ABD özellikle 7 Ekim’den bu yana siyasi ve stratejik mühendislik çalışmalarıyla Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye, köklü değişiklikleri hedefleyen mühendislik çalışmaları yapmaya dönük ciddi hamleler yapıyorlar. İsrail’li birlikte oluşturmaya çalıştığı yeni bölgesel düzen, bölgenin barış ve refah içinde birleşmesini öngören pembe bir tablo oluşturmayacak; aksine, çatışmaları kökten çözmeden yönetmeyi hedefleyen, pragmatik ve kimi zaman soğuk bir mühendislik projesi. Dikkat edin sorunları/krizleri çözmek değil, yönetmek..
Projenin temelinde, “güç kullanarak rejim değiştirme” gibi eski moda yöntemlerden uzaklaşarak, güvenlik, ekonomi ve teknoloji alanlarında yaratılan “işlevsel normalleşme” ağları yatıyor. Washington, bu ağlar üzerinden bölgesel oyuncuları birbirine bağlayıp, siyasi çıkmazları ve temel sorunları halının altına süpürmeye çalışıyor. Bu yolla, gerilimi düşük yoğunluklu bir seviyede tutarken, kendi hegemonyasını pekiştirmenin yollarını arıyor.
Sorunları Halının Altına Süpürmek
Bu stratejinin en somut örneklerini altyapı projelerinde görüyoruz. Dünya Bankası ve diğer uluslararası finans kuruluşlarının raporlarında sıkça geçen bu “altyapı diplomasisi”, Ürdün, BAE ve İsrail arasında hayata geçirilen “su karşılığı elektrik” gibi projelerde kendini gösteriyor. BAE sermayesiyle Ürdün’de inşa edilen güneş enerjisi santralinin İsrail’e elektrik sağlaması, buna karşılık İsrail’in Ürdün’e deniz suyunu arıtarak su göndermesi, Arap ülkelerini çaktırmadan kurdukları network üzerinden İsrail’e bağımlı hale getirirken, geri dönülemeyecek şekilde normalleşmenin temelleri atılıyor.
Ancak bu kurulan alt yapı ve teknolojik ve altyapı işbirlikleri ne Filistin meselesini çözüyor ne de Kudüs’ün statüsünü değiştiriyor. Ancak taraflar, birbirlerine işlevsel olarak bağımlı hale getirilerek, olası bir askeri çatışma riskini düşürüyorlar.
Bu modelin bir diğer ayağı da Suudi Arabistan, Ürdün ve İsrail üzerinden Avrupa’ya uzanacak olan bölgesel elektrik ağı projesi. “Arap Maşrık’ını Avrupa’ya bağlama” sloganıyla sunulan bu girişim, Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki resmi diplomatik ilişkilerin ötesinde bir koordinasyonla, kendiliğinden bir normalleşmeye yani siyasi bir anlaşmaya gerek kalmadan otomatik olarak İsrail’e bağımlı bir normalleşmeye zemin hazırlıyor. Görünen o ki, bu işlevsel bağlar güçlendikçe, İsrail bir enerji koridoru, Suudi Arabistan ise bir enerji kaynağı olarak birbirine entegre oluyor. Ancak bu “barış,” Ortadoğu’nun temel siyasi krizlerini görmezden gelen, çatışmanın üzerinde bir mühendislik girişimi olmaktan öteye gidemeyecek, öyle görünüyor.
CENTCOM Şemsiyesi
Yeni Ortadoğu projesinin bir diğer omurgası ise askeri entegrasyon. İsrail’in 2021’de Amerikan Merkez Komutanlığı (CENTCOM) çatısı altına alınmasıyla, Körfez ülkeleriyle İsrail’in hava savunma sistemleri birbirine bağlanmaya başladı. Amerikan himayesinde gerçekleşen bu “hava savunma entegrasyonu”, Körfez’den Levant’a kadar uzanan bir “de facto” güvenlik şemsiyesi oluşturmayı hedefliyor. 2025’teki İran-İsrail savaşında, Arap rejimlerinin bu entegre sistem içinde yer alarak İran füzelerini engellemeye çalışması, bu ittifakın pratik bir sınaması oldu.
Bu nokta üzerinde durulmayı hak ediyor. İsrail’in 1983’ten beri bağlı olduğu Avrupa Komutanlığı’ndan (EUCOM), Orta Doğu’dan sorumlu CENTCOM’a kaydırılması, sembolik ve stratejik açıdan devrim niteliğinde bir karardı. Bu kararın temelinde farklı siyasi etkenler yatmaktaydı. Bu hamlenin en önemli katalizörü, 2020’de İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve diğer Arap ülkeleri arasında imzalanan normalleşme anlaşmalarıdır. İsrail’in CENTCOM’a dâhil edilmesi, coğrafi olarak aynı bölgede bulunan İsrail ve yeni Arap müttefikleri arasında doğrudan askeri iş birliğini kolaylaştırmak için atılmış bir adımdır.
CENTCOM’un ana görev alanı İran’ın bölgesel faaliyetlerini dengelemek ve caydırmak. Öte yandan Körfez ülkeleri ve İsrail’in en büyük ortak endişelerinden biri, İran’ın nükleer programı ve bölgesel müttefikleri/vekil güçleridir. İsrail’in CENTCOM’a alınması, İran’a karşı ABD liderliğinde resmi bir güvenlik mimarisi oluşturulmasını kolaylaştırmıştır. Bu adım, ABD’nin İsrail’i artık Orta Doğu’nun dışında “Avrupa’ya ait bir partner” olarak değil, bölgenin ayrılmaz bir parçası ve Arap devletleriyle birlikte hareket edebilen bir müttefik olarak gördüğünü gösteren güçlü bir diplomatik sinyaldir.
Teknik ve Operasyonel Altyapı
İsrail’in CENTCOM şemsiyesine alınması, orduların fiziksel olarak birleşmesi anlamına gelmez. Bunun yerine, teknolojik entegrasyon ve operasyonel koordinasyon üzerine kurulmuş bir altyapı söz konusudur. Bu entegrasyonun en kritik teknik boyutu, bölgedeki radar ve hava savunma sistemlerinin birbirine bağlanmasıdır. Bu sayede, İran’dan fırlatılabilecek bir balistik füze veya insansız hava aracı (İHA) tehdidi, herhangi bir Arap veya İsrail ülkesi tarafından tespit edildiğinde, bilgi anında ABD ve diğer müttefiklere iletilir. Bu, tehdidin erken teşhis edilmesini ve ortak bir müdahale planının daha hızlı oluşturulmasını sağlar.
Bu entegre ağın merkezinde yer alan CENTCOM, ABD, İsrail ve Ürdün, S. Arabistan, BAE ve bazı Arap ordularının üst düzey komuta merkezleri arasında iletişim kanalları oluşturarak İsrail’le sadece bölgesel işbirliği değil aynı zamanda uzun vadede stratejik bir ittifak ve bağımlılık oluşturacak bir network meydana getirmek gibi görünüyor. Özetle, İsrail’in CENTCOM’a dahil edilmesi, ABD liderliğinde, İran’a karşı bölgesel bir güvenlik mimarisi oluşturmak için tasarlanmış, hem politik hem de teknik düzeyde büyük bir adımdır. Bu, bölgedeki müttefikleri ortak bir tehdit algısı etrafında birleştirmeyi ve aralarındaki askeri-diplomatik iş birliğini güçlendirmeyi amaçlamaktadır.
İsrail’in CENTCOM’a entegre edilmesi, sadece siyasi bir bağlılık değil, aynı zamanda teknolojik bir bağımlılık ve kontrol mekanizmasının da kurulmasıdır. Projenin teknik boyutu, “entegre hava ve füze savunma sistemi” adı altında sunulsa da, bu aslında Arap ülkelerinin radar ve hava savunma sistemlerinin Amerikan ve İsrail’in merkezi komuta kontrolü altına girmesi demektir. Bu, bölgedeki kritik savunma altyapılarının koordinasyonunu tek bir elden yönetilmesini sağlayarak, bölge ülkelerinin bağımsız hareket etme yeteneğini kısıtlamakta, ABD ve İsrail’le daha fazla işbirliğine zorlamaktadır.
“Ortak güvenlik” adı altında yürütülen istihbarat paylaşımı, Arap devletlerinin en hassas verilerini ve güvenlik bilgilerini bir koalisyon içinde açığa çıkarması anlamına gelir. Bu da, uzun vadede kendi iç güvenliklerini zayıflatma ve potansiyel olarak başka güçlerin casusluk faaliyetlerine karşı daha savunmasız hale gelme riskini taşır.
Nihayetinde CENTCOM-İsrail iş birliği, Ortadoğu’da barışı getiren bir yapıdan ziyade, birleşik bir anti-İran cephesi oluşturma hedefiyle, bölge ülkelerini kendi çıkarlarından uzaklaştıran, onları yeni ve tehlikeli bir jeopolitik oyunda piyon haline getiren bir süreçtir.
Dizayn çabaları başarılı olur mu?
Amerikan yönetimi, Ortadoğu’da uzun vadeli bir stratejiyle ABD karşıtı güçleri etkisizleştirme peşinde. Son süreçte Hizbullah başta olmak üzere birçok bölgesel direniş hareketine darbe vurulduğu doğru. Her ne kadar Lübnan’daki “Hizbullah”, Yemen’deki “Ensarullah” ve İran’ın kendisi, ciddi darbeler alsalar da hala Washington’ın açısından “tasfiye edilemeyen” güçler olarak varlıklarını sürdürüyor. Ve ABD’nin bu mühendislik projesi, karşısında güçlü bir direnç buldu. Gazze’deki direniş, üç yıldır süren yoğun saldırılara rağmen hala ayakta ve Filistin direnişinin kendini yenileme kapasitesi ortadan kaldırılamadı. Artık Batı medyasında bile “sonsuz bir savaş” senaryosu konuşuluyor, bu savaştan duyulan bıkkınlık dile getiriliyor. Öte yandan Yemen’deki Ensarullah hareketinin Kızıldeniz’de kurduğu “sert deniz bariyeri” ise hem ticari sevkiyatı felç etti hem de IMEC koridoru gibi stratejik projeleri geciktirerek ABD’ye meydan okudu.
Sonuç olarak, “Yeni Ortadoğu” projesi, direniş güçlerini zayıflatmış olsa da, Amerikanların Çin’e karşı hızla hegemonya kurması için ihtiyaç duyduğu hıza ulaşamıyor. Proje, yerel direnişlerin ve jeopolitik gerçekliğin sınırlarına takılmış durumda. Washington’ın “çatışma üstü mühendislik” stratejisi, bölgeyi barışa değil, her an patlamaya hazır ve bedeli yerel aktörler tarafından ödenen bir “bitmek bilmeyen vekâlet savaşları” bataklığına sürüklüyor. Bu, küresel güçlerin şahsi hırslarının ve büyük stratejilerinin, bölgenin istikrarını nasıl tehlikeye attığının acı bir tablosudur.