Giriş
Dünyanın gözleri önünde, canlı yayında bir milletin soykırımına tanıklık ettiğimiz bu günlerde başka bir mesele hakkında yazıp çizmek gerçekten kolay değil. Üstelik içinde bulunduğumuz sistemin neredeyse tüm unsurlarının, doğrudan ya da dolaylı olarak bu katliamı desteklediğini bilmek ayrı bir işkence.
Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese, 30 Haziran 2025 tarihli raporunda sorunun yalnızca soykırımcı İsrail’den ibaret olmadığını vurguladı. Albanese, küresel ölçekte bu soykırımın finansal destekçileri konumundaki şirketlerin ve üniversitelerin isimlerini ve kirli ilişkilerini ifşa etti. Raporda; silah üreticileri, teknoloji şirketleri, inşaat ve yapı firmaları, madencilik ve hizmet sektörleri, bankalar, emeklilik fonları, sigorta şirketleri, üniversiteler ve hatta yardım kuruluşları mercek altına alınıyor.
Ne yazık ki hâlihazırda doktora çalışmalarımı yürüttüğüm Edinburgh Üniversitesi de bu listede. “Edinburgh Üniversitesi, İsrail’in askerî operasyonlarına destek veren şirketlerle ortaklık yapmaktadır. Bu ortaklıklar arasında Leonardo S.p.A. ve Ben-Gurion Üniversitesi ile yürütülen işbirlikleri de bulunmaktadır. Özellikle Ben-Gurion Üniversitesi’ndeki Yapay Zekâ ve Veri Bilimi Laboratuvarı üzerinden paylaşılan araştırmalar, doğrudan Filistinlilere yönelik saldırılarla ilişkilendirilmektedir. Ayrıca Edinburgh Üniversitesi, yaklaşık 25,5 milyon sterlin (yaklaşık 32 milyon ABD doları) tutarındaki yatırımı dört büyük teknoloji şirketinde – Alphabet, Amazon, Microsoft ve IBM – bulundurmaktadır. Bu şirketler, İsrail’in gözetim altyapısının ve Gazze’de devam eden yıkımın merkezinde yer almaktadır.” (BM Filistin Raporu, s.25).
Rapordaki bulgulara geçmeden önce Leonardo S.p.A. (Leonardo: Havacılık, Savunma ve Güvenlik) hakkında kısa bir parantez açmak istiyorum. İtalya/Roma merkezli bu şirket, başta Birleşik Krallık olmak üzere pek çok devlete askerî ekipman ve teknoloji desteği sunmakta, ancak hizmetleri bununla sınırlı değil. İsrail’e havacılık, insansız hava araçları, yapay zekâ, yazılım ve askerî mühimmat desteği sağlayan Leonardo, özellikle 7 Ekim sonrasında tüm dünyada aktivistlerin hedefinde.
Edinburgh’da yaşadığım evin yalnızca 50 metre ötesinde bulunan şirket yerleşkesi, İsrail soykırımını protesto eden aktivistlerin toplanma noktası. Mart ayında Palestine Action (Filistin Hareketi) grubundan üç kadın aktivist, şirketin elektrik ağını keserek faaliyetleri sabote ettikleri ve araçla yerleşkenin çitlerine saldırdıkları gerekçesiyle tutuklandılar. Birleşik Krallık hükümetinin Palestine Action’ın bu tür sabotaj eylemlerini “terör eylemi” olarak değerlendirdiğini ve bu grubu resmî terör örgütleri listesine aldığını da belirtelim (McMillan, 2025).
Leonardo’nun başta Roma, Londra ve Edinburgh’daki yerleşkeleri önünde Filistin destekçisi grupların protestolarının sürdüğü günlerde (Mart 2025), insansız hava araçları üreten milli gururumuz BAYKAR’ın, Leonardo ile Roma’da bir dizi sözleşme imzaladığını da ekleyelim.
Bulgular
Raporun giriş bölümünde, İsrail ile küresel şirketlerin soykırım ve işgal temelli işbirliğinin yalnızca buzdağının görünen kısmı olduğu vurgulanmakta. Ayrıca bu durumun sona ermesinin, özel sektörün ve yöneticilerinin hesap verebilirliğinin sağlanmadığı sürece mümkün olmayacağı belirtilmekte.
İlk imtiyazlı şirketlerin devlet benzeri çok geniş yetkilerle donatılmış olmalarının sağladığı avantajlarla, yerli halkların topraklarından edilmesi, köleleştirilmesi ve kaynaklarının gasbı gibi hukuka ve insan onuruna aykırı pek çok eylemin faili oldukları ifade edilmekte. Ancak zamanla –özellikle sömürge yarışı ve bu yarışta elde edilen menfaatlerin Avrupa ekonomisinin belkemiğini oluşturması nedeniyle– modern sömürgeciliğin görünen yüzü hâline gelen şirketler, “sınırlı sorumluluk” ilkesiyle yükümlülükten kurtarılmışlar. Raportörün ifadesiyle: “Şirketler yalnızca bu hukuki ayrım perdesinin sağladığı avantajları devralmakla kalmamış, aynı zamanda uluslararası hukukun şekillendiricileri olarak da ortaya çıkmıştır” (s. 3).
Hukuku ortaya koyanların, hukukla kendilerini bağlı hissetmemeleri ve üstelik ortaya koydukları hukuku ihlâl etmeleri, özellikle hükümetler nezdinde aşina olduğumuz bir tablo. Ancak mali gücü, onlarca devletin toplam mali gücünden fazla olan devasa uluslarüstü şirketlerin önce hukuksuzluklara imza atıp ardından bu eylemleri için hukuki kılıflar üretecek güce erişmeleri, onların hükümetlerden daha tehlikeli oldukları tezini güçlendiren göstergelerden sadece biri.
Öte yandan raporda, şirketlerin sahip oldukları gücün onları sorumluluktan muaf kılmadığına dair tarihsel örneklere de yer verilmiş raporda. Denilebilir ki şartlar oluştuğunda, mevcut insan hakları ihlallerinin öncülüğünü yapan bu şirketlerin karar alma pozisyonlarını işgal eden yöneticileri yargılanabilecek. En azından bunun önünde hukuki bir engel bulunmuyor. Bu bağlamda raporda öne çıkan örneklerden biri, I.G. Farben yargılamalarıdır (s. 4). Raporda bu davanın ayrıntılarına girilmemiş; ancak önemine binaen burada kısaca açıklamak faydalı olacaktır.
I.G. Farben davası, II. Dünya Savaşı sonrasında Nürnberg Yargılamaları kapsamında yürütülen 12 ek davadan biri. Önemi, savaş suçları nedeniyle özel şirket yöneticilerinin bireysel sorumluluğunun tartışılmaya başlanmış olmasından kaynaklanır. Almanya’nın en büyük kimya ve ilaç tekeline sahip olan bu şirket, BASF, Bayer ve Hoechst’un birleşmesiyle ortaya çıkmış. Nazi soykırımı sırasında Hitler rejiminin savaş ekonomisinin belkemiğini oluşturmuş, sentetik yakıt, kauçuk, patlayıcı ve kimyasal üretimiyle rejimin savaş gücünü ayakta tutmuş. Ayrıca Auschwitz yakınlarında kurulan Buna-Werke fabrikasında toplama kampı mahkûmlarını köle işçi olarak istihdam etmiş bu şirket. Bu nedenlerle şirketin yöneticileri, ABD tarafından Nürnberg’de kurulan mahkemede, Amerikalı yargıçlar tarafından yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmışlar.
Raporda ayrıca, klasik sömürgecilikten çok daha tehlikeli olan ve dünyanın, İsrail yüzünden yeniden hatırlamak zorunda kaldığı “yerleşimci sömürgecilik” (settler colonialism) kavramı sıkça geçmekte ve İsrail’in bu politikalarına destek veren şirketlerin yargılanmaları gerektiği açıkça ifade edilmekte.
Peki, literatürde sıklıkla geçen bu “yerleşimci sömürgecilik” nedir? Terim, klasik sömürgecilikten farklı olarak yalnızca kaynakların sömürülmesini değil; sömürgeci nüfusun yerli halkı yerinden etmesini, ele geçirdiği topraklara kalıcı olarak yerleşmesini ve çoğu zaman yerli halkı ortadan kaldırmasını ifade eder. İsrail’de yaşanan da tam olarak budur.
Buna rağmen Batılı medya organlarında (örneğin New York Times gibi sözde köklü medya gruplarında) Batı Şeria’da İsrail askerlerinin gözetiminde gerçekleşen sivillere yönelik saldırılar, Filistinlilerin evlerinden ve topraklarından zorla çıkarılmaları “Yahudi yerleşimciler ile Filistinliler arasındaki arbede” gibi ifadelerle servis edilmekte. Oysa bunun, yerleşimci sömürgeciliğin en bariz örneklerinden biri olduğuna şüphe yok. İsrail kolluk kuvvetlerinin eskortluğunda, silah zoruyla insanları evlerinden çıkaranların da “sivil” olmadıklarına şüphe yok.
İsrail, bu yok etme politikalarını yalnızca askeri materyal sağlayan şirketler aracılığıyla değil, aynı zamanda teknoloji desteği sunan şirketler ve üniversiteler sayesinde yürütmekte. Üniversitelerden başlamak gerekirse; beşeri sermaye üzerine kurulan bu kurumlar, Filistin topraklarının sömürgeleştirilmesinin dayandığı ideolojiyi beslemiş, silah teknolojileri geliştirerek ve ürettikleri teknolojiyle yerleşimci sömürgeciliği destekleyerek, soykırım ve ağır insan hakları ihlallerinin destekçisi olmuşlardır. Küresel araştırma iş birlikleri sayesinde “akademik tarafsızlık” perdesi arkasına saklanan bu kurumlar, Filistin’in tarihten yavaş yavaş silinişini görünmez kılmışlardır (s. 6).
Örneğin İsrail’in drone teknolojisi, ABD’nin mühendislik alanındaki en prestijli eğitim kurumu kabul edilen Massachusetts Institute of Technology (MIT)’nin desteğiyle otomatik silah sistemleri kazanmış ve sürü formasyonunda uçabilme kapasitesine erişmiştir (s. 8). Benzer şekilde Münih Teknik Üniversitesi de İsrail’e askeri ve teknolojik alanlarda hizmet veren, hatta Avrupa Komisyonu tarafından bu amaçla fonlanan üniversiteler arasında yer almaktadır (s. 24).
Şirketlerin soykırımdaki rolleri de bu “sözde” eğitim kurumlarınınkinden pek farklı değil. İsrail, Filistinlilerin evlerini, ibadethanelerini, okul ve hastanelerini buldozer üretim devi Caterpillar Inc.’in robotlarıyla yerle bir etmekte. Raporda, yaralı Filistinlilerin toplu mezarlara yine bu buldozerlerle gömüldüğüne dair veriler de aktarılmakta. Üstelik Leonardo gibi firmaların teknoloji desteği sayesinde Caterpillar’dan satın aldığı teçhizata uzaktan kumanda ve silah sistemleri entegre eden İsrail, bu cihazları tam anlamıyla “katil robotlara” dönüştürmüş durumda.
İnsan hakları kuruluşlarının sözleşmeleri sonlandırması yönünde Caterpillar şirketi üzerinde baskı kurması da bir neticeye varamamış olacak ki, 2025 yılı içeresinde şirket, İsrail’le olan sözleşmesini yenilemiş (s. 12). Güney Kore’nin HD Hyundai ve İsveç’in Volvo firmaları da uzun yıllardır İsrail’e destek veren şirketler arasındalar. Bu şirketlerin ürünlerinin İsrail tarafından suç teşkil edecek şekilde kullanıldığına dair bolca kanıt bulunmasına ve insan hakları örgütlerinin defalarca işbirliğini sonlandırma yönündeki çağrılarına rağmen bu firmalar, İsrail pazarına tedarik sağlamaya devam etmekteler. Raporda bu şirketlere ilişkin ifade şu şekildedir: “Pasif tedarikçiler, böylece yerinden etme sisteminin bilinçli failleri hâline gelmektedir” (s. 13).
Raporda adı geçen şirketler sadece Filistinlilerin evlerinin ve yerleşim alanlarının yıkımında değil, özellikle Batı Şeria’da zorla ele geçirilen topraklara “Yahudi yerleşimcilerin” yerleştirilmesi projelerinde de aktif rol oynamakta. Caterpillar, HD Hyundai ve Volvo’nun yanı sıra Alman Heidelberg Materials AG firması da yerleşimci kolonyal çetelerin gasp ve yağma projelerine açıkça destek vermekte (s.14).
Enerji sektöründe British Petrol (BP) ve Chevron öne çıkmakta. BP, stratejik Azerbaycan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının; Chevron ise Kazakistan Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu’nun ve bunlarla bağlantılı petrol sahalarının büyük hissedarları konumundalar. Bu nedenle her iki şirket, İsrail’in ham petrol ithalatına en büyük katkıda bulunan aktörler arasında yer almakta (s.17).
Hizmet sektöründe ise Booking.com ve Airbnb gibi global rezervasyon platformları, komisyon karşılığında sundukları konaklama hizmetleri aracılığıyla İsrail’in işgal ve illegal yerleşim politikalarından doğrudan nemalanmaktalar (s.20).
Teknoloji şirketlerine bakıldığında Microsoft’un özel bir konumu olduğu görülmektedir. Microsoft, 1991 yılından bu yana İsrail’de faaliyet göstermekte ve Amerika Birleşik Devletleri dışındaki en büyük merkezini burada bulundurmakta. Şirketin teknolojileri; cezaevi hizmetleri, polis teşkilatı, üniversiteler, okullar ve kolonilerdeki kurumlar da dâhil olmak üzere çok çeşitli alanlarda aktif olarak kullanılmakta. 2003 yılından bu yana sistemlerini ve sivil teknolojilerini İsrail ordusuna entegre eden Microsoft, aynı zamanda İsrailli siber güvenlik ve gözetim girişimlerini satın almakta (s.10).
Apartheid rejimi, askerî ve nüfus kontrol sistemleri giderek artan miktarda veri üretmekte ve bu da bulut depolama ile bilişim teknolojilerine bağımlılığı artırmakta. Bu kapsamda İsrail, büyük ölçüde Savunma Bakanlığı harcamalarıyla finanse edilen 1,2 milyar dolarlık bir sözleşmeyi (Project Nimbus) 2021 yılında Alphabet Inc (Google) ve Amazon Inc şirketlerine vermiş. Bu projeyle ülkenin temel teknoloji altyapısının güçlendirilmesi amaçlanmış (s.10).
7 Ekim sonrası ise Microsoft’un İsrail ordusu ile yapay zekâ ve bulut bilişim alanında imzaladığı sözleşmelerin hâlen yürürlükte olduğu raporlanmakta. Microsoft’un Azure bulut yazılımının, Filistinlilerin İsrail tarafından gözetiminde kullanıldığı; ayrıca İsrail hava kuvvetlerinin ölümcül hava saldırıları için potansiyel hedeflerin veritabanlarını yöneten Ofek Birimi (Ofec Unit) tarafından işletildiği tespit edilmiş. Sızdırılan belgeler, Microsoft’un İsrail’deki tüm ana askerî altyapılarda doğrudan bir “iz” bıraktığını ortaya koymakta (Bhuiyan, The Guardian; 2025).
Mustafa Suleyman
Microsoft’tan bahsetmişken, şirketin CEO’su Mustafa Suleyman’ın hikâyesine değinmeden geçmek olmaz. Asimile olmuş, şahsi çıkarları uğruna soykırıma destek veren bir şirketin yönetici koltuğunda oturan beyaz yakalı bir kölenin ibretlik hikâyesi… Gerçekten de bundan daha çarpıcı bir örnek bulmak güç.
1984 yılında Londra’da, taksicilik yapan Suriyeli bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Suleyman, Oxford Üniversitesi’ndeki eğitimini 19 yaşında yarıda bırakır. Daha sonra mühendislik eğitimi alan Suleyman, henüz 26 yaşındayken yapay zekâ şirketi DeepMind Technologies’i kurar. Yalnızca dört yıl sonra, bu şirketi Google’a 400 milyon sterlin (540 milyon dolar) karşılığında satar. Şirket Google tarafından satın alınsa da kendisi yönetici olarak çalışmaya devam eder.
Ancak 2019 yılında, çalışanlarına sistematik mobbing uyguladığına dair artan şikâyetler üzerine yürütülen soruşturma neticesinde haksız bulunan Suleyman, DeepMind’dan ayrılmak zorunda kalır. 2024 yılına gelindiğinde ise Microsoft’un Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı’na ve CEO’luk koltuğuna oturur. 6 Nisan 2025 tarihinde, şirketin kurucusu Bill Gates’in de katıldığı Microsoft’un 50. kuruluş yıldönümü etkinliğinde sunum yapan Mustafa Suleyman, şirketin bugünlere geliş sürecini gururla anlatırken, İbtihal Aboussad ve Vaniya Agrawal isimli iki şirket çalışanının protestosu ile karşılaşır. Microsoft’un Filistin’deki soykırıma nasıl doğrudan destek verdiğinin açıklanmasını isteyen bu iki cesur mühendisin işine ise vakit kaybetmeden son verilir.
Bu olaydan birkaç hafta sonra, Microsoft’un Kaliforniya’daki bir programında başka bir şirket çalışanı Joe Lopez, bir başka birim CEO’sunun konuşmasını yarıda keserek şu sözlerle tepki gösterir: “Biraz da şirketimizin Filistinlileri nasıl öldürdüğünü anlatın. Biraz da Azure programının İsrail’in savaş suçlarına nasıl altyapı sağladığını anlatın.” (Bhuiyan, The Guardian, 2025).
Lopez, daha sonra bu protestoya neden giriştiğini ve motivasyonunun ne olduğunu şirket çalışanlarına gönderdiği e-postayla özetle şu şekilde açıklar:
“Tasarladığım sistemlerin çocukları öldürdüğünü öğrendiğimde başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu şirkette daha fazla çalışamazdım. Bugün, 77 yıl önce işlenmiş olan aynı suçlara tanıklık ediyoruz; ancak kritik bir farkla: İsrail İşgal Güçleri, Microsoft’un bulut ve yapay zekâ teknolojileri sayesinde bu soykırımı artık çok daha büyük bir ölçekte yürütmektedir… Microsoft, kimliği açıklanmayan kişilerce şirket içi denetim yaptırdığını ve iddiaların asılsız olduğunu öne sürerek konuyu kapattı. Ama en büyük Azure müşterilerinden birinin [İsrail] insanlığa karşı suç işlediğini bilmek için iç denetime ihtiyaç yok. Bunu her gün internet üzerinden canlı olarak görüyoruz.”
Sonuç ve Öneriler
Her tarafımız kuşatma altındayken itiraf edelim ki işimiz hiç kolay değil. Bu satırları Microsoft marka bilgisayarımda, yine Microsoft lisanslı Word programını kullanarak yazmak; raporu okurken anlamadığım veya merak ettiğim hususları Google arama motoru üzerinden kontrol etmek; rapordaki karmaşık yapıları ve aşina olmadığım kavramları ChatGPT’ye sormak, gerçekten ne kadar büyük bir kuşatma altında olduğumuzu kanıtlıyor.
Ama bu durum bizi umutsuzluğa sürüklememeli, çünkü sıradan vatandaşlar olarak elimizde hâlâ boykot gibi güçlü bir silah var. Aslında bu mesele, önemine binaen “Boykot Nasıl Yapılmalı?” başlıklı ayrı bir yazının konusu olmayı hak ediyor ama yinede temel prensiplere değinmekte fayda var.
Öncelikle şunu vurgulamalıyız: elimizdeki tek seçeneği doğru ve etkili kullanmak gerekiyor. Bilinçli boykottan söz ediyorum. BDS hareketi (Boycott, Divestment and Sanctions / Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar Hareketi) bu alanda uzun süredir çaba gösteren ve düzenli boykot listeleri paylaşan güvenilir bir oluşum. Bu nedenle İsrail’in sürekli hedefinde.
BDS, boykot listesini hazırlarken önemli bir ilkeye odaklanıyor: Binlerce markanın yer aldığı uzun listeler, boykotu uygulanamaz hale getiriyor. Uzun ve karmaşık listeleri hem takip etmek zor, hem de bunların güvenilirlikleri tartışmalı. Ayrıca kabarık listeler tüketicilerde karamsarlık yaratıyor. Hatta, boykotu sulandırmak isteyenlerin bu listeleri bilinçli olarak şişirdiği senaryosu bile mümkün. Bu nedenle BDS, İsrail’e ve soykırım politikalarına doğrudan destek verdiği bilinen markalar üzerine yoğunlaşmayı öneriyor. Bu, boykotun amacına ulaşma ihtimalini de artırıyor.
İkinci önemli nokta, boykot sadece bireysel vatandaş eylemleriyle sınırlı kalmamalı; hükümet ve devlet düzeyinde de adımlar atılmalı. Boykot çok katmanlıdır ve hedef kitlesi çeşitlidir. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı, 1416 sayılı kanun kapsamında, ülkenin yetişmiş personel ihtiyacını karşılamak amacıyla her yıl binlerce öğrenciyi yurt dışına gönderiyor. Öğrencilerin kabul almaları gereken üniversiteler, üniversite derecelendirme kuruluşlarının şartlarını sağladığı sürece bakanlığı çok ilgilendirmiyor.
Doğru olan da bu ancak raporda İsrail’e doğrudan destek verdikleri gerekçesiyle ifşa edilen MIT, Edinburgh Üniversitesi ve Münih Teknik Üniversitesi gibi okullar, bakanlığın kara listesine girmeli. Halihazırda eğitim gördüğüm okulun—devletimizin ödediği parayla çarklarını döndüren bu okulun—bizim paramız ve emeğimizle üretilen bilgi ve teknolojiyi İsrail’e aktararak sivillerin katledilmesine göz yumulamaz.
Kampüslerde aylarca süren protestolara rağmen okul, İsrail ordusu ve üniversitelerine sağladığı teknik ve finansal desteği sonlandırmayı reddediyorsa, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu okula tek bir kuruş bile göndermemesi iktiza eder.
Bu okullar, halihazırda yaşadıkları ekonomik kriz nedeniyle ve Avrupa’dan gelen öğrenciler ile Avrupa dışından gelen öğrencilerin okul ücretleri arasındaki fahiş fark nedeniyle, Avrupa dışından gelen öğrencilerin kontenjanlarını artırmak yönünde bir dizi karar almak durumunda kaldılar son zamanlarda. Özetle; Türkiye, Çin, Japonya, Tayland gibi ülkelerden gelen öğrenciler, Avrupa vatandaşlarının ödediği ücretin yaklaşık üç katını ödediklerinden, bu ülkelerden öğrenci gelmemesi veya gelen öğrenci sayısında azalma olması, bu okullar için ciddi bir sorun teşkil ediyor. Şirket mantığıyla işleyen bu okulların, maddi yaptırımlarla karşılaşmadıkları sürece geri adım atma ihtimalleri oldukça düşük.
Meselenin bir de prestij tarafı var tabii ki. Raporda zikredilen bu üniversitelerin tamamı dünya sıralamasında ilk 20’deki okullar. Halihazırda özellikle Filistin konulu yayınlar söz konusu olduğunda, bu üniversitelerin yayın organları ya ciddi bir sansür uygulamakta ya da Harvard Üniversitesi’nde olduğu gibi Filistin konusunda çıkarılması planlanan dergi projesi komple iptal edilmekte.
Uzun vadede bu okullar, hem sıralamadaki yerlerinden olacaklar hem de yüzlerce yılda kazandıkları prestijlerini, şımarık bir çocuğun yanında saf tutmakta ısrarcı oldukları için kaybedecekler. Ancak kısa vadede atılması gereken ilk adım, ticarethane gibi işletilen bu kurumları, en değerli varlıklarından —para ve yetişmiş insan kaynağından— mahrum bırakmaktır.
Kaynakça
Anne McMillan, ‘Proscription of Palestine Action ‘A Dangerous Shift in the law’’ (12.08.2025) https://www.ibanet.org/Proscription-of-Palestine-Action-a-dangerous-shift-in-the-law
Johana Bhuiyan, ‘Microsoft Employee Interrupts CEO’s Keynote with Pro-Palestinian Protest’ The Guardian https://www.theguardian.com/technology/2025/may/19/microsoft-ceo-speech-palestinian-protest (19.04.2025)
UN Human Rights Council, ‘From Economy of Occupation to Economy of Genocide: Report of the Special Rapporteur on the Situation of Human Rights in The Palestinian Territories Occupied Since 1967, Francesca Albanese’ A/HRC/59/23, 30.06.2025.