Ülkemizde giderek artan bir merkezileşme, adeta siyasal sistemin bir hiper merkeziyetçi niteliğe bürünmesiyle birlikte süren bir dizi seçilmiş belediye başkanı ve onunla çalışan yakın mesai arkadaşlarının, çeşitli gerekçelerle görevden alınıp yerlerine kayyım atanması olaylarını yaşıyoruz. Üstelik aslında tutuklanmalarını gerekli kılacak nedenlerin olmadığı en yetkin ceza hukukçuları tarafından da açıklanmasına karşın, haklarında uzun tutuklama kararları verilerek bir yandan belediyelerin çalışmaları aksatılırken, diğer yandan seçmenin oyu da anlamsız kılınmaktadır. Bu arada yürütme de, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında henüz iddianame oluşturulmamış ve soruşturma sürerken, İmamoğlu’nu suçlu olarak tanımlamakta, örgüt lideri olduğuna vurgu yaparak, gizli olarak sürdürülmesi gereken soruşturma hakkında çeşitli açıklamalarda bulunmaktadır. Tüm bunlara ek olarak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin grup toplantısında, belediye yönetimlerinin yozlaştığını savunarak büyükşehir, ilçe, şehir belediyeleri, il özel idare sisteminde kapsamlı değişiklik önerdi[1]. Belediyelerin yetkilerinin bir kısmının merkezi yönetime alınmasını ve mali denetimin artırılmasını öneren açıklamalarda da bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, adeta 1984’ten beri süregelen ve anayasanın 127. maddesinde tanımlanmış olan “mahalli idarelerin kuruluş, görev ve yetkilerinin yerinden yönetim ilkelerine göre düzenlenmesi” çalışmalarını da ortadan kaldıracak önerilerde bulundu. 2017’de halk oylamasıyla yapılan değişiklikler sonrasında geçtiğimiz sultanizm rejiminin merkeziyetçi kişisel yönetim karakteri artık yerel yönetimlerin tamamen merkezin vesayeti altına girmesini zorunlu mu kılıyor? diye sormadan edemiyoruz. Bu koşullarda ülkemizde, anayasaya karşın, yerel yönetimler adeta merkezi yönetimin şubelerine mi dönüştürülmek isteniyor?
Yerel Yönetime Gerek Var mı?
2018 Haziran’ından beri uygulamakta olduğumuz neo-ptrimonyal sultanizm rejiminin temel özelliği yürütmeyi bir tek kişinin şahsi takdiriyle aldığı siyasal kararlardan ibaret hale getirmesidir[2]. Bu rejim her uygulandığı ülkede siyasal partilerle mücehhez olarak da çalışmamaktadır. Ancak, bir çok sultanizm rejiminde olduğu gibi bizdeki sultanizm rejiminde de siyasal partiler ve çok partili seçimler de mevcut olduğu için, yasama organındaki en büyük grubu olan siyasal partilerin lideri de yürütmeyi elinde bulunduran Cumhurbaşkanı olduğundan, yasama da sıkı parti disiplini altında Cumhurbaşkanı’nın şahsi takdirine göre alınan kararların bir onay mercii, adeta bir süper noter olarak çalışmaktadır. Yargı da, özellikle Cumhurbaşkanı’na bir sekreter / memur olarak bağlı olarak atanan ve görev yapan Adalet Bakanı’nın ve yardımcısının özellikle etkili olduğu Hakim ve Savcılar Kurulu (HSK) aracılığıyla yürütmenin etkisi altında şekillenip çalıştığından tam bir kuvvetler birliği tesis olunmuş bulunuyor[3]. Merkezi yönetimin bu tek kişinin vesayeti altındaki yapısal konumu da dikkate alındığında, merkezi yönetimin anayasanın 127. maddesinde de zikredilen vesayet sistemi dolayısıyla bir mutlak yönetim ve denetim mekanizması halinde çalışmaya yönelmesini belki sistemin doğal sonucu olarak görmek gerekiyor.
Oysa Türkiye müthiş bir kentleşme süreci yaşamış, adeta bir göç dalgası, hatta tsunamisiyle kırsal nüfus, özellikle 1970’lerden 2010’ların sonuna kadar büyük kentlere yığılmıştır (Tablo 1). Bu gelişmeler karşısında önce 1960’larda belediye başkanları ve meclislerinin demokratik olma ve yerellik özellikleri güçlendirilmeye çalışılarak kentlerde seçimle işbaşına gelen belediye başkanlıkları ihdas edilmiştir. Sonra da 1984’te çıkan 3030 sayılı yasa ve daha yakın tarihli çıkan yasalarla Büyük Şehir yönetimleri önce 14 adet, 2014 sonrasında da 30 adet olarak kurulmuştur. Üstelik 2014’te büyük şehir belediyelerinin görev alanları genişletilerek içinde bulundukları ilin tamamında yetkili kılınmış, Tablo 1’de de görüleceği gibi kırsal nüfus köyden mahalleye çevrilen yerleşim yerleriyle belediyenin yetki alanına dahil edilmişlerdi. Bu güçlendirme bizzat Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) eliyle, daha önce başlatılmış olsa bile sürdürülmüştü. Nitekim 2003 – 2005 arasında AKP iktidarı yerel yönetimleri
Türkiye Nüfus İstatistikleri (1950 – 2024)
Yıllar> | 1950 | 1960 | 1970 | 1980 | 1990 | 2000 | 2011 | 2018 | 2024 |
Toplam Nüfus |
20,947,188 |
27,754,820 |
35,605,176 |
44,736,957 |
56,473,035 |
67,803,927 |
74,724,269 |
82,003,882 |
85,664,944 |
Kent |
5,244,337 |
8,859,731 |
13,691,101 |
19,645,007 |
33,326,351 |
44,006,274 |
57.385.706 |
75,689,583 |
89,011,058 |
Yüzde Kent |
25,0% |
31,9% |
38,5% |
43,9% |
59.0% |
64,9% |
76,8% |
92,3% |
93,4% |
Kır Nüfusu |
15,702,851 |
18,895,089 |
21,914,075 |
25,091,950 |
23,146,684 |
23,797,653 |
17.338.563 |
6,314,299 |
5,653,886 |
Yüzde Kır |
75,0% |
68,1% |
61,5% |
56,1% |
41.0% |
35,1% |
23,2% |
%7,7% |
6,6% |
Kaynak: T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) ,http://www.tuik.gov.tr/ VeriBilgi.do?tb_id=39&ust_id=11), and http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=10736 ve http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=30709. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Adrese-Dayali-Nufus-Kayit-Sistemi-Sonuclari-2024-53783.
güçlendirmek ve özerkleştirmek için Avrupa Birliği (AB) yerel yönetimler uygulamasını da referans alarak yeni bir mevzuat geliştirmeye yönelmişti. Merkezi idare ile il yönetimi arasında bölge kalkınma ajansları kurulması da AKP iktidarları eliyle yapılmış değişikliklerdendi. Bu değişiklikler sırasında AB standartları kadar, kentlerde çeşitli sorunlarla boğuşmakta olan ve sayıları her gün artan kırsal göçmenlerin sorunlarını, istek, dilek ve taleplerini de tatmin edecek bir katılımcı ve kapsayıcı (inclusive) yaklaşım geliştirilmeye çalışılmıştı. 2002 – 2007 arasında AB’ne, Kopenhag Kriterlerine göre bir demokrasiye, Maastricht Kriterlerine göre bir ekonomiye yönelmiş olan AKP iktidarı, demokratik bir muhafazakar parti olarak demokrasiyi güçlendirmek ve hukukun üstünlüğünü sağlamakta bir araç olabilecek olan yerel yönetim düzenlemelerine yönelmişti. Zaten Tablo 1 incelendiğinde görülebileceği gibi kent nüfusundaki büyük artış artık merkezden yönetilebilen birkaç yüzbinlik bir – iki kent yerine nüfusları milyonları aşan 14 kent ve beşyüzbini aşan 16 kentten oluşan bir toplum ortaya çıkarmıştı. Bu manzara karşısında yerel yönetimleri güçlendirerek seçmenin yakından izleyebileceği ve etkileyebileceği, hakça, tarafsız, şeffaf ve adil bir yönetim biçimini hedeflemek çekici bir görüntü arzetmekteydi. Yerel yönetimler belediye hizmetlerini sunmaktan altyapı geliştirmeye, çevre korumadan halk sağlığını yönetmeye ve vatandaşın haklarını, yaşam standardını ve isteklerini yansıtmayı sağlayan bir katılma olanağı sunan sistemlere dönüştürülmeye çalışılmıştı. Bu toplumsal yapı ve kurulan yönetim sistemi göz önüne alındığında yerel yönetimler gerek insan gerek mali kaynak donanımları yeterli olabilirse, birçok hizmeti merkez yönetimi daha fark edemeden fark ederek daha hızlı, daha ucuz, daha kaliteli ve şeffaf olarak yapabilecekti. Burada her zaman şeffaf ve etkili bir seçmen (halk) – yerel yönetim etkileşimi söz konusu olabilecekti. Seçmen kendi sokağında, caddesinde, parkında, konutu çevresinde, iş yerinde ortaya çıkan gereksinimleri kolayca algılayabilecek, yerel yönetime talep, şikayet, istek olarak iletebilecek, onların aldığı kararları ve uygulamalarını izleyebilecek ve tepki verebilecekti. Bunun ne kadar kapsayıcı (inclusive) bir ilişki olduğunu düşünmek kolaydır. Seçmen ile temsilcisi belediye başkanı veya belediye mecllisi üyeleri aynı mekanı hergün ve hatta her saat paylaşmakta, sık sık yolları kesişebilmekte, her an fikir ve görüş teatisinde bulunabilme imkanına sahip olabilmektedir. Yerel yönetimin yerelliği onun halka yakın ve hatta iç içe olmasını sağlamaktadır. Bu da siyasal katılma, yani seçmenin talep ve isteklerini yansıtarak siyasal kararların içeriğini belirlemeye etkisi, temsil, yani seçilmesinde etken olduğu siyaset erbabı aracılığıyla alınan siyasal kararları etkileyerek, onların aldıkları siyasal kararlar sayesinde demokrasinin hayata geçirilmesine yol açmaktadır. Bu ortamda yerel çevrede demokrasi kolayca kapsayıcı bir ilişki haline gelerek bir yaşantı biçimine dönüşecektir. Bunun sonucunda yerel siyaset, aynı zamanda demokrasiyi yaşayarak öğrenme uygulaması olmaktadır.
Ancak unutulmamalıdır ki yerel yönetim ülkenin siyasal sisteminin bir parçası veya alt sistemidir. Üstelik merkezi yönetim ile yerel yönetim arasında bir hiyerarşi de söz konusudur. Ancak merkezi ve yerel yönetim arasındaki idari bütünlük (integrity) ve özerklik ilkeleri temelindeki ilişkiler bu hiyerarşik ilişkinin içeriğini de belirler. Bu ilişkinin içeriği ülkenin siyasal kültürü, siyasal rejiminin yapısı ve içeriği, ülkenin insan, mali ve doğal kaynaklarının durumuna göre saptanır. Merkezi yönetim ülkedeki yaşayan herkesin, özellikle demokrasilerde eşit fırsat, kaynak ve olanaklardan yararlanmasını gözetmek durumundadır. Onun için görece varsıl olan yerel yönetimlerden bazı kaynak ve olanakların istihraç edilerek (extraction) görece yoksul olanlara tahsisine çalışmak için gerekli düzenlemelerin yapılması olağandır. Ancak, bunun ötesinde bir kaynak, sorumluluk, yetki ve görev alanı sınırlandırılması, özellikle demokratik adem-i merkeziyetçi uygulamalarda, yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesinde merkezi ve yerel yönetimler arasında sorun ve sürtüşme yaratmaya eğilimlidir.
Demokrasiden uzaklaşıldıkça merkezileşme artmakta, merkezin yerel yöentim üzerindeki vesayeti güçlenmekte, yerel yönetimlerin yetki ve görev alanlarının kısıtlanmasına yönelme eğilimleri de artmaktadır. Türkiye’de yakın zamanda yaşanmakta olan gelişmelerin bir kısmı ülkenin sultanizm rejiminin özellikle sosyo-ekonomik refah temininde sorunlar yaşamasından, bu arada giderek artan oranda muhalefeti baskılamasından ve çeşitli yasaklara başvurulmasından ve özetle otoriterleşen bir içerik kazanmasından kaynaklanıyormuş gibi görünüyor. Buna ek olarak İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun başarılı bir yönetim göstererek 2024 yılında artan bir oy desteği ile yeniden seçilmesi ve giderek ülke çapında popülerleşmesinin yarattığı Cumhurbaşkanlığı seçimi için adaylık ve yarışmaya yönelmesinin de etkisi olmuş gibi duruyor. İmamoğlu’nun sadece Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve ona yakın muhalefetten değil, Halkların Eşitlik ve Demokrasi (DEM) Partisi seçmeninden de oy desteği almasının da bu süreci daha da keskinleştirdiği anlaşılmaktadır. AKP ve Cumhur İttifakı’nın DEM Partisi’ni hızla kendisine yakınlaştırırken, CHP’li belediyelerdeki CHP – DEM Partisi ilişkilerini suç / terör olarak tanımlayarak akamete uğratma girişimleri de ayrıca, merkezi – yerel yönetim ilişkilerini germiş ve çatışma zeminine sürüklemiş gibi duruyor.
Burada ayrıca ciddi siyasal etik sorunları da söz konusu olmuştur. AKP ve Cumhur İttifakı partileri ve başkanları hem DEM Parti hem de PKK lideri hükümlü Öcalan ile ilişki kurarken bir standardın (barış ve terörün sonlandırlması), CHP veya muhalefet DEM Partisi ile ilişki kurarken başka standardın (terörle ilişki ve suç) söz konusu olması hakça bir görüntü yaratmamıştır. Bu da muhalefetin, iktidarın siyasal saiklerle İBB başta olmak üzere çeşitli belediyelere ve belediye başkanlarına karşı kumpas kurulduğunu iddia ederek, geniş çaplı protestolara başlamasına ve sürdürmesine yol açmıştır.
Bir belediye başkanının merkezi yönetim seçimlerine katılma isteği ve hazırlığı dünyada da Türkiye’de de görülmemiş bir gelişme değildir. Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu tür bir kariyer yolu izleyerek merkezi hükümette yer almıştır. Ancak, AKP ve onun liderliğindeki Cumhur İttifakı hükümetinin oyu ekonomideki ağırlaşan sorunlar yüzünden zora girdiği bir aşamada DEM Partisi ile anlaşmaya çalışarak Anayasayı bir kez daha, belki de toptan değiştirmek için müzakere ettiği bu ortamda merkezi ve yerel yönetim ilişkileri de ayrıca önem kazanmıştır. DEM Partisi’nin 25 – 26 Mayıs toplantısı bildirgesi yeni bazı talepleri ve bunların arasında AB Özerklik Şartı ve Türkiye’nin ona koyduğu çekincenin kaldırılmasını gündeme getirmiştir. Bu aşamada Cumhur İttifakı siyaset kadroları ve seçmenleriyle DEM Partisi siyasal kadrosu ve seçmenlerinin bu taleplerdeki uyumunun nasıl gelişeceği belirsizliğini korumaktadır. Ancak, yerel yönetimlerin merkezi yönetimle ilişkileri, bu arada özerklik gibi hususların da, eğer yeni bir anayasa yapılacaksa, gündeme geleceği anlaşılmaktadır.
Bir yeni anayasada veya anayasa değişikliğinde merkezi – yerel yönetim ilişkilerine doğal olarak yer verilebilir. Ancak, bu ilişkinin içeriği kendi başına, kendine özgü bir husus değildir. Ne tür merkezi – yerel yönetim ilişkileri olacağı, bunların hangi siyasal rejimin bir unsuru olacağı ile doğrudan doğruya ilgilidir. Eğer Türkiye hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti ile uyumlu bir demokrasi (Kopenhag Kriterleriyle uyumlu bir liberal demokrasi) olmaya yönelecekse, o zaman yerinden yönetim ilkesi, adem-i merkeziyet, seçmenin siyasal katılımı, şefaflık, hakkaniyet, eşitlik esaslarını dikkate alan bir geniş yetki ve görev tanımına haiz yerel yönetim söz konusu olabilecektir. Eğer güçlendirilmiş bir sultanizm rejimiyle yola devam etmek için bir anayasa değişikliği olacaksa, o zaman hiper merkeziyetçi bir otoriter rejimde yerel yönetimlerin özerkliği olsa olsa fantezi olacaktır. Anayasada ne yazarsa yazsın, sultanizmde anayasa takiyyesi (constitutional hypocrisy) esas olacağı için, değil özerklik, yerel yönetimin merkezin herhangi bir vesayeti altında olmayan işlevi de olmayacaktır; yasal olarak mevcut olsa bile, ancak yürütme gücünü elinde tutan lider izin verdiği kadar yerel yönetim mümkün olabilecektir.
Sonuç: Nasıl bir Yerel Yönetim?
Eğer ülkemiz liberal demokrasi olma yoluna ve hedefine yönelecek olursa, yerel yönetimler bir demokrasi yaşantısı ve okulu olarak son derecede elzem bir yönetim katmanı olarak işlev göreceğinden, önemli ve değerli bir düzenleme olmaya adaydır. En merkeziyetçi üniter devletler bile, özellikle yoğun ve büyük nüfusun yaşadığı kentleri yönetmek için yerinden yönetim ilkesini esas alarak özerk yerel yönetimler geliştirmiş ve uygulamaya koymuşlardır.
Ancak, hiper merkeziyetçi bir sultanizm rejimi olarak yönetilmeye devam edilecekse, ne merkezde kuvvetlerin ayrılığı, yargının bağımsızlığı, ne de yönetimin alt kademelerinde yerindenlik (subsidiarity) ilkesine göre hizmet üretimi ve dağıtımı söz konusu olabilir. Merkezi yönetim ve onun vesayeti altında bir yerel yönetim yapılanması, yürütme ne kadar izin ve imkan tanırsa o kadar gelişebilecek, etkili ve anlamlı olabilecektir.
Yerel yönetimin mevcudiyeti, yetki ve görev alanı öncelikle bir siyasal rejim konusudur. Ancak siyasal kültürün de bu süreçte bir yeri mevcuttur. Yerel yönetimler seçmen / halkın olduğu kadar siyasetin çeşitli katmanlarında yer alan siyasal kadrolar, seçkinler ve liderlerin tutum ve davranışlarıyla da şekillenecektir. Türkiye’deki siyasal kültür merkeziyetçi bir yapıya alışkın olmakla birlikte, altmış yıldır süren yerel yönetim uygulamasından etkilenmiş bir içeriktedir. Ancak, kendisini yoksul ve yoksun (mahrum) olarak gören, la-ahlaki bireysellik kültürüne sahip geniş kitlelerin tutum ve davranışları kamusal, sofistike ve kollektif bir yerel yönetim ve demokrasi talebine ne kadar yol açacağı belirsizdir.
Türkiye’de liberal demokrasi için etkili ve anlamlı bir yerel yönetim ve onunla uyumlu çalışacak bir merkezi yönetim kesinlikle zorunludur. Sultanizme yönelen bir Türkiye’de yerel yönetim kurulsa ve belirli bir hukuki çerçeveye anayasa ve yasalarda sahip olsa bile, sadece görüntü olarak mevcut olabilecek, merkezin gücü ve vesayeti altında çalışma ve gelişme olanağı bulamayacaktır. Şimdi bu tercih seçmenlerin önüne gelecekmiş gibi duruyor. Onların nasıl bir tercihte bulunacağını da yaşayarak görebileceğiz.
Kaynakça
[1] Sayın, Ayşe (15 Mayıs 2025) “AKP’de belediyelerin yetkileriyle ilgili hangi seçenekler tartışılıyor?” BBC News Türkçe (https://www.bbc.com/turkce/articles/czelp56x298o).
[2] Kalaycıoğlu, Ersin (2021), Halk Yönetimi: Demokrasi ve Popülizm Çatışmasında Dünya, (Ankara: Efil Yayınları): 120 – 121.
[3] Aynı eser: 120.
NOT: Ekopolitik’te bulunan yazılar, yazarının kişisel görüşlerini yansıtmaktadır. Ekopolitik sitesi, içerikte ifade edilen düşünce, yorum ve iddialardan sorumlu değildir.