Gazze işgali, fiziksel tahribatlarla açıklanamayacak denli derinleşmiştir. İnsani vicdanın aşındığı, ahlâki çöküşün mekâna kazındığı bir eşiğe dönüşmüştür. Gazze artık, yalnızca bir yıkım sahası değildir; değerlerin sembolik olarak çöktüğü, varoluşun kendisinin yara aldığı bir mekândır.Bu dönüşüm, etik olanın içkinliğini imkânsız kılan bir çağın izdüşümü olduğunu gösteriyor bize. Orada ölen, sadece insanlar değil; tanıklığın anlamı, adaletin çağrısı ve insan haklarının evrenselliği iddiasıdır. Her yıkılmış duvarın altında bir beden kadar, bir değerler dizgesi gömülüdür.
Dünya, Gazze karşısında yalnızca susmamıştır; izlemeyi bir etik pozisyon gibi kurgulamıştır. Seyirci olmak, suç ortaklığından çok daha incelikli bir sorumluluk biçimine dönüşmüştür: Zira görüp susmak, görmemekten daha derin bir şiddettir. Bu kayıp, hukukun ötesine taşmış; insanın varlık zemininde açılmış sessiz bir çatlak hâline gelmiştir.İnsan, gördüğünü dile getiremediği anda, var olmakla insan olmak arasında derin bir çatlakta asılı kalır. Esasen burada soru yalındır, fakat dokunduğu yer, düşüncenin en kırılgan boşluğudur.Neden bu kadar sustuk? Ya da bizi susmaya iten itki neydi? Cevap, salt yönetim biçiminde aranmamalı; tükenen insaniyette, dağılmış vicdanda ve inkârın kurumsallaşmış biçiminde saklıdır.
Susan Sontag, “Acıya bakmak hem insanileştirir hem uyuşturur”[1]der; oysa çağımızın bakışı, artık ne insanileştiren ne de uyuşturan bir eylemdir. Gazze’ye yönelen göz, karşı kıyıya geçmekle kalmamış, felaketin üzerine bir seyir terası inşa etmiştir. Görmek, sorumluluk üretmeyen bir konfora dönüşmüş; izlemek, tanıklığın yerini almıştır. Şiddet, bir görüntüye çevrildiğinde, vicdan değil alışkanlık harekete geçer. Ve tam da burada, etik olanla siyasal olan çarpışır: Tanıklık, bir ahlâk biçimidir; fakat tanıklığın estetikleştirilmesi, suçun kolektif koreografisine dönüştürür.Jacques Rancière’in “Görünür olanın sınırlarını kim belirliyor?”[2]sorusu, bu bağlamda kurucu bir sorudur. Gazze, bakışa açık ama anlamaya kapalı kılınmıştır. Görülür ama temsil edilemez. Ve tam da bu temsil edilemezlik, suçun estetikten değil, failin görünmezliğinden beslendiği bir hakikat biçimidir.
Birleşmiş Milletler’in bildirileri, uluslararası anlaşmalar ve diplomatik mutabakatlar; hepsi artık bir tür şairane suskunluk metnine dönüşmüştür. Hukuk, yalnızca normatif değil; sembolik bir çöküş yaşamaktadır. Adorno’nun “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır”[3] sözü hatırlandığında, Gazze bağlamında sorulması gereken, barbarlığın ardından neyin hâlâ yazılabilir olduğudur. Zira burada hukuk, adaleti tesis eden bir dil olmaktan çıkmıştır; şiddeti meşrulaştıran bir retorik formuna dönüşmüştür.
Uluslararası hukuk, Gazze işgaliyle birlikte şiddeti durdurma kapasitesine sahip olmadığını; onu belgelerle tanımlayan, tasnif eden ve dolaylı biçimde normalize eden bir aygıt olduğunu ifşa etmiştir. Uluslarası hukuk artık hukuku, adaleti değil, şiddetin arşivini düzenlemektedir. Ve bilinmeli ki hiçbir rapor, hiçbir belge, yıkılmış bir okulun enkazı altında suskunlaşmış bir çocuğun varlığını kavrayacak bir dile sahip değildir.
Bu eşikte hiçbir yorum artık şu gerçeğin üzerini örtemez: Gazze’de ölüm, Batı devletleri tarafından aynı zamanda istatistik nesnesine indirgenmiştir. “X kişi yaşamını yitirdi” biçimindeki ifadeler, bireysel trajediyi anonim bir veriye dönüştürmüştür; sayı arttıkça, anlam geri çekiliyor. Burda Jean Baudrillard’ın şu sözünü hatırlamakta fayda var: “Gerçek, artık gerçeklikten daha hızlı tüketiliyor.”[4] Modern çağın iktidar biçimleri, yalnızca yaşamı yönetmekle kalmıyor; ölümü de görsel, sayısal ve söylemsel bir tüketim nesnesine çeviriyor. Dolayısıyla Gazzede ölüm, bir son değil; sistemin işleyişine eklenmiş nötr bir veri kümesine dönüşmüştür.
Hiç kuşkusuz, temsil edilemeyen ölüm,siyasal olanın sınırında dolaşacaktır. Gazze’de ölümler temsil edilemediği için değil, temsil edilmeye değer bulunmadığı için susulur. Gazze’nin yıkımı, yalnızca fiziksel değildir; hafızasal bir yıkımdır. Her yıkılan yapı, aynı zamanda bir geçmişin silinmesidir. Halbwachs’ın “kolektif bellek”[5] kavramı burada tersinden işler: Kolektif unutma, kolektif sessizlikle birleşir. Zira unutturulan, yalnızca hatırlanmak istenmeyen değil; asla anlatılmasına izin verilmeyen şeydir.
Ama belleğin direnci vardır. Şiirle, yazıyla, tanıklıkla; her suskunluk, bir etki doğurabilir. Edward Said’in sözünü buraya not düşmeli: “Bellek, en büyük direniş biçimidir.”[6] Gazze’yi unutmak, yalnızca ahlâki bir zaaf değil; bir insanlık yitimidir.Gazze, artık yalnızca politik bir kriz olarak konumlandırılmamalı, etik bir sessizlik rejimidir. Savaş uçaklarından çok açıklamalar, bombalardan çok suskunluklar konuşmaktadır. Vicdan, devletlerarası sistemin bir öznesi olmaktan çıkarak, bir nostaljiye dönüşmüştür.
Ve bu nostaljiden geriye şu soru kalmıştır: Gazze sustuğu için mi dünya sessiz, yoksa dünya sustuğu için mi Gazze hâlâ acı içinde kıvranıyor? Bu soru, yalnızca politik bir tutumun değil; varoluşsal bir bilincin sınanmasıdır. Zira bugün Gazze’ye bakmamak, yarın kendimizi bile tanıyamayacağımız bir karanlığın içinde gözlerimizi yitirmek demektir.
NOTLAR
[1] Sontag Susan,Başkalarının Acısına Bakmak. Çev. Oğuz Akınhay. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2004, s. 117.
[2] Jacques Rancière, Estetik ve Siyaset. Çev. Burak Sina Şener. İstanbul: Delil Yayıncılık, 2010, s. 23.
[3] Theodor W Adorno, Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi Üzerine Seçme Yazılar. Çev. N. Seden Gürel. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 36.
[4] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon. Çev. Oğuz Adanır. Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2003, s. 18.
[5] Maurice Halbwachs, Kolektif Bellek. Çev. Burak Sina Şener. İstanbul: Heretik Yayıncılık, 2020, s. 45–46.
[6] Edward W Said, Sürgün Üzerine Düşünceler. Çev. Hüseyin Yılmaz. İstanbul: Metis Yayınları, 2007, s. 192.