İnanç ile Dindarlık Arasındaki Belirsizlik
Kurumsal dine, özellikle de İslam’a yönelik soğumayı uzun süredir yazılarımda ele alıyorum. Bu yazılardan birine gelen seküler tepkilerde “Kurumsal dinle inancı bir tutmuşsun; biz inançlıyız ama dinci değiliz” şeklinde eleştiriler yer aldı. Oysa metin böyle bir anlam taşımıyordu. Ancak bu türden tepkiler, günümüzde “inançlı olmak” ile “dindar olmak” kavramlarının pratikte neredeyse eş anlamlı hale geldiğini gösteriyor. Aslında mesele sadece din değil; postmodern çağda insanın kendi benliği dahil olmak üzere herhangi bir kavrama, değere ya da ilkeye inancı da büyük ölçüde aşınmış durumda.
Bilimsel Köylülük ve Türkiye’deki Pozitivist Sapma
Bu yazının başlığı olarak önce “Bilimselci Köylülük”ü düşünmüştüm. Çünkü ülkemizde “bilimsellik” adı altında benimsenen anlayış, Auguste Comte’un 19. yüzyılda kurduğu ilerlemeci pozitivizmin daraltıcı dogmasına dönüşmüştür. Bu dogmanın kökleri sadece sol-Kemalist çevrelerde değil, milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde de yaygın. Özellikle sağ cenahta bir zamanlar dindarlığıyla tanınan kimi aydın ve siyasetçilerin, artık inançla organik bağlarının kalmadığına bizzat tanıklık ediyorum. Bu eğilim, yalnızca genç nesillerde değil; milliyetçi-muhafazakâr gelenekten gelen akademisyen ve siyasetçilerde de belirginleşiyor. İnanca karşı soğukluk, bu kesimlerde dahi bir tür “bilimsel mutlakiyetçilik” ile el ele gidiyor.
Din Yerine Bilimin Mutlaklaştırılması
Dini terk eden bazı kişilerde, bu kez bilime mutlak bir inanç yönelimi gözleniyor. Oysa din yerine bilimi koymak, başka bir tür mutlakçılıktır. Bu tavrı hicivle “ışıklar içinde uyusun modu” diye tanımlayabiliriz: hiçbir şeye inanmamak ama bu inançsızlığı da mutlaklaştırmak. Türkiye’de bilime duyulan bu yüzeysel inanç, ateizm, deizm ya da agnostisizm gibi kavramların da içi boşaltılmış biçimde anlaşıldığını gösteriyor. Neticede ortaya çıkan zihniyet, “bilimsel köylülük”ten başka bir şey değil.
Bilinmezliğin Ortasında İnsan ve Anlam Arayışı
İnsan, çok sınırlı bir zaman diliminde var olabilen, ölümlü ve sınırlı bir varlık. Buna rağmen kendini yeterli, güçlü, bilgili zanneden bir zihinsel kurguya sahip. Peki, bu kadar bilinmezliğin içinde, bu kadar kırılgan bir varlık, varoluşunun anlamını nasıl çözecek? Daha önemlisi, kendine duyduğu bu yanıltıcı güven hissiyle nasıl başa çıkacak? İnsan, hem görünür hem görünmez âleme muhataptır ve belki de belirleyici olan, görünmeyen taraftır. Tarih boyunca din, bilim, felsefe ve hatta büyü; bu görünmezliği anlamlandırma çabasının farklı yolları olmuştur.
Epistemik Kopuş ve Felsefi Zemin Eksikliği
“Nasıl biliriz?” sorusunu soran epistemoloji ile “ne vardır?” sorusunu soran ontoloji arasında bağ kurabilen uygarlıklar ilerleyebilmiştir. Ne yazık ki Tanzimat’tan itibaren başlayan Türk modernleşmesi, bu türden bir felsefi zemin kurmaktan yoksundu. Cumhuriyet devrimleri ise görgü ve siyasal yapıda başarı kazanmasına rağmen, zihinsel derinliği tesis edemedi. Modernlik, sadece bir statü aracı olarak algılandı. Oysa tasavvuf, felsefe ve psikoloji gibi alanlar bir araya getirilebilseydi; akıl ve gönül arasında sahici bir bağ kurulabilseydi, daha özgün bir medeniyet tecrübesi doğabilirdi.
Bilim ve Ezoterizmin Ortak Kökleri: Doğa Filozofları
Türkiye’de bilim adına yüceltilen Newton, Descartes, Leibniz gibi figürlerin, aslında derin ezoterik ve metafizik ilgileri vardı. Bu isimleri yalnızca bilim insanı ya da mistik olarak değil; hem doğanın fiziksel hem manevi boyutlarına yönelmiş “doğa filozofları” olarak değerlendirmek gerekir. Örneğin Kepler, modern bilimin kurucu figürü olmasına rağmen “doğal büyü” ve astrolojiden etkilenmişti. Yıldızların ruhsal etkileriyle ilgilenmiş, ama bu etkileri Tanrısal bir geometriyle açıklamaya çalışmıştı. Giordano Bruno, Marsilio Ficino ve Paracelsus gibi Rönesans figürlerinin etkisi, onun kozmolojisinde açıktır.
Bilimsel Sekülerleşme ve Epistemik İkilik
Bugün bize çelişkili gelen bu tarihsel figürlerin düşünsel yapıları, aslında Aydınlanma’nın sekülerleşmeden önceki bütüncül bilgi arayışını yansıtır. Bilim ve ezoterizm onlar için zıt değil, tamamlayıcıydı. Günümüzde ise bu durum “epistemik ikilik” olarak tartışılıyor. Roger Bacon’un önerdiği gibi, bilginin hem rasyonel hem sezgisel boyutlarını birlikte değerlendiren bir anlayış, bu kopuşu onarabilir.
Kuantum Felsefesi ve Tasavvufi Paralellikler
Modern kuantum fiziği, bu epistemik sentezin yeniden mümkün olduğunu gösteriyor. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi, İbn Arabi’nin “her an yeniden yaratılış” anlayışıyla şaşırtıcı ölçüde örtüşüyor. Newton, Leibniz, Descartes ve Bacon gibi isimlerin gizli ezoterik eğilimleri, kuantum çağında yeniden görünür hale gelmektedir. Tasavvuf ile karşı-Aydınlanma düşüncesi arasında kurulacak bir sentez, yalnızca felsefi değil, medeniyet inşası açısından da ufuk açıcı olabilir.
Bilimsel Köylülüğün Ortak Dili: Seküler ve Dindar Mahalleler
Türkiye’de pozitivizmin yanlış ve yüzeysel yorumu, sadece dindarlığı değil, düşünsel derinliği de zedeledi. Seküler mahalleler, sezgi, hikmet ve metafiziği küçümseyip rasyonelliği mutlaklaştırırken; dindar mahallelerde ise literalizm, metaforu öldürerek aynı köylülüğü başka biçimde yeniden üretti. Bu yüzden “bilimsel köylülük”, hem seküler hem de muhafazakâr mahallelerin ortak sorunudur.
Karşı-Aydınlanma Düşüncesi ve Epistemik Çoğulluk
Isaiah Berlin’in tanımladığı karşı-Aydınlanma düşüncesi, bu çorak ikiliğe karşı bir imkân sunar. Berlin, tek hakikat fikrine karşı değerler çoğulluğunu ve epistemik çoğulculuğu savunur. Aydınlanma’nın tarihsel ilerleme ve evrensel akıl anlayışı, yerini kültürel bağlama, sezgiye ve çoklu hakikatlere bırakmalıdır. Türkiye’deki modernleşme süreci, eğer bu karşı-Aydınlanmacı damarlarla buluşabilseydi, hem daha derinlikli hem daha insani bir yön kazanabilirdi.
Sonuç: Yeni Bir Epistemik Sentez Arayışı
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu en temel düşünsel sorunlardan biri, bilim ile din arasında verimli bir ilişki kuramamış olmasıdır. Bilimi dogmaya, dini hurafeye indirgeyen zihin yapısı, her iki alanı da kısırlaştırmaktadır. Bu noktada yapılması gereken, bilim, din, felsefe ve maneviyatı birbirine kapalı alanlar olmaktan çıkarıp, yeni bir epistemik sentez oluşturmaktır. Bu sentez, Türkiye’nin modernliğini statü değil, anlam, hikmet ve eleştiri ekseninde yeniden kurmasını sağlayabilir.