İran’la Türkiye birbirine birçok bakımdan benzeyen ancak özellikle aydın ve siyasi elitlerinin moderniteye ve Batılılaşmaya bakışta temel farklılıkları olan iki ülke. İran’la ilgili son derece yaygın olan yanılsama, Batı karşıtlığının “molla rejimi”yle geldiği yönündeki düşüncedir. Halbuki İran’ın son iki yüzyıllık tarihi, özellikle aydın ve entelektüel düzeyde nevi şahsına münhasır bir modernleşme arayışının izlerini taşırken Batının sömürü ve hegemonya çabalarına karşı mücadelenin tarihidir. Bu bağlamda bakıldığında oldukça benzer yanları içinde barındırmasına ve tarihsel ortak hafızaya ve türdeş toplumsal kodlara rağmen Türkiye, özellikle ilk siyasal ve kültürel düzeyde Batılılaşmayla iç içe olmayı tercih eden bir kültürel evren görünümü veriyor. Bu kültürel evrenin son 23 yılda radikal bir şekilde değiştiğine dair herhangi bir gösterge göremiyoruz. Batılılaşma hikayesi her ne kadar Osmanlının son dönemlerinde yani 19. Yüzyılda böyle başlamamışsa da İmparatorluğun son günleri ve sonrası süreç, Batılılaşmanın kaçınılmaz bir kader olduğuna dair ortak bir kanaatin varlığını hissettirmekte. İstisnalar elbette hariç.
Batılılaşmayla modernleşme arasında bir ayrım gözetmeyen, moderniteye adaptasyon sorununu çözemeyen Osmanlı varisi Türkiye’nin 2. Dünya savaşından sonra NATO’yla bütünleşmesi tesadüf olabilir mi? Batılılaşmanın muhtevası üzerine yeterince kafa yorulmaması ya da “nasıl modernleşeceğiz/modernleşmeliyiz?” sorusuna tatmin edici bir yanıt bulunamaması (belki de bu sorunun bu kalıpta yeterince sorulmamış olması)nın sonuçlarından muzdaribiz şu an. Kendi modernliğini üretebilmek ciddi bir zihinsel uğraş, zihinsel sancı ve emekle mümkün.
Osmanlı İmparatorluğu’nda doğrudan Batıyla karşı karşıya gelen ve onunla savaş halinde olan bir devlet vardı ve siyasal, askeri ve dini elit de devletin arkasında hizalanmıştı. İmparatorluğun yıkılmasıyla birlikte her alanda ciddi bir modernleşme-Batılılaşma yaşanmadan Batılı devletlerle doğrudan bir çatışmaya girmenin beyhudeliğine inanıldı. Yüzyıllar boyu güçlü devlet geleneğiyle yaşamış halk da yeni kurulan Cumhuriyetle birlikte devlete rağmen bir pozisyon almadı. Bazılarına göre Cumhuriyet elitleri de “Batıya rağmen Batılılaşma” politikasını sürdürdüler. İran’da ise Safevilerin yıkılmasından sonra Kaçarlar, Safevîler gibi merkezi bir otorite kurmakta zorlandı. Ordu, modern savaş teknolojilerinden yoksundu ve bürokrasi zayıftı. Bu durum, İran’ın Batılı güçler karşısında askeri ve siyasi olarak etkisiz kalmasına neden oldu. Devletin zayıf düşmesiyle birlikte İran, Batılı ülkelerin yarı sömürgesi haline dönüştü. Batı sömürgeciliğine ve emperyalizme karşı mücadele, tam da bu yüzden siyasal elitin ve ulemanın omuzlarına kaldı.
Sömürgecilik ve İran
Mesele biraz entelektüel tarihle ilgili ama sadece bununla sınırlı değil. Aynı zamanda sömürgecilik döneminde girilen ilişkilerde Batılı ülkelerin sömürüsüne ne ölçüde maruz kalındığı, yer altı ve yerüstü kaynakların ne kadar yağma edildiğiyle de yakından alakalı. Yarı sömürge konumundaki İran’ın tarihinin bir buçuk asır süren emperyalist müdahaleyle karşı karşıya kalmış olması, ülkede hem Batı karşıtlığını hem de onun yerel uzantısı olarak gördükleri Şah rejimine karşı müthiş bir öfke birikimini tetiklemiştir. İran Devrimi, bu birikmiş öfkenin bir ürünüdür.
Kaçar Hanedanı (1796-1925) döneminde İran, merkezi otoritenin zayıflığı, mali krizler ve teknolojik geri kalmışlık nedeniyle dış müdahalelere açık hale geldi. İngiltere ve Rusya, “Büyük Oyun” olarak bilinen stratejik rekabetlerinde İran’ı bir tampon bölge olarak gördüler. İngiltere, özellikle Hindistan’daki sömürge çıkarlarını koruma amacıyla İran’ın ekonomik ve siyasi yapısını kontrol etmeye çalıştı. Bu dönemde, imtiyaz sistemi, İran’ın kaynaklarının yabancılara açılmasında temel bir araç oldu. Kaçar yöneticileri, borçlarını ödemek veya mali sorunlarını çözmek için bu imtiyazları sıklıkla yabancı güçlere verdi.
İngiliz Sömürgeciliği Dönemi
İngiliz sömürgeciliğinin İran’daki en belirgin örneği, petrol kaynaklarının sömürülmesidir. 1901 yılında William Knox D’Arcy’ye verilen imtiyaz, İran’ın büyük bir kısmında petrol arama ve çıkarma hakkı tanıyordu. 1908’de Huzistan bölgesinde petrol bulunmasının ardından, 1909’da Anglo-Persian Oil Company (APOC, daha sonra British Petroleum – BP) kuruldu. Bu şirket, İngiliz hükümetinin desteğiyle İran’da petrol üretimini tekelinde tuttu. İran, petrol gelirlerinden yalnızca %16’lık bir pay alıyordu, bu da adaletsiz bir paylaşım olarak değerlendirildi. APOC, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz donanmasının petrol ihtiyacını karşılamada stratejik bir rol oynadı. Ancak, petrol gelirleri İran’ın altyapı veya sanayi gelişimine değil, büyük ölçüde İngiltere’ye aktarıldı.
İngilizler, İran’ın ticari kaynaklarını kontrol etmek için çeşitli imtiyazlar elde ettiler. 1872’de Baron Julius de Reuter’e verilen Reuter İmtiyazı, İran’ın demiryolları, madenler ve bankacılık gibi sektörlerini kapsıyordu. İç ve dış baskılar nedeniyle iptal edilse de, bu imtiyaz, İran’ın kaynaklarının yabancılara açılmasının erken bir örneğiydi. 1890’da verilen Tütün İmtiyazı ise İran’ın tütün üretimini ve ticaretini İngiliz kontrolüne bırakmayı amaçlıyordu. Bu imtiyaz, 1891-1892 Tütün Protestosu’na yol açtı. İran halkının ve ulemasının öncülük ettiği bu hareket, sömürgeci politikalara karşı ilk kitlesel direnişlerden biri olarak tarihe geçti ve imtiyazın iptaliyle sonuçlandı.
1889’da kurulan Imperial Bank of Persia, İran’ın mali sistemini İngiliz kontrolüne aldı. Banka, para basma, borç verme ve dış ticareti yönetme yetkisine sahipti. Kaçar hükümetinin borçları, bu banka aracılığıyla İngilizlerin denetimine geçti. Bu durum, İran’ın ekonomik bağımsızlığını ciddi şekilde zedeledi ve mali politikalarını yabancı çıkarlara bağımlı hale getirdi. Öte yandan İngiliz malları düşük gümrük vergileriyle İran pazarına girerken, yerel üreticiler yüksek vergilere maruz kaldı. Bu politika, İran’ın yerel sanayisini zayıflattı ve ekonomisini dışa bağımlı hale getirdi. İran’ın limanları ve ticaret yolları, İngilizlerin Hindistan’a olan stratejik çıkarlarına hizmet edecek şekilde düzenlendi.
Yeraltı ve Yerüstü Kaynaklarının Yağmalanması
İngiliz sömürgeciliği, İran’ın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını sistematik bir şekilde sömürdü. Petrol, bu süreçte en önemli kaynaktı. Huzistan’daki petrol sahaları, İngiliz ekonomisi için kritik bir öneme sahipti. Bunun yanı sıra, maden kaynakları (bakır, demir, kömür) araştırıldı ve bazı durumlarda işletildi. Tarımsal ürünler, özellikle pamuk, tütün ve ipek, İngiliz tüccarlar tarafından dış pazarlara yönlendirildi. İngilizlerin finanse ettiği demiryolu ve telgraf hatları gibi altyapı projeleri ise İran’ın yerel ihtiyaçlarından ziyade İngiliz stratejik çıkarlarına hizmet etti.
Dolayısıyla İran’da ABD ve Batılı ülkelere karşı öfke, tarihsel bir arka plana sahiptir. Gelinen noktada elbette o soğuk savaş döneminden kalma anti emperyalizm, yerini Batılı bir yaşam tarzının cazibesine ya da müreffeh ve konforlu bir yaşam talebine bırakıyor. Ancak yine de son İsrail saldırıları karşısında yaşanan kenetlenme, yeri geldiğinde farklı bir müdahale karşıtlığının yükselişine ve ülke içinde yeni bir anti emperyalist dalgaya yol açabileceğini gösteriyor. Bu biraz da İran’daki yönetimin ipleri gevşetmesi ve daha özgürlükçü bir yola girip girmemesiyle yakından ilgili bir durum. İran’ın, böylesine bir kenetlenme durumunun yarattığı sinerjiyi ve bununla birlikte ortaya çıkmış fırsatları değerlendirip değerlendirmeyeceğini göreceğiz. Örneğin sivil-asker ilişkilerinin daha profesyonel bir düzeye çekilmesi, devletin Arap ayaklanmalarıyla birlikte ortaya çıkan militarizasyonunun sivilleşme yönünde yeniden dengelenmesi, yolsuzlukların önüne geçilmesi, reformistlere daha fazla fırsat tanınması ve öneri/eleştirilerinin daha fazla dikkate alınması da dahil bir dizi reform için ortaya çıkmış bu fırsat, heba edilmeyecektir.
Türkiye İçin Birkaç Değini
Türkiye’deki aydınların Batı’ya ve Batılılaşmaya karşı tutumları İran’daki aydın ve entelektüellerden farklıdır. Bu süreçte aydınlar, Batılılaşmayı bir yandan modernleşme ve ilerleme aracı olarak görürken, diğer yandan kültürel kimlik, bağımsızlık ve özgünlük kaygılarıyla eleştirel yaklaşımlar geliştirmiştir. Osmanlı’da Batılılaşma, özellikle 18. yüzyıldan itibaren askeri yenilgiler ve devletin gerilemesiyle bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Aydınların bu sürece yaklaşımı, genellikle pragmatik bir çerçevede şekillense de hakim eğilim, Batılılaşma taraftarlığıdır. Emperyalizm ve sömürgecilik meselesine ise son dönem sosyalist aydınlar hariç neredeyse ya hiç değinilmemiş ya da oldukça sınırlı bir şekilde ele alınmıştır.
Türkiye’de Batılılaşma, seküler ve ulus-devlet eksenli bir proje olarak kurumsallaşırken, İran’da Şii İslam’ın etkisiyle daha çok kültürel ve dini bir dirençle şekillenmiştir. Türkiye’de Batılılaşmaya ilişkin eleştirel söylem çok sonraları 2. Irak Savaşından sonra halkta karşılık bulabilmişken İran’da bu söylem, özellikle 1979 Devrimi’yle dini bir çerçeveye oturmuştur.