Muhafazakarlık Yaratmak Ama Nasıl?

Giriş: Muhafazarlığın Dünü ve Bugünü

On yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi kendisinin egemen kültür olarak gördüğü içeriği bir hayli muğlak “muhafazakar” değerler ve kimlik üzerine kurulu bir gençlik ve toplum yaratmak saikiyle hareket etmektedir. Bunun en açık örneğini eğitim alanında görmekteyiz. Birçok okul türünün yuvadan, ilkokula, orta öğretimden üniversiteye doğru bu muhafazakarlık idealine göre düzenlenmeye çabalanması söz konusu oldu. Yeni bir müfredat da geliştirilerek orta öğretimde uygulanmaya başladı. Bu yaklaşım siyasal geçmişimizde hiç görülmemiş bir gelişme değildir. Üstelik, iktisat tarihçilerimiz, başta Mustafa Akdağ[1] olmak üzere ve iktisadi düşünce tarihi uzmanlarımız, başta Sabri F. Ülgener[2] olmak üzere bu olguyu derinlemesine araştırmışlardır. İktisaden çözülme içinde olduğumuz, gelirin artmadığı, gelir dağılımının bozulduğu, (“geçinir bir dilim ekmekle fakir; Yedi iklimi yiyip doymaz emir”[3]), enflasyonun hayatı yaşanması zor hale getirdiği, işsizliğin ve yozlaşmanın arttığı dönemlerde belirgin bir içe kapanma, şükretme ve azla kifayet ederek bir lokma bir hırkaya razı olarak aile, mahalle, komşuluk kalıbına sıkışarak içinde yer aldığı katmanın veya statünün değişmezliğini kabul ederek yaşamaya çalışılmıştır. Buna bir de dini meşrulaştırma kalıbı veya örüntüsü getirilerek iktisadi çözülmenin değer ve istikrar kazanarak kurumsallaşması sağlanmıştır. Gerek Akdağ, gerek Ülgener’e göre 16. ve 17. yüzyıllarda iyice kök salan iktisadi çözülme 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu iktisaden çöküp, 1880’de moratoryum ilan edene kadar ve hatta sonrasında da sürmüştür.

Bugünkü Türkiye’de de benzer bir görüntü ortaya çıkmışa benziyor. Sabri Ülgener’in “ortaçağlaşma” adını verdiği bir olguya öykünme özelikle AKP’ne yakın medya, basın ve sosyal medyada görülmekte[4]. Bu aynı zamanda bir Osmanlılık, neo-Osmanlılık ve Orta Çağ imparatorluğunun tesamuhuna (grandeur) geri dönerek adeta onu 21. yüzyıl dünyasında yeniden yaratmak olarak da tezahür ediyor. Bunun mümkün olup olmadığı dışında, ortaçağlaşmanın geçmiş yüzyıllarda getirdiği sonuçlar ortadayken, böyle bir adımın anlamlı olup olmadığı da ayrıca açıklamaya muhtaç görünüyor.

Ortaçağlaşma ve İktisadi Çözülme

Ortaçağlaşma veya Orta Çağ toplumu, iktisadı, siyaseti, ahlakı ve zihniyeti içinde donup kalmanın sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisaden çözülmesi olmuştur. Üstelik bu çözülme daha Kanuni döneminde bütün emareleriyle de ortaya çıkmıştır. Ülgener’in Fuzuli’nin Irak ve Bağdat anlatımlarına atıfla anlattığı, Mustafa Akdağ’ın 16. yüzyılın başlarında levend – sekban hareketleri ve 1558 – 1559 öğrenci hareketleri ve ayaklanmalarına atfen gösterdiği ekonomik bozulma[5] ortada Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısı ve konumundan kaynaklanan müthiş bir varlık yokluk sorununa işaret etmekteydi.

Batı Avrupa’daki imparatorluklar, özellikle İspanyol, Portekiz ve Birleşik Krallık başta olmak üzere, Hollanda, Belçika gibi devletler okyanus aşırı keşif seferleri ve istila mücadelelerine girip, bir yandan Amerika kıtası, diğer yandan da Hindistan ve Uzak Doğu’ya seferler düzenlerken, Osmanlı İmparatorluğu bir iç deniz olan Akdeniz etrafındaki varlığını korumanın ötesinde pek bir girişimde bulunmayı hayal veya cesaret edememişe benzemektedir. Büyük deniz seferleri, yeni gemiler, büyük deniz kuvvetleri, büyük toprak parçalarını istila edip sömürge haline getirerek kazanılan kıymetli metaller Avrupa kıtasına gelip sikke olarak basılıp kullanılmaya başlandığında ortaya çıkan para arzı artışı ve yüksek enflasyon Osmanlı’yı da vururken, Osmanlı ekonomisinin buna yanıtı içine kapanmak, kırda tarım ve kentlerde esnaf loncaları içinde eski uygulamalarında pek bir değişikliğe gitmeyerek, eski düzeni korumaya çalışmak olmuştur. Bağdat gibi ticaret yolları üzerinde bulunan kentlerdeki ticaret hacimlerinde büyük düşüşler ortaya çıkarken, bu gelir kaybını telafi edebilecek hiçbir önlem alınmaya da çalışılmamış olması iktisadi çözülmeyi hızlandırmışa benzemektedir. Bu dönemde Avrupa ülkeleri uzun ve tehlikeli deniz yolculuklarını daha hızlı ve güvenli hale getirmek için bilime yatırım yapar, kendi tarım toplumlarındaki feodaliteyi tasfiye edip felsefede aydınlanmanın da etkisiyle liberal düşünce ve emek değer kuramı esaslı kıymet anlayışına ve bunun uygulaması olarak kapitalist piyasaları kurarken, Osmanlı tarım toplumu ve değişmeyen tarım teknolojisi ve kentlerdeki loncalar içinde küçük çaplı zanaatkarlık ve ticaretle yetinmeye devam etmiştir. Dünyada ticaret ve sanayi küreselleşirken, Osmanlı İmparatorluğu yerellik veya bölgesellik özelliğini korumaya devam ederek, önce yavaş yavaş sonra hızla iktisaden çökmeye başlamıştır. Ortaçağlaşma ekonomide ve toplumda bu çöküşün zihniyet ve ahlak değerlerini de ortaya çıkartmıştır. Bu bir yoksullaşma güzellemesi, yoksullukla şükrederek yaşamayı öğrenme biçimi ve biçemine (üslubu) dönüşmüştür. Avrupa imparatorlukları ve devletlerinin varsıllaşma ve bilimselleşmeyi askeri teknoloji ve savaşa uygulamaları sonrasında da 17. yüzyılın sonundan itibaren toprak kaybetmeye, toprak kaybettikçe tarımsal üretimde kullanılan teknoloji sabit olduğundan imparatorluk gelirinin düşmesine ve daha da yoksullaşmaya yönelmesi söz konusu olmuştur. Ancak, bu yoksullaşma süreci çok geniş kitlelerin adeta bir sonraki yemeği yiyip yiyemeyeceklerini düşünmelerine yol açan bir aşamaya ulaştığında, antropologların la-ahlaki bireysellik[6] (saf bencillik) olarak tanımladıkları bir kültüre doğru evrilmiştir. Bu durumda dinle ahlak arasındaki bağ, geniş kitleler için kendilerini beslemekle yükümlü gördükleri hane halkı dışında aile, akraba, komşu, hemşehri veya genel olarak kamu (public) imgesi anlamını yitirdiğinden, kamusal bir anlayış ve duyarlılıkla hareket etmek büyük ölçüde aşınmış ve hatta yok olmuştur. Din de geniş yoksul kitleler için, büyük ölçüde, sadece ibadetten ibaret bir içeriğe bürünürken, medrese, tekke, zaviye v.b. gibi yerler barınma dışında[7] bir kamusal özellik de ağırlık da taşımamaya başlamıştır. Derin ve yaygın yoksulluk arttıkça ve geniş kitleler açlıkla yaşamaktan başka seçenekleri kalmadığında kendilerinden başkalarının varlığına değer vermeyi, onları dikkate alarak davranmayı, başkalarının duyguları, duyarlılıkları, hak ve özgürlüklerini, veya kısaca kamu olgusunu kaale almayı katlanılamayacak bir maliyet olarak kabul ederek, kamu imgesini göz ardı ettiler. Oysa, antropologların anladığı anlamda ahlak kamu imgesinin algılanması, değer ve kabul görmesi ile başlar. Fevkalade derin, sürekli yoksulluk özellikle Anadolu’da yayıldıkça bir yandan isyanlar arka arkaya patlak vermeye, diğer yandan insanlar kendi toplumlarını, komşularını, köy ve mahallelerini, kamu mallarını yağmalamaya, kendi şahsi çıkarları için kullanmaya yönelmek mecburiyetinde kaldılar ki, bu koşullarda ahlak büyük ölçüde aşındı ve adeta ortadan kalktı. Mustafa Akdağ’ın özellikle kadı sicillerine dayanarak yaptığı anlatım bu olgunun vahametini II. Beyazıt, I. Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve onun da oğulları döneminde Anadolu’yu nasıl sardığını, kentlerin güvenliğini ortadan kaldırdığını, kamu düzenini altüst ettiğini, asayişsizliği had safhaya çıkarttığını gözler önüne sermektedir. Üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisi çözülmekte ve çökmekteydi; İmparatorluk adeta motoru bozulan bir büyük geminin okyanusta seyrini bozulmadan önce aldığı ivmeye dayalı olarak sürdürmesi gibi siyasal olarak varlığını 1683 Viyana kuşatması ve bilahare bozgununa kadar sürdürdü. 1699 Karlofça antlaşmasıyla başladığı toprak kayıpları da 18. ve 19. yüzyıllar boyunca önce Habsburgların Avusturya – Macaristan, bilahare de Romanoff’ların Çarlık Rusyası’na karşı sürdü.

Avrupa ordularının çağdaş bilimi kullanan kara ve deniz kuvvetlerine karşı orta çağ teknolojisi ve zihniyetinden pek de sıyrılamamış kuvvetleriyle Osmanlı ordusu yenilgi üzerine yenilgi aldı. Bu süreçten orduyu öncelikle çıkartmak için yapılan girişimler 18. yüzyıl boyunca akamete uğradıysa da 1826 Vaka-ı Hayriyesi sonucunda orta çağ ordusu lağvedilerek, yerine çağdaş bir ordu kurmak için Fransız askeri kadroları ve eğitiminden yararlanılmaya başlandı. 1839 Tanzimat Fermanı ile devam eden orta çağ zihniyetinden sıyrılma çabaları hukuk ve maliyeyi de içerse de Osmanlı’nın tarım ekonomisi ağırlıklı yapısı kapitalizme, sanayi devrimine, kentsel gelişmeye ve bilimsel bir altyapı kurmaya yönelmekte geç ve cılız kaldı. Orta cağ zihniyeti, ahlakı ve öykünmesinden oluşan bir asr-ı saadet nostaljisi ile seküler bir pozitif bilim ve ussal düşünce etrafında inşa edilen hayat arayışı bu süreçte çatışmaya başladı ve iki yüz küsur yıldır da bu çatışma sürüyor. Şimdi bu çatışmada sanki orta çağ zihniyeti, ahlakı ve nostaljisi tekrar başat duruma geçiyormuş gibi durmakta. Oysa artık 21. yüzyıldayız ve bu konuda Osmanlı’dan sonra kurulan devletlerde de süren benzer süreçlerden başta Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan olmak üzere, birçok eski Osmanlı toprağı toplumları ve devletleri hızla uzaklaşıyor. Biz şimdi bir yol ayrımındaymışız gibi duruyoruz.

Sonuç ve Değerlendirme

Osmanlı İmparatorluğu’nda üretilen ortaçağlaşma zihniyeti, davranışı, özellikle iktisadi davranışlar ve onların dayandığı ahlak anlayışı, Osmanlı toplumu ve ekonomisinin çözülmesini engellemediği gibi, Sabri Ülgener’in çözümlemesi doğruysa, onun nedeni de oldu. Bu konuda yeterince gayret sarf edilmediği, ya da askeri modernleşme yüzünden pek de ayrıntısı düşünülmeden girişilen değişikliklerin ortaçağlaşmayı başarısız kıldığı savını destekleyen bir kanıt bulunmuyor. Bu arada benzer orta çağ imparatorlukları olan Japon ve Çin devletlerinin de aynı süreçte ama farklı zaman dilimlerinde hızla seküler ve pozitif bilime yönelik değişimler geçirdikleri görüldü. Japonya 19. yüzyıl sonuna kadar çok sayıda gencini Avrupa’da eğitime gönderirken çağdaş bir ordu ve devlet sistemi kurarak 1905’te Rus ordusunu yenmeyi başardı. 1931’den itibaren Mançurya’yı işgal ederek yayılırken II. Dünya Savaşı’nda ABD’ne kök söktürdü. II. Dünya Savaşı sonrasında da süren pozitif bilim ağırlıklı düşünme, bilimsel çalışma ve atılımlar, mühendislik dallarında gösterdiği başarı sonunda bir süre dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Çok daha büyük ve karmaşık bir toplum olan Çin ise çok daha ağır koşullar altında Japonya ile savaştığı gibi kendi sosyalist ve milliyetçi akımları arasında bir iç savaşı da yaşadı. Ancak, o da pozitif bilimi rehber olarak alarak 1978 sonrasında müthiş bir ivme yakaladı. Japonya gibi devlet denetiminde ve düzenlemeleriyle yönlendirilen bir kapitalizm yaşayarak hızla toparlandı, iktisaden yenilendi ve büyüdü. 21. yüzyılda Çin dünyanın mühendislikte müthiş bir başarı kazanarak dünyanın üretim üssü haline geldi; dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline gelerek Japonya’yı geçti ve en ileri teknolojiyi üretmekte dünyadaki bütün ülkeleri geride bırakmaya başladı. İlginç olarak, aynı zaman diliminde çok küçük bir ada ve eski Britanya İmparatorluğu’nun antreposu olan Singapur da, Malezya’dan koptuktan sonra aynı süreçte yine pozitif bilimi rehber edinerek geçirdiği reformlarla müthiş bir refah artışı yakaladı. Güney Kore de aynı süreci takip ederek 1950’lerin başında iç savaşta kişi başına 70 küsur dolar bir milli gelire sahipken şimdi 40.000 dolar civarı bir kişi başına gelir düzeyine tırmandı.

Türkiye bu dönemde bir süre özerk üniversiteleri ve pozitif bilime olan yatırımıyla bir miktar ivme kazansa da geniş kitlelere pozitif bilim eğitimi vermekte yetersiz kaldı. Pozitif bilim ve usa dayalı düşünme ile geleneksel hayat ve ortaçağlaşma nostaljisi arasında hep süren çekişme ve çatışmanın da etkisiyle girdiği demokrasi yolunda sık sık otoriterleşmeye doğru evrildi. Kişi başına gelirin artışında uzak Asya örneklerine göre çok mütevazi bir aşamada kalındı. Ülkede çeşitli ekonomi modelleri denenirken, kapitalizm yeterince gelir üretmek konusunda kullanamadığı gibi gelir dağılımında da büyük adaletsizliklere gömüldü. Bugün de son Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma İndeksi (2025) verilerine göre Türkiye’de en üst %1’lik gelir grubu milli gelirin %24.4’üne sahip olurken, en alt %40 sadece %14.7’sine sahip olan ve gini indeksi de 44.4 düzeyinde gelir dağılımı fevkalade bozuk bir ekonomiye dönüştü. Bu ortamda yine Osmanlı’nın 15 ve 16. yüzyıllarda yaptığı gibi ortaçağlaşma zihniyeti ve ahlakı, pozitif bilime sırt çevirirken, ibadet ağırlıklı bir din anlayışını yaygınlaştırmaya yönelen bir siyasal erk güçlenmeye başladı.

21. yüzyılda bu tür bir gelişme Türkiye için Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan iktisadi inhitat (çözülme) örneği de gözler önünde dururken, adeta bir toplumsal yozlaşma ve yine iktisadi çözülme olgusuna işaret ediyormuş gibi duruyor. Türkiye’de 21. yüzyıl toplumu, bilimi, teknolojisi, küresel piyasaları v.b. ile uyumlu ve işlevsel olarak sosyo-ekonomik refahı arttıracak bir muhafazakarlık anlayışı geliştirilemezse, Osmanlı’nın yaşadığından pek de farklı olmayan ve belki de bu kez daha ağır bir sömürgeleşme – köleleşme sürecine mal olacak bir yöne savrulmaya başlamak rizikosuyla karşı karşıya kalınacak. Muhafazakarlarımızın ortaçağ zihniyet ve ahlakında asr-ı saadet nostaljisi yaparken, 21. yüzyılda çok farklı bir bilimsel aşamada, sanayi devrimi 4.0’da, küresel iletişim ve üretim ortamında olduğumuzun bilincinde olarak kendi düşünce sistemlerini bir kez daha gözden geçirmelerinde ve ne kadar zor da olsa bir yenilikçi, değişmeyi reddetmeyen muhafazakarlık yaklaşımıyla mal ve hizmet üretimini artırmayı becermesi hayatiymiş gibi duruyor[8]. Ortaçağlaşmanın siyaseten başarısı, pozitif bilim ve ussal düşünce ile girilen mücadelede bir revanşın alınması psikolojisine hizmet etse bile, bu başarı toplumun, iktisadın ve ahlakın Osmanlı’dan pek de farklı olmayan çöküşüne hizmet eden bir Pirus zaferi olacakmış gibi duruyor.  Yol yakınken iyi örnekleri daha yakından araştırmak ve bu çağa uygun bir muhafazakarlık geliştirmenin yollarını aramanın zamanı gelmiş de geçiyormuş gibi görünmekte. Umalım ki bu kez Osmanlı’nın hatasını tekrarlamamak başarısını gösterebilelim.

Kaynakça

[1] Akdağ, Mustafa (2009) Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celali İsyanları”, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları).

[2] Ülgener Sabri F. (1981a) İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, (İstanbul: Der Yayınları) ve Ülgener, Sabri F. (1981b) Dünü ve Bugünü ile Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı (İstanbul: Der Yayınları).

[3] Şair Yahya zikreden Ülgener, S. F. (1981a: 30).

[4] Ülgener, Sabri F. (1981a: 23 – 24) tanımına göre ortaçağ hayat tarzı olarak topraktan elde edilen rant ve ona dayalı hakimiyet, toprağa dayalı rütbe silsilesi, örneğin toprak ağalığı ve eşraflığın hem iktisatta hem siyasette önemli rol oynadığı bir yapı ki, şimdi bu inşaat kesimi ve müteahhitlikle de bağdaşık hale gelmiş bulunuyor. En önemli kıymetin iktisaden gayrımenkul olarak tanımlanması; topraktan istihraç edilen altın ve kıymetli madenlerin de bu kıymetin parçası olması, kent içinde loncaların kalıplaşmış hiyerarşik, dingin yapısı, ahlakı, tradisyonalist san’at ve meslek anlayışını çepeçevre kuşatan bütün kıymetlerin din gayretinden doğduğuna inanılan mistik bir hava Ülgener’in ortaçağlaşma tanımının kökenini oluşturuyor.

[5] Akdağ, Mustafa (2009): 103 – 193.

[6] Banfield, Edward (1958). The Moral Basis of a Backward Society (Glencoe, Illinois: The Free Press).

[7] Akdağ, Mustafa (2009): 60 – 87.

[8] Muhafazakarlığın çeşitli türlerinin mevcut olduğu ve yalnızca eskinin değer ve kalıplarından ibaret bir anlayışla sınırlandırılamayacağı hakkında bakınız Özipek, Bekir Berat (2004) Muhafazakarlık: Akıl, Toplum, Siyaset, (Ankara: Liberte Yayınları). 21. yüzyıl bağlamında muhafazakarlığı da yeniden düşünmek gerekirken ufkun daha geniş bir çerçeveyi taramasından yarar ummak zorunlu hale gelmiş bulunuyor. Artık mevcut olmayan ve oldurulması da mümkün olmayan bir geçmişi asr-ı saadet olarak görüp onda ısrarcı olmanın bizim için siyasal bedelinin olduğu kadar toplumsal ve ekonomik bedeli de ağır olacağının en önemli işareti Osmanlı’nın iktisadi çözülmesinde yatmakta olduğunu unutmamalıyız.

Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu
Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonomi bölümünden (1973) mezun olduktan sonra Iowa Üniversitesi Siyaset Bilimi programından doktorasını almıştır (1977). Akademik kariyerine İstanbul Üniversitesi’nde başlayan Kalaycıoğlu, bu üniversitenin İktisat Fakültesi’nde 1977-82 arasında doktor asistan olarak, aynı üniversitenin Siyasal Bilimler Fakültesi’nde (1982-84) doçent olarak çalıştı. Iowa ve Minnesota üniversitelerinde misafir akademisyen olarak bulunan Kalaycıoğlu, 1984-2002 arasında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapmıştır. Ersin Kalaycıoğlu, İstanbul Politikalar Merkezi kıdemli uzmanı ve Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi profesörüdür. Sabancı Üniversitesi’ne katılmadan önce, Kalaycıoğlu 2004-2007 arasında Işık Üniversitesi rektörlüğünü üstlenmiştir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Sağ Siyasetin Osmanlı Fantezisi Üzerine

Giriş: Bir nostalji ve ürettiği sorular, sorunlar Siyasal sistemimizde ideolojik yelpazenin sağında yer alan siyaset erbabı tarafından sık sık...

Amerikan Muhafazakarlığı ve Cumhuriyetçi Parti’nin Metamorfozu

Giriş: Farklı bir Muhafazakarlık Örneği Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) kuruluşundan beri mevcut olan iki düşünce akımından birisi olan...

Türkiye’nin Yeni Yönetimlere Gereksinimi Var mı?

Ülkemizde giderek artan bir merkezileşme, adeta siyasal sistemin bir hiper merkeziyetçi niteliğe bürünmesiyle birlikte süren bir dizi seçilmiş...

Değişen Çağın Siyasal Neticeleri Üzerine…

Giriş: Çağ Yine Değişiyor, Ya Toplum ve Siyaset? 1760’tan itibaren kesin kanıtları ayan beyan belli olan, ama belki de...

Dünya’da Yükselen Otoriterlik Dalgası mı?

Giriş Sanayi Devrimi ve ona takaddüm eden Reformasyon sonrasında bilimsel düşüncenin etkinleşmesi, teknolojide ve onun etkisiyle ekonomi ve toplumda...

Avrupa ve Amerika’da Muhafazakârlık Üzerine

Ülkemizde sık sık telaffuz edilen bir kavram muhafazakârlık. Aslında tam ne anlamda kullanıldığı veya kullananların bu kavramın kökenlerine...