebbüs edilmedi. Meşru otorite her zaman merkezde yer alan hanedanın en önemli ve genellikle en yaşlı erkek üyesi olan padişahta toplandı. O da yönetme yetkisini gelenekten, bir “emperyal soydan (imperial ancestry) gelmek ve gazâ”dan almakta olup, “devletin bekası doğrudan doğruya kurucu Kağan tarafından vazedilmiş törü veya yasa”ya dayandırılmıştı (İnalcık, H., tarihsiz: 51 ve 263). Siyasal iktidarın tamamı hiçbir etkili denetim olmaksızın padişahta toplandığı gibi, hiçbir zaman padişah siyasal iktidarı paylaşmadı ve onu korumak için her türlü çabayı gösterdi. 1876’da yapılan anayasada mevcut olan Meclis bile 1878’den itibaren geçici olarak (otuz yıl) tatil edildi; bu dönemde meşruti monarşi de yine mutlak bir patrimonyal sultanlık olarak yoluna devam etti.

Bu süreçte kırsal toplum ve onun kurumları Avrupa’dakilere benzer bir görüntü çizemedi. Lordların veya beyliklerin şatoları, kaleleri, mimari, müzik, resim, heykel, felsefe, bilim alanlarında ürettikleri ürünler ve eserler olmadı. Osmanlı’nın değişmeyen tarım teknolojisi ile sürdürdüğü üretim, kapitalizme geçememesi ve dolayısıyla dünya ekonomisine olan bağlarının yetersizliği ile küçülen ve yoksullaşan ekonomisine paralel olarak tüm ülke ve özellikle Anadolu taşrası harap oldu.2 Kırsal toplum kaynak kıtlığı, yoksulluk, bir lokma bir hırka ile geçinme ve bu ortamın zihniyet dünyasına ve la-ahlaki bireysellik veya evcillik (amoral individualism/amoral householdism) kültürü üretimi ve yayılmasına sahne oldu (Kalaycıoğlu, E. 2022). Burke ve onu izleyenler Avrupa’nın feodal kırsal toplumunda üretilen kaleler, şatolar, sanat, edebiyat, felsefe, bilime işaret ederken Osmanlı kırsal toplumunda büyük yoksulluk ve onun ürettiği kültür ve Celali İsyanları gibi büyük çatışma ve katliamların ürettiği ortamda bunların benzerlerine işaret edebilmek pek mümkün değildi (Akdağ, M., 2009). Geriye içeriği pek de bilimsel olarak incelenmemiş bulunan çok büyük çoğunluğu eğitimsiz ve okur-yazar dahi olmayan halkın yaşantısına uyarlanmış bir din anlayışı (folk religion) ve zaman zaman aşirete kadar genişleyebilen aile yapısı, tarım ekonomisi ve toplumu kalmış bulunuyordu.

Bu durum Burke ve onun yolundan gidenlerin yaptığı gibi, kırsal toplum ve tarım ekonomisinin performansına dayalı başarı öyküsü olarak sunulabilir miydi? Bu mümkün olmadığı için muhafazakârlık geçmişi performansa pek vurgu yapmadan, adeta Platoncu bir aşkıncı (transcendentalist)3 düşünceyle İslam dininin, özellikle Sünni mezhebin, tartışmasız kabul edilen moral üstünlüğü savına dayalı olarak bir ahlaklı yaşam düzeni olarak takdim etti. Burada tepki duyulan bu kez Batıcılık olarak takdim edilen ussal (rasyonel) düşünce, pozitif bilim, resim, heykel sanatı, seküler yaşam felsefesi oldu. Yeniden inşa ve ihya edilecek olan (restorasyon) Sünni İslam düşüncesi ve yaşantısı, aile, hatta bazen daha da eskilere giden bir ulus bilincine dayalı etnik Türk milliyetçiliği olarak belirdi.
Aristokrasi olmadığı için, Burke ve Avrupa muhafazakârlarının yaptığı gibi, bir aristokrasi tarafından yönetim fikri ortaya çıkmadıysa da, monarşiyle yönetimin hikmetine ve itibarına vurgudan da geri durulmadı. Böylece Cumhuriyet karşıtlığı, adeta Birleşik Krallık’ta olduğu gibi, içerik olarak olmasa da, form olarak Batıcılığın bir unsuru olarak takdim edilerek savunulabildi. İlginç olarak, tarım toplumu ve onun değerlerine olan nostalji, doğa içinde yaşam, çevre duyarlılığı gibi unsurları içermedi. Özellikle toprağını terk edip de kentlere göçen büyük köylü kitlelerinin bu yeni mekânlarını benimsemekten çok onların olanaklarından yararlanmayı hedeflemeleri nedeniyle, kentlerde çevre korunmasından çok çevre erozyonu olgusu öne çıktı. Taşı toprağı altın olarak görülen büyük kentlerin arazilerinin paylaşımı ve çok katlı bina inşaatlarıyla çevre duyarlılığı olmayan bir kentleşme yaşandı. Kentlerde artan nüfusla birlikte yeni bir “biz kimiz?” arayışıyla kırsalda olmayan yeni bir din anlayışı olan bir tür siyasal İslamcı dincilik ve onun yaşam biçimi ile etnik kimliklere ve milliyetçiliklere daha önce görülmedik ölçüde sarılmayı doğurdu. Özellikle 1990’lardan itibaren bunun siyasal sonuçlarını seçmenin zihniyet değişimiyle sağa doğru kayması ve yeniden saflaşmasında gördük (Çarkoğlu, A. ve Kalaycıoğlu, E. 2024). Aynı zamanda kentlerde yeniden tesis edilen patronaj ilişkileri, üretilen toprak rantını bölüşmek üzerinden gelir yaratan ve dağıtan bir içerik kazandı. Siyasal temsilci seçimleri üzerinden seçim desteği karşılığında hizmet (yarar) temini esaslı popülist patronaj mekanizmaları (Sunar, İ. 2004: 121-133) bu kez kentlerde gelişerek Türkiye’de demokrasinin başarısı olarak genel kabul gördü. Ancak bu gelişmelerin demokrasiyi seçim kurumu (sandıksal demokrasi) olarak benimser ve desteklerken hukukun üstünlüğünün tesisi ve hukuk devletinin gelişimine katkıdan çok zararı olduğu da görüldü (Kalaycıoğlu, E. 2001).
Bu aşamada Türkiye’de muhafazakârlık, başarı karnesi çok tartışmalı ve savunulması pek de mümkün olmayan kentsel bir yaşantıda, nostaljik bir kırsal toplum ve patrimonyal içerikli bir monarşik siyaset restorasyonuna, ispatlanmamış bir peşin kabule (imana) dayanan üstün ahlak savına bağlı olarak çağrıda bulunuyor. Bu çağrıda kentsel-kırsal toplumsal uyumsuzlukları, tarım ekonomisi-sanayi ve hizmetler ekonomisi uyumsuzlukları, patrimonyal çevre-taşra ayrımından sadece kültürel kimlik ve değerler ayrışmasına dayalı bir topluma geçmiş olmanın ürettiği karmaşa içinde geçmişe öykünürken karşılaşılabilecek başarısızlıkların nasıl aşılacağı hususları pek yer almıyormuş gibi duruyor. Türkiye’de yeni bir toplum, yeni bir ekonomik hayat, dünya ekonomisiyle çeşitli bağlar ve dördüncü aşamasına ulaşmış olan Sanayi Devriminin ürettiği teknolojilerin etkili olduğu bir yaşam söz konusu. Bu özellikleri dikkate alan ve onlarla uyumlu bir performans gösterecek muhafazakârlık ne anlama gelmektedir? Bu konuda felsefi kökleri yoklamadan ve yeniden tartışmadan, çağın iktisadi, toplumsal ve siyasal gerçekleri ele alınıp muhafazakârlığın kendisini restore etmeden yola çıkmak oldukça sorunlu ve muhtemelen büyük acılara, hüsrana neden olabilecek bir girişimdir. Eğer Türkiye’de muhafazakârlığın başarılı diye addedilebilecek bir geleceği olacaksa, bu muhafazakârlık halihazırda on dokuzuncu veya yirminci yüzyıl muhafazakârlığı olmayacak, bu çağın, günümüzün dünyasının ve toplumunun, siyasetinin muhafazakârlığı olacaktır. Bu üretilmeden yapılacak olan çağrıların, ne derecede etkili olurlarsa olsunlar, başarıları çok şüphelidir. Onun için ülkemizde muhafazakârlık sadece pek de başarı ile bağlantısı kurulmamış ve kentleşmekte olan toplumda ne kadar arzulandığı da belli olmayan bir geçmişin restorasyonunu başarmakla değil, geçmişte mevcut olduğu pek şüpheli olan yeni çağ değerlerine uyumlu bilindik, pragmatik, olgusal gerçeklere dayalı bir içeriği de üretmek yükümlülüğü veya zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu defi kolay olmamakla beraber, eğer başarılabilirse, sadece ülkemize değil, dünyaya da örnek olabilecek bir yenilik olacaktır.
— Kaynakça
- Akdağ, Mustafa (2009) Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası: Celali İsyanları, (İstanbul: Yapı ve Kredi Yayınları).
- Çarkoğlu, Ali ve Kalaycıoğlu, Ersin (2024) Türkiye’de Seçim Dinamikleri: Kırılgan ama Dirençli Bir Süreç? (çev. Mehmet Doğan) (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları).
- Elias, Norbert (2000) The Civilizing Process: Sociogenetic and Psychogenetic Explanations, (çev. Edmund Jephcott, derleyenler Erich Dunning, Johan Goudsblom ve Stephen Mennell), (Oxford: Blackwell Publishers).
- Encyclopedia Britannica, (https://www.britannica.com/biography/Edmund-Burke-British-philosopher-and-statesman)
- İnalcık, Halil (tarihsiz) The Ottoman Empire: Sultan, Society and Economy, (İstanbul: Kronik).
- Kalaycıoğlu, Ersin (Spring, 2001) “Turkish Democracy: Patronage versus Governance” Turkish Studies, vol. 2, no. 1: 54-70.
- Kalaycıoğlu, Ersin (14 Ağustos 2022) “La-ahlaki bireyselliğin yaygın olduğu toplumda siyaset” Politik Yol, (https://www.politikyol.com/la-ahlaki-bireyselligin-yaygin-oldugu-toplumda-siyaset#google_vignette).
- Oakshott, Michael (1991) Rationalism in Politics and Other Essays, (Indianapolis, Liberty Press).
- Robin, Corey (2011) The Reactionary Mind: Conservatism from Edmund Burke to Sarah Palin, (New York, London: Oxford University Press).
- Sunar, İlkay (2004) State, Society and Democracy in Turkey, (İstanbul: Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları).
- The Economist, (25 Mayıs 2013) “What A Burke: The life of a virtuous meritocrat” (https://www.economist.com/books-and-arts/2013/05/25/what-a-burke).
____________________________________
- Burke ilginç fikirleri olan bir siyasal şahsiyettir. Yasama araştırmalarında mütevelli (trustee) rolü oynayan ve bunun mucidi olarak da bilinen bir siyaset adamıdır. 1774’te Bristol’de seçimi kazandığında parlamenterlik (milletvekilliği) üzerine yaptığı konuşma ile de ünlenmiştir: “Seçilen milletvekili, seçmenlerinin isteklerine şaşmaz bir şekilde uyma sözü veren basit bir delege değil, bir temsilci olmalıdır. Seçmenler onun dürüstlüğünü değerlendirme yeteneğine sahiptir ve o onların yerel çıkarlarını gözetmelidir; ama daha da önemlisi, temsil ettiği kişilerin emirleri veya ön talimatlarıyla sınırlanmadan, kendi muhakemesi ve vicdanına göre hareket ederek, tüm ulusun genel iyiliğini hedef almalıdır.” (Encyclopedia Britannica, https://www.britannica.com/biography/Edmund-Burke-British-philosopher-and-statesman). Burke bu iddiasına ek olarak ““Temsilciniz size sadece çalışmasını değil, aynı zamanda muhakemesini de borçludur; ve eğer fikrini sizlerin fikirlerine feda ederse, size hizmet etmek yerine ihanet etmiş olur” (The Economist, 25 Mayıs 2013) savını ileri sürmüştü. Böylece Burke seçmenlerinin fikirlerini pek dikkate almayacağını kendi fikri ve vicdanını rehber edinip ona göre temsilcilik görevini ifa edeceğini ileri sürmüştü. The Economist Dergisi’nin Burke hakkında 25 Mayıs 2013’te yayınladığı bir makalenin son satırında yazdığı gibi bu fikirleri yüzünden Burke sadece bir kez seçilebildi. The Economist makalenin sonunda ilginç bir soru ile yazıyı bitiriyordu: “…Ancak daha sonra koltuğunu kaybetti. Nedenini merak ediyor musunuz?” The Economist, “What a Burke?” https://www.economist.com/books-and-arts/2013/05/25/what-a-burke? utm_medium=cpc.adword.pd&utm_source=google&ppccampaignID=18151738051&ppcadID=&utm_campaign=a.22brand_ pmax&utm_content=conversion.direct-response.anonymous&gad_source=1&gclid=Cj0KCQiAu8W6BhC-ARIsACEQoDAzoMERaYew1PuphE3LtPRldjTcMK3zxuvan98d0j5OcAohy9-PU5UaAqP6EALw_wcB&gclsrc=aw.ds). ↩︎
- Ziya Paşa’nın ünlü terkibi bendinde Avrupa ile yaptığı karşılaştırmanın kendisinde bıraktığı izlenimi görmekteyiz: “…Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm. Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm…” (Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik bozulması için bakınız Akdağ, M. 2009). ↩︎
- Platon’un Devlet (Republic) adlı eserindeki temel savlarından birisi gerçeğin içinde yaşadığımız fiziki dünyada yapılacak gözlemlerle anlaşılamayacağı, bilinemeyeceğidir. Doxa diye tabir ettiği içinde yaşadığımız dünya ve evren sürekli olarak değişmektedir. Bu dünyaya gelen her şey bozulur, yozlaşır, çürür (decay). Platon’a göre değişim sadece bozulmadan (decadence) ibarettir; her doğan ölüme doğru koşmaktadır. Oysa sürekli değişime uğramayan bir başka evren ve dünyada ki, buna Platon “idealar alemi” adını vermektedir, her türlü varlık ve nesne değişmeden ve bozulmadan, mükemmelen varlığını sürdürür. Ancak, bu idealar aleminin varlık ve nesnelerini biz faniler görüp anlayamayız. Biz faniler adeta bir mağarada yaşayan, gün ışığına çıplak gözle bakamayacak durumda olan yaratıklarız. Doxa’da mevcut olan bizler ancak mağara içindeki idealar aleminin yansımalarını, gölgeler olarak görüp onları gözlemleyebiliyoruz. Bu gözlemlerden de gerçeğe ulaşılamaz. Gerçeği o mükemmel değişmez idealar aleminde görmek için felsefe konusunda derin bilgiye sahip olmak, filozof olmak şarttır. Ancak, filozof gerçek devlet, siyaset, adalet, hak, özgürlük v.b. nedir idealar aleminde gezinerek görür anlar ve bilir. O bize bunları aktarıp mükemmele en yakın olan bu varlıkları bu dünyada kurulmasını sağlayabilir. Tabii onlar yine bu dünyada bozulup çürüyeceklerdir, ama o arada geçen zamanda insanlar mutluluk içinde yaşayabilirler. Bu savda dikkat edilecek olan temel husus, bu savın yanlışlanmasının mümkün olmamasıdır. Filozof (yetke, otorite) buyuruyorsa, o zaman bunu biz doğru olarak kabul edip inanacağız, yahut ona iman edeceğiz. Bu durumda filozofların krallar olarak bizi yönetmeleri adil bir siyaset uygulamasına yol açacaktır. Ancak, işler iyi gitmez de devlet iyi işlemez, adaletsizlik, açlık, yoksunluk, suç işleme sıklığı artarsa bunun sorumlusu filozof krallar olmayacaktır. Onlar mükemmel gerçek bilgisine erişmiş bilgeliktedir. Onların dediklerini yapıp uygulayanlar sorumludur. Bu düşünce sisteminde hükümetlerin performansı (başarı veya çalışması) belirleyici olmadığı gibi aranan bir nitelikte de değildir. Onun için yüksek bir ahlaki düzeni uygulamak fikrine dayalı olarak geride (tarihte) kalanın restorasyonu hedeflendiğinde ortaya çıkabilecek olumsuzluklar ve hatta felaketlerin nedeni yüksek ahlaki düzen olmayıp, dünyevi etkenler, beceriksizlikler, hatalar veya hainlikte aranır. Artık muhafazakârlık ideolojisiyle siyasal sistemin çalışmasının bağı tamamen koparılmıştır. Bu Türkiye’deki muhafazakârlık zihniyetinin temel tanımlayıcı unsurlarındanmış gibi durmaktadır.
Oysa Avrupa ve ABD muhafazakârlığında temel sav geçmişten aktarılan kurum ve değerlerin yeniden ihyası ile hükümet daha verimli, etkili ve sosyal refah temininde daha başarılı olacaktır. Denenmiş, bilindik kurum, yapı ve süreçlerin uygulanmaları makul ve pragmatik sonuçlara yol açacak, insanlara özgürlük ve refah temin edecektir. Burada vurgu siyasetin performansına veya başarısınadır. Çalışmazsa bu süreç yanlışlanabilir, terk edilebilir, yerine başka pragmatic uygulamalar hayata geçirilebilir. Bu geçmişin ihyasıyla (restorasyonu) veya bugüne uyarlanmasının getireceği başarı vurgusu karşısında yüksek ahlaki düzenin mükemmelliği dolayısıyla eskinin olduğu gibi yeniden yaşanması vurgusu farkı, Avrupa ve Kuzey Amerika muhafazakârlığı ile Türkiye’deki muhafazakârlığın da farkı olarak tebarüz ediyor. ↩︎