Modern milliyetçilik, zamanla siyasal ve kültürel sınırları aşarak dünyevi bir inanç sistemine dönüşmüştür; Tanrı’nın yerini millet, kutsal metinlerin yerini ise ulusal anlatılar almıştır. Bu dönüşüm, milliyetçiliğin seküler bir teolojiye evrilmesini de beraberinde getirmiştir. Carl Schmitt’in ifadesiyle, modern devlet kuramında karşılaşılan temel kavramlar, sekülerleştirilmiş teolojik formlardır; siyasal alanın rasyonel ve dünyevi dili, aslında teolojik bir mirasın dünyevi suretidir.
Ulus-devlet, teknik bir yönetim aygıtı olmaktan öte, kutsallık atfedilen bir cemaat tahayyülünü içinde barındıran bir varlık biçimidir. “Millet” kavramı, Tanrı’nın yerine geçerek aşkın bir birlik duygusu yaratır; “vatan” ise seküler bir Vaadedilmiş Toprak imgesine dönüşür. Milliyetçiliğin kurucu mitleri-atalar, zaferler, travmalar ve düşman figürleri – modern bireyin anlam haritasını, seküler bir inanç sistemi temelinde biçimlendirir.
Bu kutsallık yapısı Avrupa ile sınırlı kalmayıp, ideolojik ihraç mekanizmaları yoluyla küresel düzeye taşınmıştır. Bayraklar modern çağın haçlarına, sınırlar ise dünyevi ayetlere dönüşmüştür. Milliyetçiliğin bu seküler kutsallığı, hem bireyin varoluşsal konumlanışını hem de devletin ontolojik formunu belirler. Tanrı’nın sessizliğinde, milliyetçilik konuşur. Siyonizm ise, bu teolojik kodların Yahudi tarihsel bilinci içerisinde dönüştürülerek yeniden üretildiği özel bir varyant olarak karşımıza çıkar.
Siyonizm, 19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da yükselen antisemitizme karşı bir ulusal kurtuluş tahayyülü olarak doğmuştur. Theodor Herzl’in öncülüğündeki bu hareket, yüzeyde seküler bir karakter taşısa da Tanrı’yı dışlamamış, onu siyasal yapı içine gömerek işlevselleştirmiştir. Yahudileri teolojik bir cemaatten tarihsel bir ulusa dönüştürmeyi hedefleyen bu ideoloji, “kutsal topraklara dönüş” mitini merkezine alır. Bu mit, hem kadim dini anlatılara hem de Romantik milliyetçiliğin toprakla kurduğu metafizik bağa yaslanır.
Tarihten mahrum bırakılmış bir inanç mekânla telafi edilirken, mekânsızlaştırılmış bir halk da tarihi bir telafi aracıyla donatılır. Siyonizm, bu çift yönlü yoksunluğun ideolojik yoğunlaşmasıdır: bir devlet kurma iradesinden çok, tarihe yazılmış bir kaderin gerçekleştirilmesi olarak şekillenir. Ancak bu tarihsel irade, ötekinin silinmesi pahasına yürütülür; Yahudi diasporasının sonu olarak tahayyül edilen her adım, Filistinlilerin sürgününün başlangıcına tekabül eder.
Batı milliyetçilikleri ile Siyonizm arasında çarpıcı mitolojik paralellikler vardır. Her iki yapı da “doğal millet” mitini, kan, dil, toprak ve tarih bütünlüğü içinde, homojen bir kimlik inşasıyla üretir. Bu kimlik, kolektif travmalarla ve idealize edilmiş kahraman figürleriyle beslenir. Siyonist anlatıda bu figürler Davut ile Herzl’de vücut bulurken, Batı uluslarında Jeanne d’Arc, Garibaldi ya da Bismarck benzeri liderler benzer işlevler üstlenir.
Her ulus, kendi tarihini kutsal bir metin gibi yazar; her lider, seküler bir peygamberin karizmasıyla donatılır. Bu mit üretim süreci, tarihsel gerçekliği dönüştürerek siyasal sadakati metafizik bir bağlılığa dönüştürür. Bu nedenle milliyetçilik, bir aidiyet biçimi inşa etmenin yanı sıra, dışlama, silme ve düşmanlaştırma mekanizması olarak da işler. İnanç, Tanrı temelinden uzaklaştırılarak düşman imgesi üzerinden yeniden tanımlanır; bu düşman figürü, hem dışsal hem de içsel ötekiliği biçimlendiren bir merkez hâline gelir.
Siyonizm’in Filistin politikasını belirleyen strateji, sıradan bir göç hareketi değil; sistematik bir sömürgeleştirme pratiğidir. “Halksız toprak, topraksız halk” söylemi, yerli halkın varlığını görünmez kılan ideolojik bir örtüdür. Bu yaklaşım, Batı’nın Afrika ve Asya’daki sömürgeci pratikleriyle birebir örtüşür. Avrupa ulus-devletleri dışarıya yönelik fetihlerle güçlenirken, Siyonizm bu sömürgeci enerjiyi içselleştirip bir “kurtuluş” söylemine dönüştürmüştür. İşgal önce sessizlikle, sonra meşrulaştırıcı bir anlatıyla gelir. Filistin, coğrafi ve teolojik olarak boşluklaştırılmış; buradaki halk ise ya yok sayılmış ya da tarihsizleştirilmiştir. Böylece Batı’nın “medenileştirme misyonu” ile Siyonizm’in “geri dönüş” miti arasında yapısal bir devamlılık kurulmuştur. İşgal, yalnızca toprağı değil, aynı zamanda hafızayı ve geleceği de gasp eder.
Siyonizm, teolojik çerçeveyi seküler söylemlerle yeniden kurar. Tanrı doğrudan siyasetin aktörü yapılmaz; fakat onun işlevi, modern devlet mimarisi içinde sembolik düzeyde yeniden üstlenilir. İsrail, kendisini bir ulus-devletin ötesinde, Yahudi halkının tarihsel misyonunun taşıyıcısı olarak konumlandırır. Kudüs’ün “bölünemez başkent” ilanı, diplomatik bir karardan çok, eskatolojik bir iddianın sembolüdür. Devlet modern zamanların mabedine, bayrak kutsal örtüsüne, ordu ise seküler rahiplere dönüşür. Böylece milliyetçilik, Tanrı’nın boşluğunu devletle dolduran yeni bir inanç rejimine evrilir. Sınırlar, dua gibi kutsanır; vatandaşlık ise metafizik bir sadakat beyanına dönüşür. Sekülerlik bu bağlamda tarafsızlık değil, yeni bir kutsallığın dünyevi suretidir.
Batı, antisemitizmle yüzleşmek yerine, bu tarihsel suçluluğunu Siyonizm’e verdiği destekle telafi etme yoluna gitmiştir. Ancak bu destek, Filistinlilerin haklarının sistematik biçimde görmezden gelinmesine eşlik etmiştir. Ukrayna direnişi “kahramanlık” olarak kutsanırken, Filistin direnişi “terör” söylemiyle mahkûm edilir. Adalet coğrafyaya göre değişiyorsa, artık evrensel bir ilke değil; ayrıcalıklı aktörlerin çıkarlarına göre işleyen bir imtiyazdır. Batı medyasında İsrail’in ablukası “meşru müdafaa” olarak sunulurken, benzer eylemler başka coğrafyalarda “zulüm” olarak damgalanır. Bu çifte standart, siyasal bir tutarsızlık olduğu kadar, derin bir ahlaki iflasın da göstergesidir.
Siyonizm’e tanınan bu ayrıcalık, giderek epistemolojik bir üstünlüğe dönüşmüş; hakikatin tanımı, adaletin değil, iktidarın tasarrufuna bırakılmıştır. Bu bağlamda Siyonizm, Batı milliyetçiliğinin hem sürekliliğini hem de iç çelişkilerini temsil eder. Bu ideolojiyi yalnızca İsrail bağlamında değil, Batı’nın teolojik-siyasal tahayyül dünyası içinde tarihsel bir uzantı olarak konumlandırmak gerekir. Siyonizm eleştirisi, antisemitizmin bir uzantısı değil; bu ideolojinin sömürgeci, dışlayıcı ve teolojik boyutlarının akılcı bir düzlemde tartışılmasıdır.
Milliyetçilik, Tanrı’nın çekildiği alanda ortaya çıkan ve bu boşluğu iktidarla dolduran bir inanç formudur. Gerçek barış, yalnızca siyasal eylemle değil; aynı zamanda ideolojik arınmayla mümkündür. Siyonizm’in aynasında beliren, Batı’nın bastırılmış yüzüdür: işgalin ahlaki meşruiyeti, mitin siyasal estetiği ve dışlamanın hukuki formudur. Bu nedenle, hem Batı’nın hem de İsrail’in karşıtlarıyla değil, kendi kurucu mitolojileriyle yüzleşmesi gerekir. Çünkü mit sona erdiğinde tarih başlar; ve tarih başladığında, hiçbir iktidar hesap vermekten muaf kalamaz.