Ölümün soğuk eli, bazen en dokunaklı sesleri de susturur. 26 Temmuz 2025’te, yarım asırdır iç savaşlarla ve İsrail’in kanlı saldırıları ve katliamlarıyla sarsılan Beyrut’un göbeğinde bir hastane odasında, Ziyad Rahbani sessizce veda etti dünyaya. 69 yaşındaydı, karaciğer sirozu denen o sinsi düşman, aylardır bedenini kemiriyordu. Haziran’da hastaneye yatmış, umut ve dirençle hastalığa karşı savaşmış ama hastalığa yenik düşmüştü. Lübnan Kültür Bakanlığı, bu kaybı resmi bir yas gibi duyurdu. Cenazesi, Amerikan Üniversitesi Hastanesi’nin koridorlarından geçip, yıllarca sahne aldığı Şehir Tiyatrosu’na taşındı. Orada, bir veda töreni düzenlendi; gözyaşları ve alkışlar karıştı birbirine. Cumhurbaşkanı Joseph Avn, Başbakan Nevvaf Selam, Marcel Halife’nin derin bakışları, Macide el Rumi’nin titreyen sesi, Gada Şubeyr’in iç çekişi… Hepsi, Ziyad’ı “özgür bir ses” diye andı. Ama özgürlük ne kadar da kırılgandı. Ziyad, Lübnan’ın acılı tarihine mizahla meydan okuyan, siyaseti şarkılara döken, kalbi komünist bir asiydi. Modern müziğin rüzgarı, politik eleştirinin temsilcisi, keskin mizahın sarsıcı kahkahası… O, Arap tiyatrosunun ve müziğinin öncüsüydü, kendi okulunu kuran bir yalnız kurt. Komünist ideolojisiyle, Lübnan’ın yaralarını sararken, bize umudun en derin acıda saklı olduğunu fısıldardı.
Çocukluğu, sanki bir eski Lübnan masalından fırlamış gibiydi. Cebeli Lübnan’ın Matn bölgesinde, Antelias kasabasında doğmuştu, o küçük evde, müzik notaları havada uçuşurdu. Ünlü besteci Assi Rahbani ile sesi kalplere derin dokunuşlar yapan doğunun efsanevi şarkıcısı Feyruz’un en büyük oğluydu. Babası ve amcası Mansur, “Rahbani Kardeşler” olarak Lübnan’ın müzikli tiyatro sahnesini fethetmişlerdi; “Lübnan’ın sesi” radyosundan yükselen ezgiler, Baalbek ve Beytü’ddin festivallerinde yankılanırdı. Ziyad, bu sanat dolu evde büyüdü; yazarlar, müzisyenler, oyuncular etrafını sarmıştı, sanki hayat bir sonsuz prova gibiydi. Antelias’taki Katolik okulda başladı eğitimi, sonra Beyrut’un Cizvit okuluna geçti. Akademik müzik eğitimi almadı belki, ama piyano tuşlarında klasik müziği ve cazı keşfetti, kendi kendine beste yapmayı öğrendi. Babasının ve amcasının gölgesinde, Amerikan cazının rüzgarıyla yoğruldu; özgün bir ses arıyordu.
Üç kardeşi vardı: Zihinsel engelli Hali’nin masumiyeti, 1988’de aramızdan ayrılan Layal’ın sessizliği, Rima’nın varlığı… 1970’lerin sonunda babasının hastalığıyla, Ziyad ailenin yükünü omuzladı; o en büyük oğul, sanki bir fırtınada yıkılmayan bir ev gibi dimdik durmak zorundaydı.
Sanat yolculuğu, edebiyatın kapısından başladı; ergenlikte yazdığı şiirleri, ruhunun derinlerinde yankılanıyor, toplumda da makes buluyordu. Ama o müziğe meraklıydı. 1971’de, 16’sında, “Dallik Hubbeni Ya Luziye”yi besteledi; bir gençlik fırtınası gibiydi. Dönüm noktası 1973’te geldi: Babası hastalanınca, Feyruz’un “İstasyon” oyunu için şarkı bestelemesi gerekti. Amcası Mansur’un sözlerine kattığı “Halk Bana Sordu”, Feyruz’un sesiyle kalplere nakış nakış işledi. O şarkı, Rahbani mirasına Ziyad’ın imzasını attı; babasından farklı, daha özgün, daha asi bir ses. Aynı oyunda polis rolüyle sahneye çıktı, “Miss el-Rim”de Feyruz’la müzikli diyaloglar… Yenilikçi ritimleri, genç enerjisi, seyirciyi büyüledi.
Kendi tiyatrosunu yazmaya başladı; “Sohriye”de (1973), Rahbani tarzını korudu. Ama Ziyad, romantik hayalleri bırakıp, Lübnan İç Savaşı’nın gerçekliğine döndü. Eserleri, mizahla acının birlikte yoğrulmuştu; halkın günlük çilesini, savaşın yıkımını, siyasetin yozlaşmasını cesurca anlattı.
Assi’nin 1986’daki vedasından sonra, Ziyad daha olgun bir yola girdi. “Yarın Ne Olacak?” (1978), aidiyetin kırıklığını mizahla sorguladı. “Uzun Bir Amerikan Filmi” (1980), akıl hastanesinde savaşın absürtlüğünü resmetti. “Başarısız Bir Şey” (1983), eğitimi ve bürokrasiyi yerden yere vurdu. “Onur ve İnatçı Halk Üzerine” (1993), “Umut Kırıntısı Olmasa” (1994), politik eleştirilerini derinleştirdi.
Feyruz için besteleri, bir anne-oğul senfonisiydi: “Nasılsın?”, “Sana Yolladım”, “Udun terennümleri”, “Otobüs”, “Sana Güvenim Var” “Ne Olur Ne Olmaz” (2001), “Umut Var” (2010), Lübnan müziğini dünyaya taşıdı. Joseph Sakr’la “Bima Ennu”, Madonna’yla projeler… Kendi sesiyle “Ben Kâfir Değilim”, “Dinle Ya Rıza”, “Hedo Nesbi” albümü, caz ve doğu müziğinin bir harmonisiydi.
Özel hayatı, iniş çıkışlarla doluydu. Dalal Karam’la evlendi, “Assi” doğdu; ama DNA testiyle Assi’nin biyolojik oğlu olmadığı anlaşıldı. Boşanmayla birlikte evlilik yıllarında yaşadıklarını Dalal dergisinde dillendirdi; Ziyad, acıyı “Dalal Reçeli” ve “Açıkça” gibi şarkılara döktü. Savaşta, Beyrut’un bölünmüşlüğünde oğlunu dokuz yaşına kadar göremedi. Carmen Lebbos’la 15 yıl aşk yaşadı; Carmen, “Hayatımın aşkı” dedi, ama Ziyad’ın düzensizliği ilişkiyi bitirdi. “Çok Yandım” adlı şarkısı, bu acının ezgisiydi.
Siyasi duruşu, bir isyan çığlığıydı. Lübnan Komünist Partisi’ne bağlı, kendini komünist olarak tanımladı. 1976 Tel el-Zaatar katliamı, onu batıya taşıdı. Radyo programları, yazılarıyla siyaseti mızrak gibi sapladı. İsrail’in “apartheid”ine karşı direnişi, Filistin’i destekledi; “iktidar-para-din” ittifakını yerden yere vurdu. Hıristiyan kökenine rağmen ateistti; bu, Lübnan’ gibi muhafazakar bir toplumda büyük gürültü kopardı. Partinin yıldönümünde, “Komünist partiden ancak hapishaneye ya da eve çıkarım” dedi. Gazetelerde yazıları, cesur bir manifesto gibiydi.
Mirası, sonsuz bir ezgiye dönüştü. Müzikte, Arap klasiklerini cazla evlendirdi; yenilikçi makamlarla Arap müziğine soluk getirdi. Tiyatroda, savaş, yolsuzluk, mezhepçilik gibi yaraları mizahla açtı; halkı merkeze koydu. Kültür Bakanlığı eserlerini müfredata aldı, üniversiteler onları belgeledi. Sosyal medyada viral oldu; Ziyad, özgürlüğün ve eleştirinin simgesi olarak yaşıyor. O, Lübnan’ın acılı rüyasında, kırık bir ud sesi gibi ebedi olarak kalplerde yaşamayı sürdürecek.