Çeviri: İslam Özkan
Arap vatanı, çeşitli bölgelerinde hızla yaşanan dönüşümlerle, toplumu derinden etkileyen, iyi planlanmış bir “yumuşak” projenin karşısında olduğumuzu açıkça gösteriyor. Bu proje, kolektif bilinci yeniden şekillendiriyor ve tarihsel değerler sistemini, bireyi evrenin merkezi haline getiren, onu piyasaya ve tüketime yönelten yeni bir matrisle değiştiriyor; aidiyet, direniş ve özgürleşme yerine.
Bu ilan edilmemiş savaşı anlamak için, kullanılan araçları çözümlemek gerekiyor. Küresel bir özgürlük sistemi olarak pazarlanan liberalizm, sadece kişisel özgürlükler ya da piyasa özgürlüğü çağrısı değil, aynı zamanda insanı içten yeniden biçimlendiren daha derin bir projedir. Modern bir çözüm olarak sunulsa da, insanı aile bağlarından, kolektif hafızasından ve mücadele tarihinden kopararak, değerini tüketim arzularıyla tanımlayan yalnız bir bireye dönüştürüyor. Bugün Arap dünyasındaki manzaraya bakmak bile, ailenin nasıl parçalandığını, ulusal bilincin nasıl söndüğünü ve Filistin gibi büyük davaların, on yıllar boyunca Arap vicdanının pusulası olduktan sonra, halk bilincinin kenarına itildiğini anlamak için yeterlidir.
Bu parçalanma, şiddet yoluyla değil, akışkan bir şekilde gerçekleşti: eğitim, medya, sanat, moda, müzik ve hatta masum görünen günlük semboller aracılığıyla. Örneğin, sosyal medya platformları artık sadece eğlence araçları değil, Arap aklını yeniden programlayan dev laboratuvarlara dönüştü. “Trendler” değer ölçüsü, “beğeniler” varoluş belgesi haline geldi; görünüş parlak, ama öz boş.
Bu bağlamda, tüketim yalnızca ekonomik bir eylem değil, aynı zamanda insanı sahip olduklarıyla tanımlayan kapsayıcı bir kültür haline geldi. Hızlı kazanç ve anlık şöhret, başarının en yüksek biçimleri olarak tanıtılırken, mücadele, bilinç ve dayanışma gibi değerler marjinalleştirildi. Böylece, halklar aktif toplumlardan, teklifler, ürünler ve geçici yıldızlık peşinde koşan kitlelere dönüştü; eleştiri ya da direniş kapasitesini kaybetti. İnsan tüketim yaşam tarzına ne kadar entegre olursa, tarihsel eylemlilikteki alanı o kadar daralır ve başkaları için üretilen sembolleri, değerleri ve seçenekleri tüketen bir nesneye dönüşür.
Burada, Joseph Nye’nin “Başkalarını zorlamadan, senin istediğini istemelerini sağla” diyerek tanımladığı “yumuşak güç” kavramının stratejik tehlikesi ortaya çıkıyor. Modern kültürel istila budur: Askerlere ya da ordulara gerek yok; küçük ekranlar, dijital platformlar, yabancı filmler ve küresel yıldızlar, değerleri içeriden yıkmaya yetiyor. Hollywood, Netflix ve sosyal medya, özgürlükçü, Arap, İslamî ya da direnişçi olan her şeyi dışlayan ve yerine liberal-kapitalist modele göre paketlenmiş “yeni çağ” sembolleri eken, kolektif bilinci yeniden tasarlayan platformlar haline geldi.
Ancak kimliğin parçalanmasından daha tehlikelisi, düşman imgesinin yeniden şekillendirilmesi. Son yıllarda, yumuşak gücün etkisiyle, Filistin birçoklarının zihninde bir varlık meselesinden “siyasi bir dosya”ya dönüştü; işgal ise “çözülebilir bir anlaşmazlık” olarak görülmeye başlandı. Kavramlar sulandırıldı, direniş karalandı ve normalleşme “medenî barış” olarak pazarlandı. Normalleşme artık sadece rejimlerle sınırlı değil; medya, sanat ve eğlence içeriği aracılığıyla, “siyaset” ile “kültürü” ayıran, “açıklık”, “gerçekçilik” ve “kişisel özgürlük” gibi kavramlarla düşmanla ilişkiyi meşrulaştıran yumuşak bir halk tabanı buldu. Bir noktada, işgal “sorunlu bir komşu” olarak yeniden tanımlanıyor, gaspçı bir düşman olmaktan çıkıyor; işte bu, bilinç savaşının ilk yenilgisidir.
Bu yumuşak ilerleyiş karşısında, Arap ulusalcılığına yeniden itibar kazandırılması acil bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor; bu, geçmişe ideolojik bir özlem değil, milletin birliğini yeniden sağlayan, ortak bir tarih ve kaderle Arap bireyini bağlayan analitik ve gerçekçi bir çerçeve olarak görülmeli. Ulusalcılığın öncü düşünürleri – Sati el-Husri, Konstantin Zurayk ve George Habash – sloganlarla hareket eden duygusal propagandacılar değil, ilerleme ve özgürleşmenin bağımlılık ve bölünme koşullarında mümkün olmayacağına inanan teorisyenlerdi. Husri, “Her Arap, her şeyden önce ve her şeyin üstünde Arap’tır” dedi. Zurayk, rönesansın ancak “insanı tarihin öznesi, nesnesi değil, haline getiren ulusal bir bilinçle” mümkün olacağını yazdı. George Habash ise daha netti: “Dava sadece toprağı özgürleştirmek değil, insanı her türlü baskı ve bağımlılıktan kurtarmaktır.”
Bu bağlamda, ekonomik bağımsızlık, herhangi bir kültürel ya da siyasi özgürleşmenin temel koşulu olarak öne çıkıyor. Milletin ihtiyaçlarından değil, Dünya Bankası reçetelerinden ve küresel piyasa şartlarından beslenen bir ekonomi, egemenlik aracı değil, bağımlılık dayatmasının bir aracı olacaktır. Ekonomik bağımsızlık, milletin kimliğinden doğan, yerel üretimi yücelten, kendi kendine yeterliliği hedefleyen ve kalkınmayı halkın çıkarlarına bağlayan ulusal bir vizyon olmadan gerçekleşemez.
Burada, entelektüeller ve akademisyenler, resmi kültür aygıtlarının memurları olarak değil ulusal bilincin bekçileri olarak, önemli bir rol oynar. Günümüz entelektüeli, sadece krizi teşhis etmekle değil, aynı zamanda onur, özgürlük ve adaleti yeniden merkeze alan alternatif bir proje sunmakla yükümlüdür; gelip geçen düşünce dalgalarına kapılmayan direnişçi bir bilinç inşa etmelidir. Entelektüel, doğal yerini yeniden almalı: mücadelenin kalbinde, kenarında değil.
Eğitim ise bilinç savaşının en derin alanıdır. Müfredatlar bizzat kültürel yabancılaşmadan kurtulmadıkça, özgür nesiller yetiştiremeyiz. Tarihle bağ kuran, ulusal ve insani değerleri aşılayan, programlanmış tüketiciler değil, bilinçli vatandaşlar yetiştiren bir eğitime ihtiyacımız var. Her savaş önce zihinde başlar ve zihin ancak özgür bir eğitimle şekillenir.
Bu yüzleşme, sadece kurumların değil, öncelikle bilincin mücadelesidir. Tüketimci liberal projeye yanıt, kapanmak ya da geçmişe ağlamak değil, Arap vicdanından doğan, sosyal adalete, siyasi ve ekonomik bütünleşmeye, aidiyet, onur ve direniş üzerine kurulu bir eğitimle desteklenen canlı bir kültürel alternatif sunmaktır. Arap insanını tüketici değil üretici vatandaş, pasif takipçi değil özgür entelektüel, başkalarının anlatılarında nesne değil kendi tarihinin öznesi olarak harekete geçirecek bir projeye ihtiyacımız var.
Bu mesele artık entelektüel bir lüks değil, varoluşsal bir mücadele: Ya direnişçi bir bilinç üreteceğiz ya da hegemonya projesinde eriyip gideceğiz.
*Filistinli Arap yazar*
Halid er Rahib
Yazının orijinaline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.