“Demokrasi Yolunda” Mücadeleye Adanmış Bir Ömür: Ali Fuad Başgil

Giriş:          

Bundan 15 sene evvel, Ankara Hukuk’taki tahsilim sırasında, haftalık okumalar yapmak maksadıyla kurmuş olduğumuz Sahaf Sever Kitap Kurtçukları Kulübü’nde, kıymetli bir dostumun tavsiyesi üzerine okumuştum Demokrasi Yolunda’yı. Türkiye’de demokratik erozyon ve otoriterleşme tartışmalarının gündemi sürekli meşgul etmesi ve mazinin mağdurlarının, günümüzün muktedirlerine evrilişinin sancılı sürecine tanıklık ettiğimiz zaman diliminde; muhafazakâr ve liberal düşünce sistemini aynı potada eritebilmeyi başarabilmiş bir ismi yeniden ve güncel gelişmeler ışığında okuma gereksinimi, kitabı raftan indirme motivasyonum oldu.

Birçok kimse Ordinaryus Profesör Ali Fuad Başgil’i, Gençlerle Başbaşa isimli kitapçığıyla bilir ve tanır. Ancak Başgil’in Demokrasi Yolunda isimli eseri bir başyapıttır. Cemil Meriç’in Bu Ülke’si neyse, Başgil’in Demokrasi Yolunda’sı da odur. Bu eser, yalnızca çağının ötesinde fikirler ihtiva etmesi nedeniyle değil; aynı zamanda söyleyiş ve ifade ediş biçimi açısından da fevkalade istisnai bir nitelik arz etmekte.

Bazı eserler vardır, okurken altını çizmeyi ve not almayı bırakmak zorunda hissedersiniz. Çünkü bir noktadan sonra fark edersiniz ki; neredeyse okuduğunuz yerlerin tamamının altını çizmişsiniz. “Önce hak ve hakikati bil ki hak ve hakikat ehli kimdir bilesin” cümlesi ile başlayan Demokrasi Yolunda da böyle bir eser.

Şimdi kısaca Ali Fuad Başgil’i tanıyalım. Akabinde ise onun adalet, hürriyet, eşitlik ve liyakat üzerine kaleme aldığı düşüncelerinden (hiçbir tevil, tadil ve revizyona girmeden), doğrudan Başgil’in diliyle örnekler sunalım. Onun, meseleleri nasıl veciz bir dille ve bolca teşbihlere başvurarak, sıradan insanların dahi rahatlıkla anlayabileceği bir üslupla ortaya koyduğuna beraber tanıklık edelim.

Ali Fuad Başgil  

Samsun Çarşamba doğumlu olan Başgil, Kafkas Cephesi’nde dört buçuk yıl vatan görevini ifa ettikten sonra, kariyerine yönelik yaşadığı kararsızlığı, müderris Şevketî Efendi’nin telkin ve tavsiyeleri üzerine tahsil hayatına kaldığı yerden devam ederek gidermiştir. Müderris Şevketî Efendi’nin, Başgil’in münevver/aydın kimliğinin ortaya çıkmasında rolü büyüktür. Öyle ki, Robert Kolej mezunu, Avrupa’da tahsil görmüş ve Fransızca, Almanca, Arapça başta olmak üzere birçok dili akıcı şekilde konuşan bir muallimin telkinlerini görmezden gelmek pek de mümkün değildir. (Başgil, 2021: 68-70)

Başgil’in Batı’yla yolu lise yıllarında Paris’te kesişir. Önce hukuk alanında lisans tahsilini tamamlayan Başgil, akabinde Paris Hukuk Fakültesi’nden 1926 yılında doktora derecesini alır. Doktora tezini, çiçeği burnunda Cumhuriyet’in kurucu lideri Mustafa Kemal’e ithaf eden Başgil, aynı zamanda Paris Siyasî İlimler Okulu ve Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden de mezun olmuş; ayrıca Lahey Devletler Hukuku Akademisi’nde derslere devam etmiştir (Kayacı ve İçener, 2023: 84).

1929 yılında yurda dönen Başgil, önce Ankara Hukuk Fakültesi’nde Roma Hukuku Profesörü, ardından İstanbul Üniversitesi’nde Anayasa Hukuku Profesörü olarak akademik çalışmalarını sürdürür. 1937 yılına geldiğimizde, Hatay sorununun çözümü için Cenevre’de toplanan komisyonda, Türk delegasyonunun hukuk müşavirliği görevini üstlenir (Kayacı ve İçener, 2023: 85).

Cumhuriyetin yeni kurulduğu dönemde, ferdî teşebbüs imkânlarının yetersizliği ve İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri nedeniyle devletçi bir yaklaşım sergileyen Başgil’in düşünce sistemi, 1940’lardan itibaren liberal eksene kayar ve ferdî hürriyetlerin korunması ve garanti altına alınması odaklı bir yaklaşımı benimser (Tanör, 2010: 93). 1935 yılında basılan Esas Teşkilât Hukuku Dersleri (bugünkü anlamıyla Anayasa Hukuku Dersleri) adlı eserinde; devletin ve hâkimiyetin esasını, vatandaş-devlet ilişkilerini ve demokrasi ile demokrasiye karşı direnen devlet sistemlerini ele alır. Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti’nin kuruculuğunu Ahmet Emin Yalman ile birlikte üstlenen Başgil, muhtelif gazete ve dergilerde kaleme aldığı makale ve konferans metinlerini Demokrasi Yolunda ismiyle yayımlar (Kayacı ve İçener, 2023: 86).

Başgil, hem fikir hem de aksiyon adamıdır. 1960 darbesinin ayak seslerini önceden duyan Başgil, Menderes’in Tahkikat Komisyonları’nı kurmasının ardından Çankaya Köşkü’nde Menderes ve arkadaşlarıyla bir araya gelir ve onları uyarır. Hükûmetin istifa etmesinin ve kurulacak yeni hükûmette Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi vekillerinin birlikte yer almasının tek çıkar yol olduğunu belirtir. Bu durumda darbeye lüzum kalmayacağı yönündeki düşüncesini Demokrat Parti’nin ileri gelenleriyle paylaşır, ancak olumlu bir netice alamaz (Başgil, 2018: 76). Sonrası malum.

Başgil’in müderris tedrisatından geçmiş olması ve din ile maneviyatı, Batı’nın liberal demokrasi kazanımlarıyla harmanlama yönündeki dünya görüşü, statükoyu rahatsız eder. İstanbul Üniversitesi talebelerinin, hocalarının “gerici” olduğu gerekçesiyle topladığı imzalar üzerine, darbecilerin İstanbul Valisi Refik Tulga, Başgil’den bu ithamlara cevaben bir savunma talep eder.

Bunun üzerine Başgil fakültedeki görevinden istifa eder, ancak Fakülte Profesörler Kurulu bu istifayı kabul etmeyip Başgil’i yeniden göreve döndürür. Ancak takip eden süreçte, Millî Birlik Komitesi’nin kabul ettiği kanuna dayanılarak 147 öğretim üyesi görevinden uzaklaştırılır (Kayacı ve İçener, 2023: 88). Başgil de meşhur “147’likler” arasındadır.

Cuntacılar, anayasa yapmakla görevli Kurucu Meclisi eleştirilerden muaf tutmak amacıyla, bu meclisin hiçbir şekilde eleştirilemeyeceğine ilişkin bir mevzuatı yürürlüğe koyar. Ancak Başgil, eleştirilerini sürdürdüğü gerekçesiyle tutuklanır ve cezaevine konulur.

Aktif siyasete girip girmeyeceği yönündeki sorulara sürekli maruz kalan Başgil, bazı kişilerin “siyaset üstü” kalması gerektiğini ve bu nedenle politikaya girmeyi düşünmediğini ifade etse de, cezaevinden çıktıktan sonra eski öğrencisi, hemşehrisi ve adaşı olan Ali Fuat Alıșan’ın ısrarı üzerine aday olur ve 1961 seçimlerinde Adalet Partisi listesinden Samsun senatörü olarak seçilir (Başgil, 2018: 94).

Halkın ve temsilcilerinin ilgi ve alâkasının büyümesi üzerine Başgil, yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde adaylığını ilan eder. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Demokrat Parti’nin kapatılmasının ardından aynı seçmen kitlesine hitap etmeyi amaçlayan Adalet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi’nden 277 milletvekili, Başgil’in Cumhurbaşkanlığı adaylığını imzalarıyla destekler (Kayacı ve İçener, 2023: 89).

Cuntacılar, Cemal Gürsel’in tek aday olabilmesini sağlamak ve bu doğrultuda siyasi partilerin başka bir aday çıkarmamasını garanti altına almak için, partilerle Çankaya Protokolü’nü imzalar. Cuntacılar açısından her şey yolunda gitmektedir, ta ki Başgil Cumhurbaşkanlığı adaylığını açıklayana kadar. Ancak cuntacılar da kararlıdır. Tek adayın yarıştığı ve adına da “seçim” denilen bu garip düzene karşı çıkanları sindirmek için silahlarını masaya koymaktan çekinmezler. Üstelik Başgil, yalnızca Meclis aritmetiğini arkasına almış bir aday değildir; aynı zamanda yurt çapında milliyetçi, muhafazakâr ve demokrat kimliğiyle tanınan ve sevilen bir figürdür. Aday olması durumunda seçimi kazanmasının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.

Tehlikenin farkında olan cuntacılar, Başgil’i Başbakanlığa çağırır. Burada Orgeneral Fahri Özdilek ve Tuğgeneral Sıtkı Ulay tarafından baskı altına alınan Başgil, adaylığını geri çekmesi yönünde uyarılır; bu uyarıları dikkate almaması hâlinde sonuçlarına katlanacağı yönünde açıkça tehdit edilir. Türk Silahlı Kuvvetleri subayları tarafından tehdit edilmeyi hazmedemeyen Başgil, adaylıktan çekilmek yerine doğrudan senatörlük görevinden istifa eder.

Bu görüşmede neler konuşulduğunu hatıratında kaleme alan Başgil, adaylıktan çekilmemesi durumunda (i) seçimlerin iptal edileceği, (ii) Meclis’in dağıtılacağı ve (iii) kendisinin can güvenliğinin garanti edilemeyeceği yönünde tehditlere maruz kaldığını ifade eder (Kayacı ve İçener, 2023: 89).

Fikirleri:

Ali Fuad Başgil’in demokrasi, hürriyet, hak ve adalet anlayışı; sadece bir siyasal rejime yahut hukuki sisteme değil, aynı zamanda bir insanlık onuru meselesine dayanır. Ona göre, “Demokrasi yalnız bir idare şekli değil, aynı zamanda bir cemiyet nizamıdır. Bu nizam, ferdin haysiyet ve şerefini esas alır” (Başgil, 2018: 40).

Bu bakış açısı, onun hem Türkiye’nin demokratikleşme serüvenine hem de evrensel değerlerin inşasına yönelik katkılarını şekillendirir. Başgil için hürriyet, sadece devlet müdahalesinin yokluğu değil, “ferdin fikir, vicdan ve hareket serbestisinin teminat altına alınması”dır. Ona göre “Hürriyetin düşmanı, yalnız istibdat değil, aynı zamanda keyfiliktir. Hür bir ülkede kanun hâkim olmalı, irade değil” (Başgil, 2018: 63).

Başgil’in hak ve adalet anlayışı, bireyin varoluşunu merkeze alır. Hukukun nihai amacı ona göre şudur: “Adalet, hakka hürmettir. Hak, adaletin mevzuudur. Adaletsiz bir cemiyet yaşarsa bile, insan kalamaz.” (Başgil, 2018: 27). Bu yönüyle Başgil, pozitivist hukuk anlayışının ötesine geçen, insan onurunu ve vicdani meşruiyeti önceleyen bir yaklaşım sergiler. Hem akademik çalışmalarında hem de siyasi ve toplumsal müdahalelerinde savunduğu bu değerler, onu sadece Türkiye’nin değil, evrensel demokrasi mücadelesinin de müstesna figürlerinden biri hâline getirir.

Şimdi de Ali Fuad Başgil’in hem Türkiye özelinde hem de global ölçekte demokrasi, hürriyet, hak, adalet, eşitlik ve liyakat gibi kavram ve kurumlarindan ne anladığını onun veciz ifadeleriyle okura aktaralım. Bunu yaparken, internet çağında okumanın ve herhangi bir meşgaleye odaklanarak zaman ayırmanın ne denli zorlaştığını göz önünde bulundurarak, 350 sayfalık hacimli bir eseri özetlemeyi amaçlıyorum. Kim bilir, belki de bu hazine değerindeki, az bilinen eserin bilinirliğini ve okunurluğunu artırmaya küçük de olsa bir katkı sunabilirim.

Demokrasi ve Otoriter Rejimler Üzerine  

Demokrasi her şeyden evvel bir gönül işi ve bir içtimai terbiye meselesidir. Fertçe ve cemiyetçe bu terbiyeyi almamış memleketlerde bu rejimin yerleşip kök tutmasına imkan yoktur. Bu terbiye ise aile yuvasından ve ilk mektepten başlar, fert ve devlet münasebetlerinde kemalini bulur. Bahtiyar o memlekettir ki, vatandaşları bu terbiye ile bezenmiştir (Başgil, 2019; 14).

Terbiye ve olgunluğu müsait olmayan memleketlerin demokrasi tecrübesine girişmesi bir felakettir. Bu memleketler için maalesef iki kötülükten birine boyun eğmekten başka çare yoktur. Ya oligarşi tekmesi altında inleyip gitmek, yahut da demogoji bataklığına saplanıp kalmak (s.48).

Hükümet ve idarenin sırf halkın iyiliğine ve nesillerin hayrına işlediğinin teminatı; sinema şeritlerinde, resmi veya sindirilmiş gazete ve radyo yaygaralarında değildir. Fraklı ve silindir şapkalı hükümet adamlarının, habbeyi kubbe yapan süslü nutuklarında ve dramatik demeçlerinde de değildir (s. 46)

Demokrasiyi sırf bir ekseriyetin hükümeti olarak almak ve tarif etmek, tıpkı insanı iskeletten ibaret bir mahluktur diye tarif etmek kadar sathidir (s.54)

Zamanımızın diktatörleri, tahtlarını halkın başı üstünde ve insanların en alçaklarının boyları ölçüsünde inşa ettikleri tunçtan bir tavan üzerine kurmuşlardır. Ta ki kimse doğrulup baş kaldırmasın, boy uzatıp tahtın ayaklarından yukarıya göz atmasın (s.62-63).

Fikir ve vicdan hürriyetine hücum eden istibdat, istibdatların en fecii ve en iğrencidir. Bununla beraber, eski ve yeni şekliyle bütün baskı ve tahakküm idareleri, her şeyden evvel, düşünen akla ve hür vicdana hücum etmiş, serbest fikirden doğan dini, felsefi ve siyasi kanaatlere saldırmıştır (s.80).

Eğer bir memlekette dalkavukluk, yalancılık ve müraillik alıp yürümüş ise, bilmelidir ki o memlekette ağır bir istibdat hüküm sürmekte ve bu istibdat, fikre ve vicdana saldırmaktadır (s.83).

Demokrasiden başka olan rejimlerin ahlaki hayatında, bizatihi değer olarak insan ve vatandaş yoktur. Efendi ve uşak vardır. Ve uşaklar zümresi, efendiler zümresini yedirip beslemek için çalışır ve yaşar (s.88).

Terakki ve yüksek medeniyet, hür cemiyetlere mahsus bir nimettir ve hürriyet mahrumu insanlardan mürekkep cemiyetlerin nasibi, siyasi olmazsa, muhakkak iktisadi köleliktir (s.88-89).

Demokrasi ister ki, vatandaş başından yular takılıp sürüklenen hayvan takımından bir mahluk olarak yetişmesin, sağlam bir irade ve şahsiyet terbiyesinin yardımıyla aklını ve izanını kullansın (s.107).

Bazı memleketlerin bazı devirlerindeki millet meclislerinde, ekseriyet yerine ittifak kaim olmuş ve her meselede “eller orman gibi kalkıp” ittifakla karar verildiği görülmüştür. Fakat bu türlü meclisler, diktatörlüğün hakiki çehresini dünya nazarında gizlemek için, sırf bir pudradan ibarettir (s.146).

Ne fırtınalar, ne zelzele ve volkanlar, ne de en müthiş bombardımanlar, istibdat afetinin bir memlekete verdiği zarar kadar zarar veremez. Çünkü bu felaketlerin en büyüğünün zararını bile nihayet bir nesil çeker, fakat istibdadın zararı nesillerce sürer (s.291).

İstibdat, hiç şüphe yok ki insanlarla beraber doğmuş. Nemrut, Firavun, Sezar, İmparator, Sultan ve Hünkar saraylarında yiyip içip kemale ermiş; nihayet modern diktatörlerin mürşidi ve başmüşaviri olmuştur. Kılığı ve kıyafeti ne olursa olsun, istibdat canavarı daima susuzluğunu masum kanıyla gidermiş, daima insan ahı ve ıstırabıyla beslenmiştir (s. 294).

Devlet kuvveti, meşru ve itaate layık olmak ve eşkıya kuvvetine benzememek için hudutlanmak lâzımdır. Eline ölçüsüz ve hudutsuz bir salahiyet geçiren hemen her hükümet adamı, milletinin başına kara bir bela kesilmiş ve Allah’ın yarattığı canavarların en azgını olmuştur (s. 299).

Despot rejimlerde insanlara hakkı ve hürriyeti, aç köpeklere ekmek dağıtan hayırseverler gibi kanunlarıyla yalnız hükümet tevzi ve ihsan eder. Herkesin hukuk sofrasındaki hak ve hürriyet nasibi, sırf hükümetin münasip gördüğü kadardır (s.309).

Bu tür rejimlerde; hakkın ve hürriyetin dayanılır bir teminatı olmadığı gibi, kimsenin yarından ve alın teri ile kazandığı mevki ve şerefinden emin olmasına da imkan yoktur. Bugün en çok sevilip hürmet edilen bir kimse mümkündür ki, yarın hükümet radyoları ve matbuatıyla tel’in edilsin. Bugün vatanseverliği ve vatani hizmetlerle övülen bir kimse, mümkündür ki yarın resmi ağızlarca vatan haini ilan olunsun (s. 309).

Fecaat şuradadır ki, bütün bu kurbanlar, vatan mihrabı önünde boğazlanır ve hep memleket selameti ve içtimai disiplin namına ithaf olunur. Çünkü bilmek gerektir ki, totaliter rejimlerde insanları demirden bir kıskaçla sıkıp, benliğinin enerjisini, şeref ve haysiyetini harcadıktan sonra kalan kemik külçesini çöplüğe atmaya, “milli birlik ve içtimai disiplin” adı verilir (s. 309).

 

Eşitlik ve Liyakat Üzerine  

Evlerini idareden aciz olan insanların bile hükümet ve idare sandalyesine oturmaktan utanmadıklarını görürsünüz. Yine bunun içindir ki hükümet ve idareler hakkında en doğru ve amansız hükmü tarih verir (s.36).

İktisatta para nizamı bozulunca, nasıl geçer akçenin yerini çürük paralar alırsa, siyasi hayatta da kıymet nizamı bozulunca, hakiki ehliyetlilerin yerini kalp insan istila eder. Bu rejimler, ehliyetlileri görüp iş başına getirmeye de muktedir değillerdir (s.37).

Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir. Kabe’yi kimi haccetmek, kimi hacıları soymak için gider de, dönüşte herkes hacıyım der (s.46).

Adaletin en esaslı bir şartı olduğu içindir ki, müsavatsızlık [eşitsizlik], insan gönlünü inciten muamelelerin en ağırıdır. Hususiyle adaletin mümessili sıfatını taşıyan hükümet ve idareden gelen ve kanun şeklini alan müsavatsızlık kadar, insanları gücendiren acı bir muamele yoktur. İnsan, idareden gördüğü haksızlıkların bir çoğunu zamanla unutur ve hükümetlerin can yakıcı kötü muamelelerinin çoğunu bağışlar, fakat müsavatsızlık şeklindeki haksızlığı asla unutup affetmez (s.58).

Yalnız dikkat edelim ki, demokrasiye temel teşkil eden müsavat; ne avamdan kimselerin anladığı gibi riyazi [matematiksel] ve mutlak; ne komünistlerin istediği gibi iktisadî; ne de oligarşilerin tatbik ettiği gibi tesviyeci ve uşaklıkta eşitlik mânâsına bir müsavattır. Demokrasinin müsavatı, medenî ve siyasî haklarda eşitliktir (s.60).

Aşikardır ki, insanlar arasında matematiksel bir eşitlik yoktur. İnsanların kimi faal ve zeki, kimi uyuşuk ve ahmak, kimi hassas ve çalışkan, kimi vurdum duymaz ve hantaldır. Kuvvet, kabiliyet, hizmet ve liyakatte eşit olmayan insanlar arasında suni olarak eşitlik yaratmak, hem aczi ve tembelliği mükafatlandırmak, hem de hizmet ve liyakat sahipleri aleyhine daha acı bir müsavatsızlık yaratmaktır (s.91).

Nihayet, demokrasinin temelini teşkil eden müsavat, umumiyetle oligarşilerde görülen uşaklıkta ve omuz omuza etek öpmede eşitlik manasında da değildir. Eski mutlakiyetlerde prenslerin ve zamanımızın oligarşilerinde ve diktatörlerin önünde herkes, eğilip etek öpmede müsavidir (s. 62).

Hülasa, demokraside müsavat, çölde seraba koşan bedbahtların susuzluktaki müsaviliği değil, ehliyet, hizmet ve liyakatler arasında içtimai ve moral bir değer kademeleşmesi farz olan nispi bir müsavattır. Bu da, “herkese layık olduğu muameleyi yapmak; mevki ve nimeti vermektir.” Ehliyet ve liyakatte müsavi olmayan insanlara müsavi muamele yapmak, en geri ve kaba bir müsavatsızlıktır. Fakat, müsavî olan insanlara, hâl ve vaziyetlere müsavatsızca muamele yapmak ve kör elindeki balta gibi kanun koyup tatbik etmek de adaletsizliğin en fecîsidir (s. 61).

Demokrasinin garabetlerindendir ki, mevcut kanunları tatbik edecek olan hakimlerden yüksek tahsil diploması istenildiği ve bunlar muayyen müddetli staja da tabi tutulduğu halde, resen ve bizzat kanunları düşünüp vazetme ve vatandaş mukadderatına hakim olma gibi en yüksek bir salahiyet kullanan mebuslardan ilk mektep şahadetnamesi bile aranmamaktadır (s. 136).

 

Hürriyet Üzerine

Müsâvât, kürek mahkûmlarının ıstırap ve sefâlet beraberliği şeklini almamak için bir şartın tahakkuku lâzımdır ki, o da hürriyettir. Hür bir hava, serbest ve müsamahakâr bir cemiyet muhiti, müsâvâtın temelidir (s.64).

Hürriyet davasının hedefi, şahsı şahsa kul olmaktan kurtarmak, hükümet istibdadını yıkmak ve vatandaşların rahatça nefes almasına ve herkesin kendine mukadder olan hayatı yaşamasına imkan vermektir (s.66).

Fikir hürriyetinin daha çok sayıda başka kurbanları da vardır ve asıl acınacak olan da bu berikilerdir. Bunlar, düşünce ve kanaatlerine sadakatle bağlılık cesareti göstermeyen, içlerindeki samimi düşünce ve kanaatin hilafına olarak istibdada gülümseyip ayak türabı olan bedbahtlardır. Bunlar, fikre ve kanaate bağlılığın yüksek zevkini ve ahlaki değerini hiçe sayan, hayatı ayak yalayarak da olsa yiyip içip eğlenmekten ibaret gören dalkavuklar ve maddecilerdir. İstibdatın iğrenç meddahları, saçak ve etek öpmekle geçinmeyi iş edinen yüreksiz parazitlerdir (s.82).

Açlık ve sefalette ahlak bile kök tutmaz. Bir tarafta yiyip içip eğlenen bir avuç parazitle, diğer tarafta kürek mahkumları gibi çalışıp ölmeyecek kadar kazanan ve daima yarınını düşünüp üzülen insanlardan mürekkep cemiyetlerde kabul etmek lazımdır ki, hürriyet bir inhisar metaı olmaktan kurtulamaz (s. 116).

Herkesin ölçüsüzce hareket ettiği ve istediğini yaptığı bir cemiyet var olabilseydi, şüphe edilmesin ki bu cemiyette kimse hür olamaz, bilakis herkes kendinden daha kuvvetlisinin esiri olurdu. Zira herkesin baş ve efendi kesildiği yerde, hakikatte ne baş vardır ne de efendi (s.119).

Hürriyet, eli tabancalı haksız bir zümrenin keyfi görüşlerine itaat etmek demek değildir. Bilakis hürriyet, buna isyan etmektir. 1934 Almanya’sında bir grup Alman çıkıp da Nazi emirnamelerine karşı “Veto!” demek cesaretini gösterebilseydi, bugün büyük Alman milleti istihkar ettiği düşmanlarının ayakları altında çiğnenip ezilmezdi. Zira merhum Ziya Bey’den af dilerim, vazifemi asla gözüm kapalı yapmam (s. 121).

Hülasa, hürriyet zenginlere mahsus lüks bir otomobil olmadığı gibi, başıboşlar için de bir istirahat çadırı değildir. Hatta hürriyet, mezbahada gözleri bağlı kasap bıçağı altına yatan hayvanlar gibi, vatandaşın körü körüne kanun satırına boyun vermesi de değildir (s. 122-23).

Totoliter rejimlerde hak ve hürriyet hiç yok değildir. Fakat bunlar yalnız hükümet adamları, avaneleri, mensupları ve bunların şakşakçıları için vardır. Vatandaşlara hakkı ve hürriyeti tıpkı fukaraya ekmek dağıtır gibi diledikleri ve münasip gördükleri kadar bu adamlar ihsan eder. Allah ile boy ölçüşen bu adamlar, beğendiklerini cennete beğenmediklerini de cehenneme gönderirler (s. 125).

Hülâsa, totaliter devlette sanki vatan geniş bir temerküz kampı, hükûmet de onun gardiyanıdır (s. 126).

 

Eğitim ve Münevverler Üzerine 

İleri ve aydın insanlara yaraşan şey, ne fikirden korkup yorganı başına çekmek, ne de silaha sarılmaktır. Fakat fikri tenkit edip, onu fikirle alt etmektir (s. 77).

Mektebin, sağlam bir hürriyet terbiyesiyle genç nesli yetiştirmesi ve bu yoldaki vazifesini hakkıyla yapabilmesi için her şeyden evvel, yürekleri sırf hakikat ve memleket aşkıyla çarpan, şahsiyet ve karakter sahibi hocalara ve idarecilere sahip bulunması, yani mektebin hür bir müessese olması lâzımdır; tâ ki bu sayede, hükmeden otoritenin bir emir kulu ve politikanın esiri hâline düşmesin (s. 94).

Totaliter rejimlerin mekteplerinde okutulan kitaplar ısmarlanır ve parayla satın alınmış kimselere, rejimin hâsis menfaatlerine ve çirkin taassuplarına göre yazdırılır. Hocalara da bu kitaplardan başkasını okutmamaları ve bu kitaplar dışında talebeye bilgi vermemeleri, yani otomatikleşip kürsüde birer hoparlör kesilmeleri şiddetle tenbih ve tebliğ olunur. Bu mekteplerde politika bir spikerdir, hocalar da birer hoparlör (s. 95).

Kendi hesabıma şuna kaniyim ki, resmî üniformalı hakikatler asla objektif ve rasyonel şeyler değildir ve olamaz. Zira hakikat, eğer hakikat ise, kendini selamlatmak için üniformaya ve hükümet jandarmasının himayesine ihtiyaç duymaz. Mektep kürsüsüne çıkmak için üniforma giyip kılıç kuşanmaya ihtiyaç duyan hakikat, haddi zatında hakikat değildir (s.97).

Otokrasilerin mektebinde çocuklara lâiklik namına din düşmanlığı, hakikatseverlik namına laubalilik telkin olunmuş; karakter namına da, saltanat süren kuvvete karşı güçsüzlük mükâfat almıştır (s. 103).

Acı da olsa söylemek bir vazifedir ki, süsü ve sayısı ile övündüğümüz mekteplerimiz, talim ve tedriste kuru bir Garp taklitçiliğine, kopyacılığına ve tercümeciliğine; terbiye bahsinde ise dar ve anlayışsız bir zümre taassubuna ve geri bir otoritarizme saplanmıştır (s.108).

 

Sonuç:

Başgil’in Batı ve Türkiye üzerine yaptığı tespitler, alışılagelmişin dışındadır. Batı’da demokrasinin; toplumun ahlaki değerlerine, eğitimdeki demokrasi kültürüne ve hak-hukuk anlayışına dayandığını vurgular. Batı medeniyetine duyduğu saygıyı açıkça dile getirmekten çekinmeyen Başgil’in, bu yaklaşımını Türk muhafazakârlığıyla harmanlaması, ona özgü ve ayırt edici bir bakış açısı kazandırır.

Onun fikrî haritasındaki çeşitliliği, Avrupalı filozoflardan edindikleriyle Sebilürreşad dergisinde kaleme aldığı İslami meseleleri buluşturabilmesinde görmekteyiz. Bu entelektüel birikim, Başgil’i Türkiye’ye özgü tartışmalarda güncel siyasi çekişmelerin üzerine taşıyarak, onu “yaşadığı zamandan bağımsız” bir mütefekkir hâline getirmiştir. Bu kimlik, her ne kadar dönemin siyasi iklimiyle uyuşmazlıklar doğurmuş olsa da, fikirlerinin yarım asır sonra bile geçerliliğini korumasını sağlamaktadır (Kayacı ve İçener, 2023: 104).

Başgil, bir memleketin tekamül edebilmesi için sisteme değil, o sistemi inşa edecek insana yatırım yapmayı birinci vazife görür. Onun ifadesiyle, “Bahtiyar o insanlardır ki; memlekette hürriyet ve hakkı, niyet ve şuurunun gelişmesine omuz vermek için ileriye atılır. Ve ne mutlu o memleketlere ki kalabalık halk kitleleri içinde böyle himmet ve feragat sahibi insan omuzlarına maliktir” (Başgil, 2019; 142).

Bu hürriyet ve hakkın, despot rejimler altında can çekişen halkın içerisinden çıkan bir kaç cesur ferdin cesareti ile kırılamayacağını, bu nedenle çok geç olmadan (ve uygulamadaki tüm aksaklıklarına rağmen), Cumhuriyet rejimine sahip çıkmamız ve onu yaşatmamız gerektiğini şu veciz ifadelerle ortaya koyar;

Ehemmiyetle şuna dikkati çekmek isterim ki, biz bu memlekette siyasi ilimlerce sayılıp tasnif edilen klasik hükümet usullerini, siyasi ve idare rejimleri sırasıyla tecrübeden geçirdik. Bidayette [başlangıçta] mutlakiyet, sonradan otoriter meşrutiyet, daha sonra liberal meşrutiyet rejimlerini devir devir yaşadık. Bugün klasik rejimlerin sonuncusunun, yani demokratik cumhuriyet rejiminin tecrübesi üzerindeyiz. Dikkat edelim bu son tecrübeyi muvaffakiyetle yürütelim. Bu rejimi, mutlaka ve her ne pahasına olursa olsun yaşatalım. Yaşaması için lazım olanı yapalım, hürriyet terbiyemizi ikmal edelim. Kaybedecek vaktimiz yoktur. Yeniden tecrübe edeceğimiz klasik bir rejim kalmamıştır” (Başgil, 2019; 142).

Metnimizi, Başgil’in dua ve şu anlamlı temennileriyle bitirelim:

“Biz birinci dünya harbi nesli, yarınlarımızın çoğunu geride bıraktık. Genç neslin yarınları ise ümit ile dolu bir istikbal güneşi gibi henüz önlerindedir. Benim bahtı kara neslimin en ümitli ve feyizli yılları harplerle ve bitmez tükenmez buhranlar, içtimai keşmekeşler ve ruhi üzüntüler içinde korkulu bir rüya gibi geçti gitti. Allah’tan dilerim ki bizlere gülmeyen hayat genç nesle gülgün olsun” (Başgil, 2019; 279).

Ali Fuad Başgil’in bu temennisinin üzerinden yetmiş yıl geçmiş olmasına rağmen, eğer bugün hâlâ gelecek nesiller için aynı dilek ve temennilerde bulunuyorsak, bir insan ömrüne tekabul eden bu zaman diliminde, demokrasimizi pekiştirmek ve insan onuru ve şerefini yüceltmek yerine vaktimizi, enerjimizi ve tüm kaynaklarımızı nereye ve nasıl harcadığımızı sormanın vakti gelmedi mi sizce de?

 

Kaynakça

Ali Fuad Başgil, (2018). Hatıralar (7. Baskı). İstanbul: Kubbealtı Neşriyat.

Ali Fuad Başgil, (2019). Demokrasi Yolunda (6. Baskı). İstanbul: Yağmur Yayınları.

Ali Fuad Başgil, (2021). Gençlerle Başbaşa (144. Baskı). İstanbul: Yağmur Yayınları.

Bülent Tanör, (2010). Anayasal Gelişme Tezleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 93

Muhammet Ali Kayacı ve Zeyneb Çağlıyan İçener, (2023). “Türkiye’de Demokrasi Bilincinin Oluşumu: Ali Fuad Başgil’de Demokrasi ve Batı”. Muhafazakâr Düşünce Dergisi. Yıl: 19 Sayı: 65. (80-106)

 

Muhammet Dervis Mete
Muhammet Dervis Mete
1989 yılında Erzurum'da doğan Av. Muhammet Derviş Mete, 2008 yılında başladığı ODTÜ Ekonomi Bölümü’ndeki eğitimini bırakarak, 2014 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Üniversite giriş sınavında Türkiye genelinde ilk 10’a girerek "Başbakanlık İlk 100 Derece Bursu" ve "İş Bankası Yılın Altın Öğrenci Ödülü" gibi prestijli burs ve ödüllerin sahibi olmuştur. 2018 yılında Durham Üniversitesi’nde (İngiltere) yüksek lisans derecesini tamamlayan Mete, 2020 yılında Avrupa Komisyonu’nun sağladığı Jean Monnet Bursu ile Leiden Üniversitesi’nde (Hollanda) ikinci yüksek lisans eğitimini bitirmiştir. Halen Edinburgh Üniversitesi’nde (İskoçya) anayasa hukuku alanında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. 2016 yılı itibariyle Balıkesir Barosu’na kayıtlı olan Mete, İngilizce ve temel düzeyde Arapça bilmektedir.

Diğer Yazılar

İlgili Yazılar

Yeni Dünya Düzeni: Liberal Otokrasi (Bırakınız Yapsınlar)

Giriş               İfade özgürlüğü, Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’in ifade ettiği şekliyle, özgürlüklerin en değerlisidir ama tarih boyunca en büyük...

Batı’nın Şımarık Çocuğu İsrail ve Küresel Ölçekte Demokrasinin Erozyon...

Giriş: Eski bir Sovyet fıkrasına göre, Amerikan Anayasası ile Sovyet Anayasası arasındaki fark sorulduğunda şu yanıt verilir: Sovyet...

Müzakereci Anayasa, Bilinmezlik Perdesi ve Kurban Bayramı Üzerine Notlar

Giriş İlk bakışta birbirleriyle herhangi bir ilgisi yokmuş gibi görünen bu üç kavramın nasıl ve neden bir araya geldiğini...

California Üç İhlal Yasası (Three Strikes Law) ve Türk...

Gazetelerin üçüncü sayfaları, suç kayıtları kabarık olan kişilerin işledikleri yeni suçların haberleriyle dolu. Bir kaç örnekle başlayalım. “Ümraniye'de...