Netanyahu’nun İran’a dönük stratejisini yalnızca askeri hamleler, diplomatik baskılar ya da güvenlik kaygılarıyla sınırlı bir çerçevede değerlendirmek, bu stratejinin kurucu zeminini görmeyi engeller. Çünkü mesele, yalnızca İran’ın nükleer kapasitesini sınırlamak ya da bölgesel güç dengelerini İsrail lehine yeniden şekillendirmek değildir. Daha derinde, bu stratejiyi yönlendiren esas motivasyon, Yahudi ulus-devlet tahayyülünün karşı karşıya olduğu hem ontolojik hem de sonsal bir krizdir. Netanyahu, bu krizi bir tür varlık meselesi olarak kodlamakta; dolayısıyla İran’a karşı yürüttüğü siyaseti, yalnızca dışsal bir tehdit müdahalesi değil, aynı zamanda içsel bir kutsallık savunusu olarak konumlandırmaktadır.
Çünkü bu siyaset, görünenin aksine bir güvenlik ihtiyacından değil, kırılgan bir kimlik inşasının devamlı teyidine olan derin bir gereksinimden doğmaktadır. Burada tehdit, sınırların dışında değil, anlamın kaybında belirir. İsrail’in varlığı, yalnızca askeri üstünlükle değil, metafizik bir iddianın hâlâ yürürlükte olduğunu göstermekle mümkündür. Bu iddia, dünyevi meşruiyetten çok daha fazlasına dayanır: Bir halkın tarih içinde seçilmiş olduğuna dair sarsılmış ama terk edilmemiş bir inançtır bu.
İsrail devleti, kuruluşundan bu yana teolojik bir boşlukla maluldür. Tanrı’nın sessizliğinde, tarihsel acıların tanıklığında kurulan bu devlet, seküler bir yapıya sahip olsa da içkin bir metafizik ilgiyle şekillenmiştir. Modern dünyanın Tanrısızlığı karşısında İsrail’in varoluşsal zemini çatırdamaktadır. Dolayısıyla mesele, İran’ın nükleer programının rasyonel tehditleri değil; İsrail’in, kutsallığını kaybetmiş bir dünyada hâlâ seçilmişlik iddiasını nasıl sürdürebileceğidir. İşte tam da bu noktada, Netanyahu’nun stratejisi, mesihsiz bir kurtuluş kurgusu olarak belirir: Ne Tanrı’ya ne de Mesih’e dayanan ama yine de kurtuluşu vaat eden seküler bir sonsallık.
Bu boşluk, İsrail’in siyasal tahayyülünde yerini yeni bir tür sembolik merkeze bırakmıştır: Tanrısal yokluğun yerini sürekli tehdit altındaki bir bekâ anlatısı almıştır. Bu anlatı, ulusal belleği organize ederken halkın duygusal varlığını da biçimlendirir. Artık halk, tarihi boyunca uğradığı saldırıların anısıyla değil, gelecekte uğrayabileceği saldırıların gölgesinde biçimlenir. Sürekli teyakkuz hâli, yalnızca bir güvenlik durumu değil, kutsallığın dünyevîleştirilmiş biçimidir.
Bu sonsallık, düşman üretimi üzerinden işler. İran, yalnızca fiziksel bir tehlike değil, aynı zamanda İsrail’in kurucu mitosunu sürekli teyit eden bir ötekidir. Düşmanın varlığı, seçilmişliğin tanığıdır. Netanyahu’nun söyleminde bu düşman, yok edilmesi gereken değil, varlığını sürekli olarak hatırlatması gereken bir figürdür. Çünkü düşmansız bir İsrail tahayyülü, kutsalsız bir İsrail anlamına gelir. Dolayısıyla her saldırı, her gerilim, her çatışma, İsrail’in teolojik meşruiyetini seküler bir düzlemde yeniden üretme aracına dönüşür.
Bu nedenle tehdit, yalnızca dışsal değil, içsel bir ihtiyaca da yanıt verir. Düşman, yıkılması gereken bir tehlike olmaktan çok, kimliği kuran bir aynadır. Bu aynada, kendini görebilmek için düşmanın sürekli olarak var olması gerekir. Her yeni kriz, varlığın sınandığı yeni bir eşiğe dönüşür. Dolayısıyla savaş, yalnızca toprak ya da egemenlik için değil, varoluşun haklılığı için verilir. Bu haklılık ise, düşmanın bakışında parlatılır.
Burada dikkat çekici olan, bu stratejinin geleneksel dindarlıkla ilişkili olmamasıdır. Netanyahu’nun politikası, dindar bir mistisizmden değil, siyasal bir teolojik mühendislikten beslenir. Kutsallık, artık gökten inen bir sözle değil, yeryüzünde inşa edilen bir düzeneğin sonucudur. Kurtuluş, Mesih’in gelişiyle değil, operasyonların sürekliliğiyle ilişkilidir. Ne var ki bu beklenti, doğası gereği sonu olmayan bir ertelenmeye dayanır. Çünkü Mesih gelmezse, kurtuluş hep bir sonraki operasyona, bir sonraki tehdide, bir sonraki İran müdahalesine bırakılacaktır.
Bu erteleme hali, devleti yeni bir tür peygamberlik pozisyonuna yerleştirir. Devlet, geleceği bildirmez ama onu sürekli olarak organize eder. Bu organizasyon, sürekli bir kriz rejimiyle işler: Kriz, ne zaman geleceği bilinmeyen bir felaket değil, her an güncellenen bir varoluş stratejisidir. Böylece devlet, kurtuluşu gerçekleştirmekle değil, onu yönetmekle yükümlü hale gelir. Ve bu yönetim, halkı zamanın sonsuz şimdisine mahkûm eder.
Netanyahu’nun stratejisi, İsrail’in yalnızca fiziksel varlığını değil, metafizik iddiasını da koruma çabasıdır. Bu nedenle de her askeri hareket, yalnızca siyasi değil, aynı zamanda teolojik bir jesttir. Bu jestin öznesi ise bir halk değil, bir tahayyüldür. Mesihsiz bir kurtuluş tahayyülü.
Bu tahayyül, güncel politik söylemin ötesine taşan bir duygulanımsal çerçeve oluşturur. Devletin uygulamaları, yalnızca somut gerçeklikleri değil, duygu rejimlerini de belirler. İsrail’in her saldırısı, yalnızca dışarıya değil, içerideki inançsızlığa da yönelmiştir. Çünkü tehdit yalnızca sınırda değil, inançta, kararlılıkta, bekleyişte gizlidir. Mesihsiz kurtuluş, halkı bir bekleyişten diğerine zincirleyen ve sonunda bu bekleyişin kendisini kutsallaştıran bir döngüdür.