Çeviri: İslam Özkan
Giriş:
Napolyon’un Mısır’ı işgali, Arap dünyası ile Batı arasındaki doğrudan karşılaşmanın başlangıç noktası olarak kabul edilirse, o tarihten bugüne kadar “kendi” ile “öteki” arasında sürekli bir mücadele içinde olan ve düşünce ile kültür alanında aktif rol oynayan üç nesil Arap aydınının varlığından bahsetmek zorundayız. Birinci nesil, Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle aynı döneme denk gelmiş ve hilafetin mirası ile modern ulus-devletin ortaya çıkış koşulları arasında bir tereddüt anı yaşamıştır. Bu dönemde, selefi, modernist ve milliyetçi akımlar Arap düşüncesinin ana hatlarını oluşturmuştur. Ancak, Cemal Abdünnasır liderliğindeki Arapların 1967 Savaşı’nda İsrail ve Batı karşısında yaşadığı yenilgi, kendisini ötekinin aynasında gören ve bu ayna üzerinden ilerlemeyi hedefleyen bir neslin sonunu işaret etmiştir.
İkinci nesil Arap aydınlarının ortaya çıkışı, entelektüel faaliyet merkezinin üniversitelere kayması ve Batı’dan alınan beşeri bilimler yöntemlerine dayanarak mirası anlamaya ve modernite sorunları ışığında kendini yeniden okumaya çalışmalarıyla ilişkilidir. Oryantalizm çalışmaları, bizimle Batı arasındaki ilişki sorusunu derinleştirmiş ve bu nesildeki Arap aydınları, Batı’nın onlara bakış açısı üzerinden kendilerini yeniden keşfetmiştir. Bu, Edward Said’in “ters oryantalizm” (2004) ve Hasan Hanefi’nin “Occidantalism” (1985) kavramlarında kendini gösteren yeni bir bilgi türünün ortaya çıkmasına yol açmış ve Arap bilincinde Batı’ya karşı derin bir dönüşüm yaratmıştır. Batı ile ilişki soruları ve gelenek ile modernite arasındaki çatışma üzerinden, Arap düşüncesi geleneği aşarak modernite dünyasına girmeye çalışmıştır.
Yirminci yüzyılda postmodernitenin ortaya çıkmasıyla, modernitenin çevre ve doğa üzerindeki yıkıcı etkileri ile akıl ve maddiyat odaklı tek taraflı yaklaşımının ahlaki değerleri yıpratması nedeniyle moderniteye yönelik eleştiriler yoğunlaşmıştır. Bu bağlamda, moderniteyi eleştirirken manevi boyutu yeniden canlandırmak entelektüel önceliklerden biri haline gelmiştir. İşte bu noktada, doğulu bir perspektiften Batı ile ilişkimizi yeniden değerlendirmenin önemi ortaya çıkmıştır. Vail Hallak, diğer Müslüman ve Arap düşünürlerle birlikte, İslam düşünce sistemi içinden moderniteye yönelik eleştirel bir okuma sunarak bu eleştirel yaklaşımın ön saflarında yer almıştır. Bu çalışma, Hallak’ın Batı’ya yönelik eleştirel görüşlerini sunmayı ve analiz etmeyi, ayrıca çağdaş yaşam bağlamında bizimle Batı arasındaki ilişki potansiyeline dair olumlu önerilerini ele almayı amaçlamaktadır.
Vail Hallak ve “Biz” ile Batı Arasındaki Eleştirel İlişkinin Dekonstrüksiyonu:
Filistinli Hıristiyan bir düşünür olan Vail Hallak, Filistin-İsrail çatışması üzerinden Batı düşünce yapısının somut tezahürleriyle doğrudan deneyim yaşayan biri olarak, doğu ile batının kesişiminde bir örnek teşkil eder. Bu bağlamda, Arap ve İslam dünyasındaki entelektüel çatışmalar, özellikle İsrail ile olan çatışma, Batı modernitesinin doğu İslam dünyasına yönelik politikalarının bir uzantısı olarak görülmüştür.
Birinci nesilde, sağ ve sol ideolojik akımlar, çözümü Batı modellerini benimsemekte görmüş ve Filistin-İsrail çatışmasını kültürel ve medeni geri kalmışlığın bir sonucu olarak değerlendirmiştir. Müslüman Kardeşler gibi İslamcı hareketler, İslam’ın kurucu anını yeniden yorumlayarak meydan okumalara karşı bir yol bulmayı hedeflerken, Abdünnasır liderliğindeki Arap milliyetçiliği bu çatışmayı bir Arap-Yahudi kimlik mücadelesine dönüştürmüş ve Batı’yı bu çatışmanın ekseninde görmüştür. Taha Hüseyin ve Ahmed Lütfi es-Seyyid gibi rasyonalist liberal akım ise bu çatışmayı doğu ile batı arasındaki kültürel ve entelektüel bir uçurumun yansıması olarak görmüş, bu nedenle Batı modernitesinin değerlerini benimseyerek bir rönesans sürecine katılmayı savunmuştur.
Ancak 1967’de Arapların yaşadığı ve aşağılayıcı bir yenilgi olarak görülen “Naksa” (felaket/gerileme), ideolojik düşüncenin krizini ortaya koymuş ve ikinci nesil aydınların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu nesil, “Biz kimiz?” ve “Öteki (Batı) ile ilişkimiz nedir?” gibi kimlik sorularıyla meşgul olmuştur. Muhammed Abid el-Cabiri, Muhammed Arkun, Ali Harb ve Nasr Hamid Ebu Zeyd gibi düşünürler, Batı’nın beşeri bilimler araçlarını ve yöntemlerini kullanarak Arap-İslam mirasını yeniden anlamaya çalışmışlardır.
Bu yaklaşım derinlikli ve ciddi olmasına rağmen, Vail Hallak tarafından sert bir şekilde eleştirilmiştir. Hallak, bu neslin Batı’nın yöntemlerine ve kavramsal çerçevelerine hapsolduğunu ve mirası okurken bu çerçeveleri sorgulamadan ya da dekonstrükte etmeden kullandığını düşünmektedir. Hallak’a göre, kendini ötekinin merceğinden anlamaya çalışmak, bir tür entelektüel bağımlılığa yol açmıştır; analiz araçları, referansları sorgulanmadan ithal edilmiştir.
Hallak, aydının ötekiyle güç ve bağımsızlık konumundan etkileşime girebileceğini, böylece ötekinin başarılarını kendi mirasını ve kimliğini güçlendirmek için kullanabileceğini savunur. Ancak zayıflık ve hayranlık konumundan yapılan etkileşim, öz bilinçte bir krizi yansıtır. Örnek olarak, Muhammed Abid el-Cabiri’yi ele alır; ona göre Cabiri, İslam mirasını Batı’dan alınmış rasyonalist araçlarla ele almaya çalışmış, bu da tasavvuf, irfan ve şeriat gibi İslam düşüncesinin temel bileşenlerini ötekileştirmiştir.
Bu eleştiriler ışığında, Hallak temel bir soruyu ortaya atar: Batı’dan ve moderniteden tamamen koparak yalnızca ihtiyaç duyulduğunda onun başarılarını kullanabilir miyiz? Hallak bu hipotezi reddeder ve Müslümanlar ile Arapların, Batı modernitesiyle ilk karşılaşma anından itibaren onun içinde ve onun aracılığıyla yaşadığını belirtir. Modernite çerçevesinde yaşamak ve onun sistemi içinde düşünmek, hem doğuda hem batıda krizin temelidir; çünkü bu kriz – bireysel yabancılaşmadan çevrenin tahribatına kadar – küresel hale gelmiştir.
Bu nedenle, Hallak, Arap düşünürün hazır modernizasyon projelerine bel bağlamaması, bunun yerine İslam mirasından yola çıkarak bilgiye ve ahlaka katkı sağlayabilecek alternatif bir entelektüel proje geliştirmesi gerektiğini savunur. Burada Hallak, bireycilik ve araçsal akla dayalı Batı özgürlüğünün aksine, ahlaki sorumluluk ve manevi boyuta dayalı “liberal olmayan” bir özgürlük anlayışı önerir.
Vail Hallak, yalnızca Batı’yı ve moderniteyi eleştirmekle yetinmeyip özü de sorgulayan, çağdaş düşünce sahnesinde kendine özgü bir sestir. O, “biz” ile “öteki” arasındaki ilişkiyi bağımlılık ya da kopuş üzerinden değil, eşitlik ve sorumluluk temelinde etkin bir varlık üzerinden yeniden inşa etmeye çalışan bir entelektüel proje sunar. Bu nedenle, Hallak’ın düşüncesi, 21. yüzyılda Arap ve İslam kimliğini yeniden tanımlama çabasının bir parçası olarak görülebilir.
Hallak ve Postmoderniteye Geçişte Etkileşim:
Vail Hallak, yazılarında, konferanslarında ve röportajlarında, insan ve toplumun modernite durumunun doğrudan bir sonucu olarak yaşadığı patolojik durumu teşhis etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda, İslam’ın manevi ve anlamlı mirasından yola çıkarak, Batı’daki ahlaki ve varoluşsal boyutları reforme etmeye katkıda bulunmayı amaçlamıştır. Hallak, Batı’daki düşünürlerin, toplumları sarsan krizler karşısında, yeni bir ahlaki yapı inşa etmek için manevi temellere ihtiyaç duyduğunu düşünmektedir. Bu düşünürler, hesapçı ve araçsal akla dayalı maddi rasyonalitenin, modern çağda insanın manevi ve psikolojik krizinin temel nedeni olduğunu savunmuştur.
Hallak’ın İslam referansına dayalı reformist projesini anlamak için temel bir noktaya dikkat etmek gerekir: Modern Batı, Orta Çağ’da kilisenin hegemonyasının insan hayatı üzerinde bıraktığı olumsuz etkiler nedeniyle, “din” terimini zulüm ve baskıyla dolu bir tarihsel hafızayla ilişkilendirmiştir. Bu nedenle, Rönesans ve modernite çağında din, Batı’nın entelektüel ve kültürel oluşumunun dışına çıkarılmıştır. İnsanın rasyonel yetenekleriyle refah ve onurlu bir yaşam sağlayabileceğine olan inanç, bu süreci pekiştirmiştir. Ancak modernite projesinin insan hayatındaki yankılarına yönelik eleştiriler, metafizik kavramların insan düşüncesinde yeniden önem kazanmasına yol açmıştır. Bu bağlamda, postmodernite, moderniteyi içeriden reforme etme girişimi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu perspektiften, Batı’nın kolektif bilincinde dinle ilişkilendirilen olumsuz hafıza nedeniyle, bu tarihsel yükü hafifletmek için “maneviyat” ve “manevi boyut” gibi kavramlar kullanılmaya başlanmıştır. Batı, İslam tasavvufunda ve manevi dindarlık biçimlerinde, modernitenin bıraktığı anlam ve değer boşluğunu doldurabilecek unsurlar bulmuştur. İşte burada Vail Hallak, İslam mirasını, Batı modernitesinin aşamadığı boşlukları doldurabilecek nitelikli bir katkı olarak sunar.
Vail Hallak, ikinci nesil Arap düşünürler arasında, felsefe, mantık ve dil felsefesi üzerine uzmanlaşmış Faslı filozof Taha Abdurrahman ile en yakın etkileşim içinde olanlardan biridir. Taha Abdurrahman, Rene Guenon, Fritjof Schuon ve Seyyid Hüseyin Nasr gibi gelenekselci düşünürlerin bir uzantısı olarak kabul edilir ve İslam referans çerçevesinde fikirler sunmuştur. Hallak, Abdurrahman’dan büyük ölçüde etkilenmiş, özellikle tasavvuf gibi manevi bilgi alanlarında ondan ilham almıştır.
Taha Abdurrahman, Batı modernitesinin yalnızca maddi boyuta ve hesapçı akla odaklanarak ortak yaşamın ahlaki temellerini zayıflattığını savunur. Hallak ise bu fikri, modern devletlerin uluslararası alandaki politikalarını eleştirirken kullanır ve bunun Filistin meselesi, dünya savaşları, doğanın sömürülmesi ve maddi refah adına çevrenin tahrip edilmesi gibi alanlarda tezahür ettiğini vurgular.
Hallak, “İmkânsız Devlet” adlı kitabında, modern İslam devletinin inşasını, Batı modern devletinin başarıları ışığında tartışır ve İslam’ın manevi ve anlamlı mirasının, modern devlet modeliyle doğası gereği çeliştiğini savunur. Bu nedenle, doğu İslam dünyasının bir ferdi olarak, Batı’yı eleştirmekle yetinmez, aynı zamanda İslam kültürünün manevi bileşenlerini olası bir alternatif olarak sunar.
Son konferansında, “Buradan Başlamalıyız: Eleştiriden Niteliksel Eleştiriye” başlıklı konuşmasında, Hallak, modern Batı ile yüzleşmedeki entelektüel projesini açıklamış ve Müslümanların – Hıristiyan kökenine rağmen – zengin bir entelektüel mirasa sahip olduğunu ve Batı’dan gelen entelektüel dönüşümlere açık olduğunu vurgulamıştır. Eleştiri (criticism) ile niteliksel eleştiri (critique) arasında temel bir fark olduğunu belirtmiş ve başlangıç noktasının bu ayrımı yapmak olduğunu savunmuştur.
Hallak’a göre, Arap dünyasındaki aydınlar ve akademisyenler, genellikle Batı’nın fikirlerine tutsak kalmış ve bunlarla yüzeysel bir “eleştiri” yaklaşımıyla etkileşime girmiştir. Oysa gerçek niteliksel eleştiri, kavramları ve çerçeveleri içeriden sorgulayan bir dekonstrüksiyon sürecidir ve bu, çağdaş Batı aklının ayırt edici özelliğidir. Hallak’ın eleştirisi, fikirleri haklı çıkarmayı ya da hatalardan kurtarmayı değil, onların belirsizliklerini ve bilinçdışı yönlerini açığa çıkarmayı amaçlar.
Bu bağlamda, Hallak, liberal anlayışta kutsal ve dokunulmaz bir kavram haline gelen “özgürlük” kavramını inceler. Bu kutsallık, kalkınma ve ilerleme gibi diğer kavramlara da yayılmış ve yalnızca liberal perspektiften anlaşılır hale gelerek alternatif tanımların ortaya çıkma olasılığını ortadan kaldırmıştır.
Hallak, özgürlüğü iki türe ayırır: içsel, öznel özgürlük ve dışsal, maddi özgürlük. İçsel özgürlük, maddi ve manevi boyutları birleştiren, nefsi terbiye etmeye ve davranışı yüceltmeye çalışan bir özgürlüktür; Foucault’nun “kendilik teknikleri” olarak adlandırdığı kavramla ilişkilidir. Hallak, bu özgürlüğün İslam düşüncesinde tasavvuf ve şeriat aracılığıyla belirgin olduğunu savunur. Bu özgürlük, hatta baskıcı rejimlerde bile, insanı ihtiyaç ve arzu zincirlerinden kurtarmanın bir yolu olmuştur.
Dışsal özgürlük ise maddi akla dayanır ve en yüksek amacı hazdır. Bu çerçevede, ilişkiler arzuları tatmin etme alanlarına dönüşür ve ahlaki sapmalar, hazzı sağlama bahanesiyle meşrulaştırılır. İnsan burada anlamsızlık ve boşunalık durumuna ulaşır, yaratıcı ve aşkın bir varlık olarak özgünlüğünü kaybeder ve amaçsız bir varlığa dönüşür. Hallak’a göre bu, insanlığın çöküş anıdır.
Vail Hallak’ın Moderniteye Karşı Önerileri:
Hallak, Müslüman doğuluya, geleneksel oryantalizmi reddeden ve hem kendi mirasını hem de modernitenin meydan okumalarını bilinçli bir şekilde kavrayan bir vizyondan yola çıkan üç öneri sunar. Bu öneriler, ötekiyle çatışmayı değil, entelektüel alanda eşit bir varlık göstermeyi hedefler:
- Kendini Batı karşısındaki aşağılık kompleksinden kurtarmak: Modern çağda sömürgeci politikalar, doğulu insanın yenilikçi ruhunu yok etmeyi ve kendini ötekinin aynasında görmesini sağlamayı amaçlamıştır. Bu nedenle, ilk adım, öz güveni yeniden kazanmak ve Batı’nın maddi başarılarının Müslümanlar tarafından daha eksiksiz ve yüce bir şekilde elde edilebileceğinin farkına varmaktır.
- Gerçek bilinç ve bilgiye ulaşmak: Bu, ancak araştırma, çalışma ve tabular olmadan soru sorma yoluyla mümkündür. Moderniteyi hayranlık ya da üstünlük taslamadan anlamak, onun eleştirilerinin neden kendi içinden doğduğunu ve zorluklarını kavramak gerekir.
- Kendini köklü eleştiriye alıştırmak: Hiçbir alanın sorgulanmaktan muaf olmaması gerekir. Batı tarafından zorunlu olarak sunulan her şey sorgulanmalı ve eleştirilmelidir. Bu uygulama, sağlam ahlaki temellere dayanmayan her şeyin yok olmaya mahkûm olduğunu savunan Marx’ın “Katı olan her şey buharlaşır” sözüyle uyumlu olarak, yeni bir başlangıç noktasına ulaşmamızı sağlayabilir.
Vail Hallak’a Yöneltilen Eleştiriler:
Vail Hallak, Filistinli Hıristiyan kökenli bir düşünür olarak, Batı’da eğitim almış ve Kanada ile ABD’deki üniversitelerde ders vermiştir. Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra Müslümanların ve Arap düşünürlerin entelektüel ve kültürel tarihini inceleyerek, doğu ile batı arasındaki düşünce diyalektiğini, Batı’da yaşamış bir doğulu düşünürün manevi perspektifinden ele almıştır.
Hallak, öğrencilerine ve araştırmacılara, iki tarafı da aşırıya kaçmadan değerlendirmelerini ve temel soruları sormalarını tavsiye etse de, yakından incelendiğinde, tasavvuf mirasını ve şeriatın ahlaki boyutlarını, insanı yücelten manevi hazineler olarak yeniden değerlendirirken, Batı’ya ve moderniteye olumsuz etkileri üzerinden sert eleştiriler yönelttiği görülür.
Hallak, modernitenin aşırı maddi rasyonaliteye dayanmasına rağmen insanlığın ilerlemesine katkıda bulunduğunu kabul etse de, moderniteyi ve maddi başarılarını insanlık deneyiminin karanlık bir tezahürü olarak görme eğilimindedir. Savaşlar ve teknolojik ilerleme, insanlığın tarihsel krizleriyle bir kopuş yaratmamıştır; geçmişte genişleme ve hegemonya, askeri seferler ve köleleştirme yoluyla sağlanırken, bugün devletler arasındaki çıkar çatışmaları ve toplu imha silahlarıyla yürütülen yıkıcı savaşlarla kendini göstermektedir. İskender’in saldırıları ile Cengiz Han’ın istilaları veya dünya savaşları ile modern katliamlar arasında özde bir fark yoktur.
İnsanlık, öz bilince doğru ilerlerken, çıkarlar veya nüfuz ve hegemonya için çekişmekten vazgeçmemiştir. İslam öğretileri ve şeriat çerçevesinde bile savaşlar durdurulmamış ya da dünyaya hâkim olma arzusu söndürülmemiştir; aksi takdirde, Müslümanların yönetiminde savaşlar ve fetihler yaşanmazdı. Dahası, ilk Müslümanlar arasındaki iktidar mücadeleleri, İslam adına ve onun “doğru” biçimini gerçekleştirme iddiasıyla kanlı iç savaşlara yol açmıştır.
Hallak’ın tasavvufu yüce bir manevi ve ahlaki miras olarak görmesi, aslında bu akımın İslam medeniyetinin gerileme ve çöküş döneminde, yani rasyonalist Mu’tezile anlayışının yerini Eş’arî bilgiciliğine bıraktığı bir dönemde ortaya çıktığını göz ardı eder. Bu dönem, her türlü zulmün ve kan dökümünün sünnet adına meşrulaştırıldığı bir çağ olarak karakterize edilir. Bu koşullarda, doğu ve batıda tasavvuf hareketleri, şeriat bağlılığından “tarikat” anlayışına yönelmiş ve bu, sünnetle başa çıkmada iki farklı yöntemi – Mu’tezilî/Aş’arî veya bilgici/ilkesel – ve düşünce ile iktidar arasındaki ilişkiyi yansıtır.
Bu çerçevede, sûfîler, Kuran ve sünneti, Tanrı’yı merkezi bir anlam olarak vurgulayan pratik bir anlayışla sunmaya çalışmışlardır. Onlara göre, peygamberlik öğretileri ve bunlarla ilgili her şey, Tanrı’yı ve onun insan hayatındaki tezahürlerini bilmeye yönelik araçlardı. Bu nedenle, mutlak hakikate ulaşmayı engelleyen her şeyi ortadan kaldırmak gerektiğine inanmışlar, dünyevi bağlardan uzaklaşarak zühd ve kopuş temelli bir manevi yola yönelmişlerdir.
Ancak, postmodernite bağlamında “maneviyat” gibi kavramlarla modernite eleştirisinin yükseldiği bir dönemde, bu tasavvuf mirası, baskın bir entelektüel proje olarak sunulmaya uygun değildir. Çünkü postmodernite içindeki maneviyat, her şeyi bir bütün uğruna reddetmeye ya da maddi varlığı reddetmekle yetinmeye dayanmaz; aksine, barış, insanlık ve eşitlik üzerine kurulu bir yaşamı hedefler ki bu, maddi ilerlemeye rağmen gerçekleşmemiştir. Bu nedenle, İbnü’l-Mukaffa’nın yazıları, parlak maddi yaşam biçimlerine alışmış bir insan için, tasavvuf mirasından daha fazla çağdaş Batı bağlamında kullanılabilir görünmektedir.
Sonuç olarak, Vail Hallak’ın dikkatine sunulması gereken bir soru vardır: Arap ve İslam dünyasındaki düşünürler, Batı modernitesine hayranlık ya da onun maddi başarıları karşısında çaresizlik nedeniyle mi yöneldi, yoksa bu, öz bilinci uyandırmak ve entelektüel ile kültürel geleneği yeniden keşfetmek için bir zorunluluk muydu? Cevap, İslam ve Arap dünyasının, hicri beşinci yüzyıldan itibaren akıl karşıtı akımların hegemonyası nedeniyle entelektüel bir gerileme sürecine girmiş olmasıdır. Felsefede, Farabi’den sonra derin sorular durmuş, filozoflar yenilik yerine mevcut durumu meşrulaştırmaya yönelmiştir. Fıkıhta, içtihat kapısı kapatılmış ve şeriat, gerçekliğin dönüşümlerine ayak uyduramayan katı bir yapı haline gelmiştir.
Bu kapanma, Müslümanların modern dünyayla entelektüel olarak etkileşime girmesini veya ona katkıda bulunmasını engellemiştir. Buna karşılık, Batı, Orta Çağ’da Müslümanlardan daha sert bir dini deneyim yaşamış, ancak entelektüel çabalar ve eleştirel hareketler sayesinde Rönesans ve moderniteye geçiş yapabilmiştir. Bu geçiş, gerekli soruların sorulmasıyla öz bilince ulaşmayı sağlamıştır.
İslam dünyasında henüz tamamlanmamış olan bu geçiş, Batı ile karşılaşmanın zeminini oluşturmuştur. Bu karşılaşma, içsel çöküş ve yenilik yapamama anında gerçekleşmiş ve Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra birinci nesil Arap düşünürlerin sorduğu “Ne yapmalı?” sorusu bu şaşkınlığı ifade etmiştir. 1967 yenilgisini takip eden ikinci nesil ise, ağır bir geçmiş ve katılaşmış gelenekler ile cazip Batı modernitesi arasında en yüksek kararsızlık noktasında bulunmuştur. Bu bağlamda, Arap ve Müslüman düşünürler, kendi konumlarını anlamak, miraslarını kavramak ve neden gerileme içinde olduklarını anlamak için Batı’dan ve onun modern bilimlerinden faydalanmak zorunda kalmıştır. Bu eleştirel etkileşim, onlara özü yeniden inşa etme fırsatı sunmuştur. Eğer Vail Hallak bugün “doğulu” bir konumdan Batı entelektüel sürecine katılıyorsa, bu, iki nesil boyunca Arap ve Müslüman düşünürlerin çabalarının bir meyvesidir ve onu ters oryantalizmin bir yansıması olarak ortaya çıkarmıştır.
Sonuç:
Vail Hallak’ın, Arap-İslam entelektüel ve kültürel çerçeveler içinde hareket eden bir doğulu düşünür olarak Batı ile yüzleşmede ulaşmaya çalıştığı şey, geleneğin ve onun gerilemesinin sorusu ile Batı modernitesinin entelektüel başarıları üzerine biriken bir bilincin sonucudur. Hallak’ın tezleri, moderniteyi eleştirip İslam’ın manevi perspektifinden reforme etmeye odaklansa da, Batı’nın krizlerini ve bunlardan çıkış yollarını anlamak, Osmanlı hilafetinin çöküşünden günümüze kadar uzanan tarihsel bir etkileşimin ürünü olarak görülmelidir.
Bu nedenle, Hallak’ın entelektüel projesi, Müslüman ve Arap doğunun içsel zorluklarını göz ardı ederse, İslam mirasının bir kısmını tarihsel ve toplumsal bağlamından kopararak abartılı bir şekilde sunma riski taşır ve bu, meşru bir eleştiriye açık hale gelir.
KAYNAKÇA:
Edward Said (1995). Oryantalizm: Bilgi, İktidar, İnşa. Çeviren: Kemal Abu Dib. Beyrut: Arap Araştırmaları Kurumu.
Rıdvan es-Seyyid (20 Ağustos 2005). İslam Fıkhının Başlangıçları ve Gelişimi. Dar el-Hayat Lübnan. Çevrimiçi: www.daralhyet.net/actions/print
Orijinal İngilizce Makale Başlığı: Şatibi’nin Hukuk Teorisinde Kur’an’ın Önceliği
Vail Hallak (2019). Oryantalizmin Eksiklikleri: Modern Bilimin Eleştirisinde Bir Yöntem. Çeviren: Amr Osman. Beyrut: Arap Araştırmaları ve Yayıncılık Ağı, s. 221.
Vail Hallak (2014). İmkânsız Devlet: İslam, Siyaset ve Modernitenin Ahlaki İkilemi. Çeviren: Ömer ve Osman, Gözden Geçiren: Sair Dib. Birinci Baskı, Beyrut: Arap Araştırmaları ve Siyaset Çalışmaları Merkezi, s. 26.
Vail Hallak (2007). Mezhepsel Otorite: İslam Fıkhında Gelenek ve Yenilik. Çeviren: Abbas Abbas. Beyrut: Dar el-Madar el-İslami.
Hallak’ın ilgili konuşması için bkz: : https://www.youtube.com/watch?v=SPxoMOafHhk
Yazının orijinaline aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz: